Türkiye’de “Demokratik Cumhuriyet” sözü, siyaset arenasında son yılların en popüler sözlerinden biri olarak siyasi çevreler ve toplum içinde yerini aldı, almaya devam ediyor. Kimi çevrelerde hissiyata, kimi çevrelerde ise tarihsel-toplumsal belleğe hitap ettiği için bir siyasal model olarak parti ve hükümet programlarına kadar girdi. Latince ve Arapça iki kelimeden oluşan bu Kavram-Kuram, kimi Kürt ve Türk çevrelerince reddedilmemekle birlikte farklı amaç ve hedefler için kullanıldı, kullanılıyor.
Hatta öyle ki, Kuzey Kürdistan’da, gerek Legal siyasal partiler, gerekse Kürt Özgürlük hareketi tarafından stratejik bir hedef olarak benimsenmekte olup tüzük ve programları süsleyecek kadar ileri düzeyde ele alındı alınıyor. Kuzey Kürdistan’da halkın büyük bir çoğunluğunda hissiyatta benimsenmese de, bir siyasi talep olarak büyük bir çoğunluk tarafından da benimsenmektedir. Ancak, Türk yönetim aklı için gerek Cumhuriyet ve Demokrasi tarihsel ve toplumsal olarak hep sancılı kavramlar ve kuramlar olmuştur.
Bu, sadece hissiyatlarına dokunduğu için değil, Türklüğün, ideolojik, sosyolojik, tarihsel, kültürel, demografik-coğrafik, ekonomik ve mental olarak dokularına uymadığı içindir. Kürt cephesinde ise magazinel bir söylem olmanın ötesinde ya da hissiyata dayalı bir istem ile yola çıkarak Türkiye “Demokratik Cumhuriyet” olabilir mi? Sorusuna cevap aranırsa, herkesin, her kesimin bir sözü-iddiası olabilir. Ancak tarihsel-toplumsal ve mental verilere dayanıldığında bunun ya mümkün olmadığı, ya da çok zor olduğu görülecektir.
Şöyle ki:
1- İdeolojik olarak mevcut haliyle neden mümkün değildir.
Uzak tarihe bakıldığında Türkiye’nin yönetim aklı, iktidarı ele geçirmek için evrensel bir ideolojiye -Tarihsel deyimi ile dine- sahip olmamıştır. Ya da kendisinin tarihteki inancı olan Şamanizm, o’nun evrensel hükümranlık istemlerine cevap verecek kapasitede değildi. Bundan dolayı zamanın etki gücü en üst düzeyde olan İslamiyeti kullanmayı akıl etmişlerdir. Bu, politik olarak iktidarı sürdürebilmek için en akıllıca olan bir tercihti. Ancak Türk yönetim ve iktidar aklı hiç bir zaman İslamın özüne ihtiyaç duymadı, onu yaymak için bu tercihi yapmadı. Türkler, tamamen kendi işgalci ve istilacı emellerine cevap veren siyasal karakteri için İslamı tercih ettiler. Diğer bir tabir ile siyasal islam’ı tercih ettiler. Ya da İslam’ı siyasallaştırmada yeni bir çığır açtılar. Halifeliği Arap’lardan gasp ederek kullanan tek iktidar gücü oldular. Kendi karakterleri ile Siyasal islamın tekçi, gaspçı ve ‘ötekini’ yok etme üzerine kendini var etmeyi düşünen bir düşünce yapısının, çoğulcu, toleranslı, hoşgörülü ve paylaşımcı olmasını beklemek ne kadar gerçekçi ise Demokratikleşmesini beklemek de o kadar mümkündür.
2- Demokratik Cumhuriyet, sosyolojik olarak da Türk yönetim aklının ve kültürünün benimseyeceği bir sistem ve yapı değildir.
Zira bunu, cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki sosyologların arayış ve çabalarından görüyoruz ki bunların başında, Kürt Ziya Gökalp, Gürcü Prens Sabahattin ve daha sonra Kıbrıs kökenli Niyazi Berkes, (ki, hayatının hemen hepsi Türklük için dünyayı dolaşan bir “lejyoner” olarak geçmiştir.) gelmektedirler. Hernekadar daha sonraları İslamlaşmak tezinden uzaklaşsa da, Ziya Gökalp uzun süre Türkleşmek-İslamlaşmak-Muasırlaşamak üzerine bir çaba içinde olur.
Tüm çabası o döneme kadar olmayan Türk Ulusal bilincini yaratma üzerinedir. Bunu yaparken Fransız sosyolog Durkheim’ın görüşlerinden ve o dönem Fransa’da yaygın olan ve de devletin esas aldığı ‘Üniter Siyasi Yapı’-sından etkilenir. Ancak tüm çabası yeni kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’nin o dönem dünyada hüküm süren Endüstriyalizm’in şekillendirdiği üretim araç ve ilişkileri ile şekillenen toplumların sosyolojik yapısını Türkiye’ye de uyarlamaktır.
Prens Sabahattin de Ziya Gökalp’e benzer çabalarda olsa da daha çok Muhalif bir duruş ve Gökalp’in aksine Ademi Merkeziyetçi bir siyasal yapıyı tercih etmiştir. Niyazi Berkes ise daha çok bir mühendislik çalışması olan Ankara Dil-Tarih-Coğrafya fakültesinin memuru ve daha sonra da Amerikan siyasallaştırma projesinin bir görevlisi olarak devreye girmiştir.
Bu sosyologlar belli bir dönem, biçimsel ve siyasal yapılanmada etkili olmuşlarsa da, özde bir toplumun sosyolojik yapısını tarihsel-toplumsal karakteristiğinden kopararak bir yapı oluşturamamışlardır. Türk sosyolojik yapısının tarihsel karakterine bakıldığında, istila-işgal ve talana dayalı olarak şekillenmiştir. Bu sosyolojik karaktere göre şekillenen bir yapının yönetim kültürünü Demokratik Cumhuriyet’e göre yapılanması tarihin akışına da aykırıdır.
Ne batıdan vazgeçebilen, ne doğudan vazgeçebilen Türkiye, ne batılı olabilmiştir, ne de doğulu. Cemil Meriç’in deyimi ile Batıyı tanımamakla cehaleti, tanımakla da ihaneti yaşayan bir ‘Akıl’ın öncülüğü ile hareket eden entelijansiyası, Asya’ya özgü taklitçiliği, Afrika tipi köle ruhluluğu ve Ortadoğu karakteristiği bir doğma sentezli kozmopolit yapısallık ile siyaset yürüten tek devlettir.
3- Türk yönetim aklının Tarihsel yapısı ve dokusu da Demokratik Cumhuriyete uygun ve yatkın değildir.
Demokrasi ve Cumhuriyet siyasal birer yapılanma olarak tercih edilmekle birlikte, Tarihi bir dayanak, kültürel birikim ve tecrübe de gerektirirler. Ve de daha da önemlisi gerek demokrasinin gerekse cumhuriyetin üzerinde vücut bulacağı bir coğrafya, yani vatan gereklidir. Türk yönetim kademesinin üzerinde hüküm sürdüğü vatan, ya da coğrafya kendilerine ait değildir. Bunu en iyi bilen de kendileridir. Bu durum yönetim ve iktidar erki için hep korku dolu bir realite olmuşturur.
Üzerinden hükümdarlıklarını sürdürdükleri coğrafyaya 950 yıl önce gelen Türk egemen yapısı 950 yıldır bir gün bu coğrafya sahiplerinin kendi yurtlarını yönetmeye kalkışma korkusu ile yaşamışlardır. Bu korkudan dolayı her türlü entrika, baskı, vahşet, yalan, zulüm, talan, kandırma, korkutma ve ikiyüzlü davranmak bir yönetim sanatı halini almıştır. Bunu bir yönetim sanatı haline getiren bir iktidar aklının sistem olarak Demokrasiyi benimsemesi, demokrasiye tahammül edebilmesi, onu farklılıkların birlikte yaşama kültürünün en güçlü dayanağı olarak görmesi mümkün değildir. Türk yönetim felsefesi, “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” ifadeside kendini yapısallaştırmıştır.
4- Üretim araç ve ilişkilerine bağlı gelişen ekonomik model olarak da Türk yönetim aklının Demokratik Cumhuriyeti benimsemesi kendiliğinden ve kolay olmayacaktır. Zira Türk yönetim aklı hiçbir zaman köklü ve emeğe dayalı üretim araç ve ilişkilerine dayanmamıştır. Bu konuda dünyada vatanı üzerinde emeğe, toprağa, tarım, teknoloji, bilim, sanat, ahlak ve hukuka dayanmayan ender topluluklardan biri, belki de birinci sırada yer alanıdır.
Tarihten beri hep yol kesen, haraç alan, tarıma, toprağa bağlı toplulukların ülkelerini işgal edip üretimlerini gasp eden talancı-işgalci-sömürücü karakterleri genlerine işlemiş gibidir. Ticaret, üretim, sanayi, tarım, hayvancılık, zanaatkarlık alanında ne ekonomik bir modelleri olmuştur ne de kültürleri. Onlar ancak işgal ettikleri ülke ve toplumların ticari, sınai, tarım ve hayvancılığa dayalı ürünlerini gasp ederek geçinmeyi bir kültür haline getirmişlerdir.
Orta Asya’dan Kafkaslara, Ortadoğu’dan Afrikaya, Anadolu’dan Avrupa’ya kadar gittikleri her yerde sergiledikleri tutum işgal ve istila, yönetim modelleri yalan, entrika ve kandırmaya dayalı olmuştur. Bu karakterlerinden dolayı da Demokrasiye en yabancı, en uzak, en tahammülsüz yönetim biçimi Türklüğe ait olandır.
5- Mental olarak da Türk mentalitesi demokrasiye yatkın ve demokrasiye tahammüllü bir mentalite değildir. Tarihin en çok devlet kuran, devlet yıkan topluluklarının belkide başında gelen bu milletin hiçbir zaman demokrasi, hukuk, adalet, eşitlik gibi bir yönetim arayışı olmamıştır. Türklüğün hamurunda ve düşünce yapısında bu kavramlar Devlet ve İktidar’ı elde tutmaya aykırı görüldüğü gibi, kültürüne uymayan ve bunları tehdit eden yapısallıklardır.
Öyle ki, toplum içinde ayıpsanan ve günah sayılan bir yönetim mentalitesi olarak görülür.
Tarihi bilinci ve dayanakları tamamen siyasal bir yapısallık için yaratılan ve hiç bir zaman Cumhurlaşmayan Türk yönetim aklı bu dayanaktan yoksun olarak da Demokratik Cumhuriyet’e yatkın değildir, olamaz. Belkide kimi okurlar bunu bilimsel olarak diyalektiğe aykırı bulabilirler. Hatta dünyada kimi imkansız göründüğü halde dönüşen örnekler de göstere bilirler. Ancak, şu örneklere bakıldığında ne demek istediğim daha anlaşılır olacaktır.
Fransa’daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesi’nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasını, Almanya’da Hitler faşizminin neredeyse Avrupa’nın tümüne, balkanlara, Kuzey ülkelerine hükmetmesini, 6 Milyon civarında Yahudinin Katledilmesi ile oluşturulan korku psikolojisiyle kurduğu hükümranlığının bile yıkılarak yerini modern ve demokrasiye burjuva kriterleri ölçüsünde de olsa duyarlı hale gelmesi, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franco diktatörlüğünün dipten gelen dalga ile toplumsallaşması, Japonya’da ise 1860 lardan sonra İmparatorluktan halkın katılımcılığını sağlayan kurumların yapısallaşması kapsamlı örnekler olup tarihsel dönüşümlerdir.
Buna İtalya’dan başlayan rönesans, ve Avrupa’nın mental yapısının dönüşümünün mihenk taşı olan reformları da eklediğimizde Türkiye’nin bu iki alanda da Demokratikleşmenin temel kriterleri için tarihsel-toplumsal döngünün ne kadar gerisinde ve uzağında olduğu görülecektir.
Buna bir de İngiltere’nin öncülüğünü yaptığı Anglo Sakson ülkelerini eklemek gerekir ki, Burjuva Demokrasisinde Magna Carta sözleşmesi ile bu dönüşümün ayrı ve önemli bir mihenk taşını teşkil ettiğini belirtmek gerekir. Burjuva demokrasisinin bile olsa bu evrelerini nihai hedef ve amaç olarak benimseyen biri olarak değil ancak önemsenen aşamalar olarak gördüğümü de belirtmek isterim.
Günümüzde burjuva demokrasisinin direkt demokrasiye dönüşümü için dünya genelinde köklü tartışmalar yürütülürken Türkiye’nin bu kulvarda ele alınması, hissiyat ile gerçekliğin arasındaki mesafeyi görmezden gelmek olur. Yine Türkiye’nin demokratikleşmesinin yukarıda adı geçen ülkeler gibi olamayışını, onun Vatansız Devlet yapısına sahip olmasından ayrı ele alamayız. Vatansız Devlet olgusu dünyada bir tek Türklere özgü bir durumdur. Bu durum Türkleri dünyanın diğer yönetim modellerinden ayırdığı gibi Türk yönetim modelini de onlardan ayırmaktadır. Buna bir de Türk’lüğün tarihsel yapısallığı ve sosyo politik durumu eklendiğinde şahsına münhasır bir yönetim sanatı ile siyaset yapısı oluşmaktadır.
Bu yönetim ve siyaset yapısının diğer modellerde olduğu gibi dönüşümünü, demokratikleşmesini beklemek Türk yönetim aklının ve siyaset felsefesinin ancak kendini inkarıyla mümkün olabileceğini onun tarihsel akışından ve uygulamalarından rahatlıkla görebiliyoruz.
Sonuç yerine bir şey yazmak istemedim. Pek de sevmem doğrusu. Oysa günlük uygulamalar ve biz Kürtler için “Kardeşimiz değilsiniz” naralarını koro halinde bağırdıkları bir güncelin sonuç babında söyleneceklerini siz okurlara bırakıyorum.
Ve de, onların demokratikleşmesinin yegane yolunun bizim özgürlüğümüz ve kendi temel hak ve özgürlüklerimizi elde etmekten ve kurumsallaştırmaktan geçeceğini.
Tabi ki, diğer halk, azınlık, inanç, kültür ve toplulukların da.