Engin Yurtsever: Ben Türk’üm! …

Yazarlar

Tarihin sayfalarında söz yazıya dökülmeden önce de bu topraklarda yaşıyorduk. Yalnız değildik: bir yanımızda Tatarlar, diğer yanımızda Oğuzlar vardı. Sonra diğer Türk boyları birer birer sıralanıyorlardı. Kimimiz bir dağ yamacında, kimimiz de bir ovada ayrı ayrı ama hep beraber yaşıyorduk.

Ne zaman buraya gelmişlerdi atalarımız, bilmiyorduk, bu dorukları gökyüzüne uzanan dağları niye yurt edinmişler, unutulmuş diyarları niye sevmişler bilmiyorduk ama bildiğimiz birşey vardı: buralar bizim toprağımızdı, bu rüzgar sesleri tanıdıktı, turnaların kanadıyla gökyüzüne selam gönderen bizlerdik. Dolgun başakları biçenlerdik. Toprağa serpilen tohumları değil, kurumuş dudakları sular gibiydik. Bir şarkı söyler gibi burada yaşıyor ve burada ölüyorduk, bütün hayatımız burada, yavaş ama derinden akan bir nehir gibi sürüp gidiyordu.

Her sabah güneş doğmadan kalkar ve bilcümle hayatı selamlardık. Kuşlar bizden önce uyanır, sesleriyle, bizden önce katılırlardı günün başlangıcına. Annelerimiz mi kuşlar mı önce uyanırdı, bilemezdik, çünkü ne zaman uyansak, onlar uyanmış ve tandırda pişirdikleri ekmeklerin içine çökeliği özenle koymuş, bizlerin nazlı uykularımızdan uyanmamızı beklemiş olurlardı. Telaşlı, bazen de kızgın homurtularıyla uyanan babalarımız ya tarlaya ya da hayvanlara giderlerdi. Binlerce yıllık bir hayatın öğrettiklerini kuşaklar boyu birbirlerine devrederek süren bir halktık. Güneşin alnımızı yaktığı, zemherinin dondurduğu zamanlar şaşmaz bir şekilde birbirini takip ediyordu.

Akşamüstü oldu mu cok sevinirdim, güneşin kızıl grubu selamlayarak, dağların arasından yarın yine geleceğini bilerek batmasını seyrederdim. Yorgun ve tanıdık adımlarıyla tarlalardan dönenlerin seslerine arkadan hayvanları getiren çobanların kesik ve gür sesleri karışırdı. Çok şaşırırdım: hayvanların nasıl olur da nereye gideceklerini biliyor olmalarına…

Usul usul esen rüzgar yaz akşamları çok güzel olurdu, demlenen çayların eşliğinde hiç değişmeyen sohbetler başlardı. Kimi zaman sesi güzel olanlar birbirlerine saygıda kusur etmeyerek sırayla bize dağların, ormanların, kuşların üzerine şarkılar söylerlerdi ve elbette de en çok sevdaların üzerine de söylerlerdi. Atalarımızın ne denli yiğit, ne denli korkusuz olduklarını da o şarkılardan öğrenirdik, sadece o şarkılardan değil masallardan da öğrenirdik.

Düğünlerimiz olurdu, her beraber sevinilip, mutlu bir gelecek dilenen ve ölümlerimiz de olurdu elbette uzun zamanlara yayılırdı cenazelere olan hürmetin suskunluğu. Gidenin ardından kalan acı paylaşılır ve anılarından saygıyla bahsedilirdi. Diğer halklarla sorunumuz yoktu. Gelenek ve göreneklerimiz farklı olsa bile hayat, karşılıklı saygı duymayı ve yardımlaşmayı öğretmişti hepimize.

Akıp gidiyordu zaman, bıktırmayan tekrarıyla…

Ve bir gün, birdenbire başlarında miğferlerinin arasından ölüm dolu bakışlarıyla geldiler. Atlarının sağrılarından sızan ter kokularıyla kılıçlarından damlayan kan kokuları birbirine karışmıştı. Dillleri, dinleri tanıdık değildi. Bizlere gözyaşı ve kan getirdiler. O günden sonra ne biz Türkler, ne komşularımız olan Tatarlar, Oğuzlar ne de diğer Turk boyları gün yüzü görmedi.

Yüzyıllarca savaştık onlarla, ne biz onları geldikleri yere gönderebildik ne de onlar bizi bulunduğumuz yerlerden söküp atabildiler ama çok kırdılar bizleri, yemyeşil yaprağı dalından koparır gibi, çok öldürdüler bizleri, kundaktaki bebekten bastona dayanan yaşlılarımıza kadar. Ama bitiremediler. Düştüğümüz yerden hep ayağa kalktık, daha derin daha nefret dolu saldırdılar.

Sözün değerini düşürdüler, saygıyı çiğnediler. Oysa yeri geldiğinde bıyıklarımızdan kopardığımız bir tel bile söz yerine geçiyordu. Defalarca kandırdılar bizleri. Barış ve kardeşlik dediklerinde, söz daha ağızlarından çıkmadan katliama başlıyorlardı. Yaşayarak öğrendik ki tarih böyle yalancı, böyle katil, böyle saygısız bir topluluğu hiç görmedi bunlardan başka, bir daha da görmeyecek.

Bir devlet kurdular, temelini Türklerin, Oğuzların, Tatarların ve diğer Türk boylarının kanlarından, kemiklerinden oluşturdukları harçlarla kurdular. O devlet “hepimizin kardeş” olduğunu, vatanın hepimize ait ve bir bütün olduğumuzu söylüyordu ama ne zaman Türkçe konuşsak para cezası ile başlayıp, giydiğimiz elbiseden dolayı idam edilmeye kadar onlarca zulmü seçenek olarak bize dayatıyorlardı.

Kendilerine ait bir tarihleri yoktu, yakıp yıktıkları uygarlıkların tarihlerine el koymuşlardı. Bir tohum ekip emekle sulayarak büyümesini beklemeye sabırları yoktu. Hiç şarkısı olmayan halk olur mu, acılarını, sevinçlerini söze dökmeyen halk olur mu? Oluyormuş, bunlardan öğrendik. Şarkılarımızı da çaldılar. Isimlerimiz değişti. Alperen, Baştuğ, Cengiz ve nice isimlerimizi kullanamadık, kendi isimlerini koydular. Köylerimizin, dağlarımızın, yollarımızın isimleri de değişti. Her isyanımızı kanla bastırdılar, sadece isyancılarımızı değil beşikteki bebekten bastonlu yaşlımıza kadar binbir yalanla ele geçirip öldürdüler.

Dilimizi kullanmamız yasaktı, evde Türkçe konuşuyorduk dışarda onların dilini. Köylerimiz, şehirlerimiz basılırdı, insanlarımızı kar kış demeden yere yatırır, onurlarını kırarlardı. Şehirlerimizi bombaladılar, zulmün her türlüsünü doymak bilmeyen bir iştahla her seferinde daha da büyüterek yaşattılar. Yine de bizim “biz” olma direnişimizi susturamadılar. Dalga dalga yayıldı mücadelemiz, her yenildiğimizde kalkip tekrar savaşmaya devam ettik. Ve direnişin cüreti dalga dalga yayılarak genişliyor. Bu sefer kazanacağız: çünkü biliyoruzki, “taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir”…

*

Yukarıdaki yazıda Türk, Oguz, Tatar isimlerini çıkarıp, yerine Kürt, Rum, Süryani, Arap, Çerkez ve diğer yok edilen, yok edilmeye çalışılan halkların isimlerini yazarak okuyalım. Sonra da neden isyan edildiğini anlamaya çalışıp empati kurmaya gayret edelim.

İlginizi Çekebilir

Kemal Okutan: CHP neden sol olamaz?
Kemal Okutan: Kürt sorunu ekonomik sorun mudur?

Öne Çıkanlar