Hemen hemen hepsi benzer şekilde yaşandı. Genellikle ya yürürken ya evinden çıkarken ya da gece yarısı kapıya dayanan, polis yelekli, ellerinde telsiz ve silah olan bir grubun, “İfadesine başvurup, bırakacağız!” diye aldıkları insanlardan bir daha haber alınamadı. Bazıları polis merkezlerinde, işkence hücrelerinde görülmelerine ve şahitler olmasına rağmen yine de inkar edildi ve yaşama hakları devlet politikası gereği ellerinden alındı.
Onlar bir masal, bir öykü veya bir yanılsama değildiler. Kimilerince görmezden gelinse bile bir gerçekliktiler, öyle kaldılar ve kalacaklar da. Uruguay, Brezilya, Portekiz, Arjantin ve daha birçok ülkede yaşananlar, kuruluşundan beri faşist bir yönetim anlayışıyla var olan TC’de de yaşanmak zorundaydı ve yaşandı, yaşanıyor, yaşanmaya da devam edecek.
Arjantin’de 1976 yılında gerçekleştirilen faşist askeri darbe, bütün benzerlerinde görülen uygulamalara imza atarak aynı yolda yürümeye başladı. Baskı, işkence, kayıplar, sürgünler… Binlerce insan gözaltına alındı, zindanlara atıldı. Hamile kadınların doğumdan sonra çocuklarına el konuldu ve milliyetçi, muhafazakar bir eğitim görmeleri için bu düşüncedeki ailelere verildi. Esirlere, içlerinde uyuşturucu olan iğneler yapılarak uçaklardan okyanusa atıldılar. Bu şekilde yaklaşık olarak 30 bin insanın kaybedildiği düşünülüyor.
14 Nisan 1977 yılında 14 kadın, Arjantin yönetiminin gözaltında kaybedilen çocuklarının durumu hakkında kendilerine bilgi vermemesi üzerine cunta başkanı Videla’ya bir mektup vermek üzere Buenos Aires’te Plaza De Mayo’da toplandılar ve beklendiği gibi polisin şiddetiyle dağıtıldılar. Başlarındaki beyaz eşarp simgeleriydi. Askeri diktatörlüğe karşı çıkmaları ve cesaretleri nedeniyle onlara Mayıs Meydanı’nın Çılgın Kadınları veya Perşembe Delileri denildi. Birçokları devlet tarafından kaçırıldı, ve öldürüldü ama yine de geri adım atmadılar. Devlet annelere milletvekilliği, ev ve tazminat içeren rüşvet önerileri sundu ancak her biri onur, direniş ve cesaret simgesi olan bu yürekli insanlar, bu onursuz teklifleri reddettiler.
Her Perşembe günü Plaza De Mayo’da toplandılar ve isimleri ve eylemleri o meydanı aşarak dünyaya yayıldı. 1983 yılında Arjantin faşist cuntasının Falkland/Malvinas/Malounies adalarında İngiltere ile savaşmaya kalkışması, cuntanın sonunu getirdi. Ancak okuyucuya “ne kadar da garip benzerlik” dedirten bu savaş hakkında kısaca yazmak istiyorum.
Faşist cuntanın bu savaşı Arjantin’de kendine sol diyen Komünist Parti ve sendikalar tarafından desteklendi, çünkü Falkland/Malvinas/Malounies adaları “vatan” toprağıydı. Bir an için Arjantin’den TC’ye dönelim: Rojava'nın işgaline karşı ses çıkarmayıp devletleriyle aynı safta birleşen TC solcuları da aynı düşüncede değiller mi? HDP’den seçilip TİP’i kuranlar da “Kurdîstan’ı işgale son!” diye değil de başka topraklarda girişilecek savaşın ülkelerinde sorun olacağı kaygısından yola çıkmıyorlar mı? Ne de olsa İttihat ve Terakki kadroları TC’yi kurmadı mı? Ne de olsa Misak-ı Milli sağlam bir yapıştırıcı görevi görmüyor mu? Elbette ki gerçek “sol” kimliğini taşıyan diğer devrimci yapılar bu tanımın dışındadır ve ortak tarihimizin onurlu yoldaşlarıdır.
Falkland/Malvinas/Malounies savaşını kaybeden cunta devrildi yerine gelen sivil yönetim, görece cunta döneminin suç dosyasını açtı. Genelkurmay kayıplara ilişkin resmi özür diledi. Anneler vazgeçmediler. İnsan hakları örgütleri ve uluslararası kurumların destekleri eksik olmadı. Tarihe o ünlü sloganlarıyla geçtiler: “Nunca oldivar, nunca perdonar!”, “Asla unutma, asla bağışlama!”
Hasan Ocak 21 Mart 1995’te gözaltına alındı ve cesedi 15 Mayıs 1995’de bulundu. Bu kayıptan başlayarak bir grup insan genel anlamıyla devletin alıp kaybettiklerine tepki olarak 27 Mayıs 1995 tarihinde Galatasaray Meydanı’nda bir araya gelerek oturma eylemi başlattılar. Bir tarih böyle yazılmaya başlandı. 30. yılı dolan Cumartesi Anneleri eylemi en uzun soluklu sivil eylemlerden biridir. İstenilen adalet, ikna olacağımız bir sonuç alınana kadar bu eylem devam edecektir.
Cumartesi anneleri devlet görevlilerinin kaybettiği çocuklarını, çocuklarımızı istiyorlar. Çünkü o insanlar devletin zulmüne karşı çıktıkları için, daha adil, daha eşit ve daha özgür bir ülkede yaşamak istedikleri için devlet görevlileri tarafından işkence edilerek öldürüldüler. Bu adaletsiz ve hırsızlık düzeni devam etsin diye, kimse muhalefet etmesin diye öldürüldüler. Bu nedenle bu haklı ve sivil eylem yasaklar, baskılar ve zulümlerle karşı karşıya kaldı. Sahiplenenler bir avuç insandı. Ne genelkurmay özür diledi ne de devletin bu yönde resmi bir tavrı oldu. Erdoğan’ın dönemsel taktik gereği yaptığı bir kaç toplantıdan başka bir veri yok elimizde.
Ve kadınlar… Toplumsal değişimin ve dönüşümün tarihsel öncüsü olarak bu eylemde de cesaretin örneği oldular. Yılmadılar, geri adım atmadılar. Haklılık güçle desteklenmediği sürece, toplumsal kitlelerin zemininde yükselmediği sürece bir anlam ifade etmemektedir. Bugüne baktığımızda, kuruluşundan bu yana hunharca bir zalimlikten başka bir şey bilmeyen bu devletin sağlayacağı bir adalet, dönüşeceği bir demokratik düzen olmayacaktır. Çünkü gerçekleşecek değişim bu devletin yıkılıp başka bir devlet kurulmasını gerektirmektedir. Bir hayal, bir düş gibi gelebilir ama tarihsel gerçeklik göstermektedir ki çürümüş bir devlet geçici yamalarla ayakta duramaz, tarihini soykırımlara dayandıran bir devlet asla duramaz. Ozanın dediği gibi “Sana kutsal gelen bin yıllık çınar, fiske vuruşuyla yıkılır bir gün!”…
O güne kadar;
“Nunca oldivar, nunca perdonar!”
“Asla unutma, asla bağışlama!”