Jersey City’li genç polis memuru Peter Jablonski’nin bir anlık dikkatsizliği sonucunda çarptığı siyahi çocuk Brenton Butler’in fena halde yaralanmış bedeni karlarla kaplı olay mahallinin çok yakınında bulunan “Özgürlük Heykeli” manzaralı bir çukurun içerisine çarpışmanın yıkıcı etkisiyle birlikte olanca hızıyla savrulurken; Butler’ın kaza esnasında binmekte olduğu martılarla süslenmiş “ödünç” bisikleti ise darmadağın olmuş bir şekilde Jablonski’nin mavi arabasının altında adeta rehin olarak kalır.
Son zamanlarda izlemekten büyük keyif aldığım en rafine prodüksiyonlardan birisi olan Seven Seconds dizisi işte bu çarpıcı sahneyle açılır ve dizi boyunca yaşanacak yüksek gerilim konusunda izleyicisine yerine getireceğine kuşku duyulmayan muazzam vaatlerde bulunur. Ki bu diziyi izlemiş olanların çok iyi bileceği üzere o vaatlerin yerine geldiği sahneler asıl olarak dizinin son 2 bölümüne saklanmıştır.
Zira, içerisinde aynı zamanda bir nefret suçu olan “ırkçılığı” da barındıran bu korkunç kazanın asıl büyük hesaplaşması, bir tarafında adalet ve eşitlik için büyük bir irade ortaya koyan öfkeli siyahların konuşlandığı, diğer tarafında ise büyük çoğunluğu Jersey’li ırkçı polislerden ve onların ailelerinden oluşan sakin beyazların olduğu emektar bir mahkeme salonunda gerçekleşir.
Yargılama sonunda, son anda ortaya konan kritik kanıtlara rağmen New Jersey eyaleti’nin Peter Jablonski’ye karşı açtığı davada jüri, nefret suçu suçlamasında sanığı suçsuz bulur. Jablonski sadece kazayla ölüme sebebiyet vermekten suçlu bulunur ve 364 gün hapis cezasıyla bu işten bir şekilde sıyrılmayı başarır. Mahkeme yargıcının, başta jüri olmak üzere bu süreçte hizmetleri geçen herkese teşekkür ederek salondan ayrılmak için yavaş yavaş yerinden kalkmasının ardından, mahkemelerde geçen Amerikan filmlerinden sıklıkla aşina olduğumuz üzere; tok bir sesten çıkan “All Rise!” komutu ile o esnada mahkeme salonunda bulunan herkesten ayağa kalkması ve verilen bu karara saygı duyduklarını zımnen de olsa göstermeleri beklenir.
Açıklanan kararlardan son derece memnun olan polisler beklendiği üzere tam kadro olarak ayağa kalkarlarken, bir defa daha ayrımcılığa ve haksızlığa uğrayan Afro American yurttaşları ise, aralarında tek beyaz olarak bulunan ve bu süreç boyunca adaletin tecelli etmesi için savcıyla birlikte var gücüyle savaşan cesur bir dedektifle birlikte toplu olarak ayağa kalkmayı reddederek tüyleri diken diken eden müthiş bir protestoya imza atarlar. Ayrıca bununla da yetinmeyerek mahkemeden haklı olarak esirgedikleri saygılarını bu dava boyunca elinden gelen her şeyi yapan siyahi eyalet savcısı K.J Harper’a gönül dolusu göstermek için, savcı K.J büyük bir hayal kırıklığıyla salonu terk ederken hep birlikte sıra sıra ayağa kalkarak güçlünün değil, haklının yanında pozisyon alan savcıyı göz yaşlarıyla onore ederler.
Harika oyuncu performanslarıyla taçlanan nefis bir senaryodan sızarak ekranlarımıza konuk olan bu türden tarihi bir protesto gösterisinin gerçek bir Amerikan mahkemesinde daha önce yaşanıp yaşanmadığını bilmiyorum. Elbette İhtimal dahilindedir.
Ancak, yıllardır yaşadıklarıyla, sınandıklarıyla, maruz kaldıklarıyla ve son olarak uğradıkları siyasi soykırımla bu toprakların her daim siyahileri sayılan kadim Kürtler açısından bu türden etkili protestoların artık vaka-i adiye’den sayıldığını, tepeden tırnağa yürekten imal edilmiş bu haysiyet timsali insanların hayatlarının her alanının “All Rise!” komutuna rağmen ayağa kalkmayı inatla reddettikleri birer mahkeme salonuna dönüştüğünü, ırk ve mezhep birliği üzerine inşa edilen bu cumhuriyetin kurucu iradesi tarafından yıllar önce gözden ve en acısı da gönülden çıkarılmış olmalarının katlanılmaz bedelini ya da resmi cezasını hayatlarının hemen ensesinde alacaklı gibi küstahça volta atan” ölümle” ödemek zorunda kaldıklarını, içlerinde sınırlı sayıda bulunan ve doğru yerde değil, doğrunun yanında bulunduğu için de pek de alışık olmadığı üzere kendisiyle gurur duyan o beyaz dedektiflerden birisi olarak son derece iyi biliyorum, bilmekle de kalmayıp yaşıyorum ve işte o yaşadıklarımı da becerebildiğim ölçüde kağıda dökmeye çalışıyorum.
Ve yazıya dökülen o kağıtlarda, bu uzun satırların yazarının da onlarla birlikte bu adaletsiz, bu haksız, bu vicdansız düzeni protesto ederek ayağa kalkmayı inatla reddedenlerin arasına katıldığı yazıyor. Hatta bu reddedişle yetinmeyerek, her ne kadar Türk ve Sünni olması hasebiyle bu ırkçı yapılanmanın “ideal vatandaş” tanımına (en azından kağıt üzerinde) uyuyor olsa da, o ideal verilere uymayan malum “sakıncalı” yurttaşların üzerinden biçerdöver gibi geçen bu zorba düzenden haklı olarak esirgediği saygısını, Kürtlerle özdeşleşmesine rağmen içerisinde her ırktan, her dinden, her mezhepten ve sosyal sınıftan ezilenlerin, kimsesizlerin, yok sayılanların çığlığını barındıran bu tarihi dava boyunca ellerinden geleni yapan, bu direniş uğruna bedel ödemekten asla kaçmayarak önce özgürlüklerini, yetmedi hayatlarını ortaya koyan “siyahi” ön alıcılar önünde sıra sıra ayağa kalkarak onları hak ettikleri şekilde onore eden büyük kalabalıkların arasına karıştığını ve huzurlu olamasa da orada çok ama çok mutlu olduğunu yazıyor.