Avlunun beklediği Şengül’ün hiç beklemediği o an gelmişti. Sevinç çığlıkları arasında İsmail avludaydı ve herkes nasıl da mutluydu. İsmail ne kadar da değer görüyordu. Şengül ise odasında, tül perdenin ardında bir yabancı gibi avludakileri izliyordu. Korkuyordu, korkudan titriyordu. Dışarı çıkmalı mıydı? Yoksa ölmeli miydi? İki dağın arasında kalmak böyle bir şey miydi?Hele de duysalardı, bir duysalardı bu avluda, her biri bir yerlerinden tırnaklarını bıçağa çevirir, onu lime lime eder, öldürürlerdi. Sonun da çıktı avluya; ölü müydü, yoksa diri mi? Belli değildi.
Şengül’ün gözleri kederli, dipsiz bir kuyu, dudağında belli belirsiz bir gülümseme. “Hoş geldin İsmail, hoş geldin avluya” dedi. İsmail, bütün sevinçleri Almanya’dan buraya bir sadaka gibi göğsüne bastırmış gülüyor, ağzına dünya sığmış da kalanı avluya taşmış gibi. Çocuklar toplamaya kalksa bu sevinçleri günlerce tükenmez. Gece yatakta Şengül taze bir mezar, mezarın içinde bir tabut, tabutun içinde çırılçıplak bir ölüydü artık. Evet işte, şimdi emindi. Mahmut’u seviyordu, ruhu onun için, bedeni onun için çırpınıyordu.
İsmail mavi dallı bir elbise getirmiş, bir de telli bir tarak, küçücük ayaklarına rugan bir çift ayakkabı. Şengül bunları giyecek, boynuna Şirin’den kalma altınları takacak. O boyun ki Mahmut’un öptüğü, o boyun ki Mahmut’un okşadığı…İsmail’in nasırdan taş kesmiş işçi elleriyle okşadığı o boyun ki bir sıksa, hani bir an’lık can. İsmail okşuyor, boynunu öpüyor, Şengül’ün bütün canı boynunda…Yerin yedi kat altından çıkmış uzun, soğuk bir yılan gibi dolanıyor İsmail’in elleri, boynunda her an dilini çıkarıp ısıracak gibi, ”Bana bunu nasıl yaparsın” der gibi.
Şengül gidecek bu avludan, mavi dallı elbisesiyle hatırlanacak, biliyor ki bir daha asla dönmeyecek. Bir tek Mahmut’un sevdası var bu avluda. Aşkı burada bulmuş, bir insanı sevmeyi, canından can olmayı burada bu avluda keşfetmiş ve şimdi o avluda herşeyi bırakıp gidecek. Sevdiği o Mahmut’u, belki bir daha göremeyecek, bunun vermiş olduğu en derin kederlerle gidecek…
Pasaportlar çıkarıldı, uzun ve bir daha dönülemeyecek yol için hazırlıkları yapıldı. Şengül kendine ait, avludaki odasına ait, ne varsa her şeyini eltilerine dağıttı. Sanki savaş ganimetiydi, öyle kapıştılar her şeyi aralarında. Şimdi odasında bir tek Şirin’in çeyiz sandığı vardı. Yapayalnız, kimsesiz bir tabut gibi köşedeydi. “Hele bir el atta, göm beni” der gibiydi.
Bu sandık artık Şengül’ e ait olsa da hiç açmamış, hiç bakmamıştı içine. Şengül, ağır bir kederle çömeldi sandığın başına, açtı kapağını ve içeriye gülden sabun kokuları yayıldı.
Giyilmemiş gecelikler, kat kat havlular, iğne oyası renk renk tülbentler, kanaviçe işlemeler. Nasıl da itinayla dizilmişlerdi, her biri sahibini sorar gibi, sahibini arar gibi, öylecei koyun koyuna, yetim gibi bekliyorlardı.
Şengül özenle, her şeyi öpe koklaya çıkardı. Ablasının elinin izi vardı, her şeye dokunmuştu. Ablasının elini aradı. ”Kalk da tut elimden, yardım et bana abla” dedi.
Sonra sandığın en alt kısmında kırmızı bir kuşakla sarılmış , beyaz bir patiska gözüne ilişti. Düğümünü açtı, kat kat dört köşe, bir gül dalı. Nasıl incitilmek istenmez ise işte öyle.
Nazikçe açtı patiskayı. İşte o zaman avlu başına yıkıldı, gözleri karardı…Patiskanın katları içinde bir şey saklanmıştı. Şirin’in kızlık zarının kanı, bekaretinin mühürüydü…herkesin kör gözüne basacağı mühür.
Tanrım ne dehşetti. Şengül, iki yumruğuyla patiskayı öyle bir sıktı ki sanki o bezden kan akacaktı. İşte o zaman öyle bir bağırdı, öyle bir dehşetle ağladı ki avlu titredi.
” Affet beni abla , affet beni, affet ne olurrr “ diye patiskaya yalvardı, gözyaşlarıyla o kurumuş kanı ıslattı.
Kentin otobüs garındalar, birazdan başkente yol alacaklar, oradan da uçakla Almanya’ya….Bilinmeze doğru yol alacaklar. Birazdan asılacak bir idam mahkumunun son yaşam umudu içinde Mahmut’ u arıyordu gözleri. Nasıl da içine akmıştı sevdası, son bir defa görseydi de varsın oracıkta ölüverseydi. “ Ölüm Allah’ın emri de ayrılık olmasaydı” dedikleri bu olmalıydı.
İçinde depremler, birer birer duvarlarını yakıyordu. Gözleri hep yolcuların geldiği kapıya asılıydı. ” Seni seven gidiyor Mahmut, bir daha kim sever seni, benim sevdiğim kadar, seni Mahmut, kim avludaki ipi göze alacak kadar sever. Mahmut, son kez uzaktan da olsa, hele bir defa sefa gelsene, Mahmut uzaktan çok uzaktan bir görünsene, bu yaralı sineme yaslansana Mahmut. Mahmut ,ahh Mahmut…Sevgilim …“
Otobüs yavaş yavaş ilerledi Şengül’ün boynu kırılıncaya kadar, giriş kapısına baktı. Mahmut gelmemişti. Şengül ,bir savaş meydanında bütün uzuvlarını yitirmiş bir tek, gözleri kalmış kadar yaralanmıştı, kanıyordu.
İsmail’in kucağında Emre vardı. Bir elini Şengül’ün boynuna dolamıştı. Şengül’ün yanağına damla damla, sıcak gözyaşları dökülüyordu. İsmail, tuzlu yanaklarını silip öpüyordu.
” Her şey bitti, seni ben Almanya’da prensesler gibi yaşatacağım, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyeceğim…bitti bitti” diyordu…
Bir değil binlerce kilometre uzaklarda kalmıştı Avlu. Şengül’ün sevdiği adamla arasına yalnızca dağlar değil bir de ülkeler girmişti. Suyu başka su, kuşu başka kuş, insanı başka insan, lal olur dilin, hiçbir şey anlamazsın. Şengül de öyleydi, şimdi ayaklarını karnına dolayıp içine kapanmıştı. Sağ olsundu İsmail her şeyi ayarlamıştı. Kutu gibi bir ev, yeni eşyalar, çocuklara ait odalar, her şey ama her şey Şengül rahat etsin diye ayarlanmıştı. Sonra oturma odasında duvara asılı bir çift göz de vardı. Bütün ömürlerini izleyecek bir çift göz; Şirin’ in resmi. Nasıl da mahzun bakıyordu, nasıl da bir yanı yarım duruyordu…duvarın tam da ortasındaydı .
Geçmez dediğin günler de geçer, olur sana yıl, olmaz dediğin işler de olur, olur sana dert…sonra da çek babam çek.
Şengül bu gurbet ellerde bir oğlan çocuğu daha doğurdu. Zayıf, cılız benzi soluk fakat bir o kadar da güzel bir çocuk. İçinin acısındandı bu çocuğun bu kadar cılız doğması, içinin sırrındandı. İçini bir kurt gibi kemiren Mahmut’un aşkındandı. Beklemek, haber bile alamamak tanrım ne büyük, ne çekilmez bir acı, ne çaresiz bir azaptı.
Adını Şengül koydu bebeğinin; Eren dedi. ”Eren olsun…”
Varsın da bu dünyada bari o muradına ersindi. İsmail, gece gündüz çalışıyordu hem avlunun kahrı, hem Şengül’ün dünyadan elini eteğini çekmiş, bir köşede ölü mü diri mi, belli olmayan halleri ve bir de ona ulaşamamanın kahrı.
Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı durdu …Çocuklar da büyüdü, buranın suyuna, havasına, toprağına alıştılar. Sengül hiç çalışmadı. İsmail ona hiç kıymadı. Kafeste bir güvercin gibi, içiyle hamurdandı durdu…İsmail köydeki kardeşlerine büyük, yeni bir ev yaptırdı. O gurbet ellerde iken anası öldü, teneşire zor yetişti…
İsmail avludan döndüğü zaman ne kadar da üzgündü. Şengül bu adama sadece acıyordu. “Keşke İsmail onu bu kadar sevmeseydi, ona kötü davransaydı da, içi bu kadar yanmasaydı, keşke . İşte o zaman bu kadar vicdanı olmayacaktı.” İyi bir insandı, fedakardı, iyi bir babaydı, hal böyle iken Şengül de Mahmut’tan sonra bir türlü İsmail’i sevememişti.
” Bir haber, bir haber diye can veriyordu “ içinden. ”Avludakiler nasıl? ” diye sordu Şengül.
Herkes iyi ve sağlıklıydı, avludakiler çoğalıyordu, yakında yeni ,büyük evlerine taşınacaklardı. Avlu kaç kuşağa göğüs germişti, yavaş yavaş kendiliğinden doğaya yeniliyordu, yıkılıyordu…geçici olan her şey gibi avlu da gidiyordu. Dağdan bayırdan, köylülerden bahsetti sonra Mahmut, dedi. ”Mahmut da cenazedeydi….Hatırlı bir karısı var, epeycede hizmet etti gelip gidene. Allah bağışlasın iki de kızı olmuş.”
İşte o anda bir bıçak kalbinin orta yerine nasıl saplanırsa öyle oldu Şengül, nefes alamadı. İçinde, taa yüreğinde, küçük bir kuş uçtu, havalandı, uçtu da uçtu…taa arşa vardı ve sonra nefesi, gücü yetmedi de bıraktı kendini boşluğa…bir düştü ki sivri kesik taşlara değdi, orada, o taşların üzerinde kanını bırakıp paramparça oldu…
Gece uzun, gece karanlık, gece uykusuz, gece ölümün son dakikası, gece tutuşmuş cayır cayır yanıyor…Bir Allah’ın kulu yok ki sondürsün. Birini sevmek nasıl bir acıydı ,ölüm ki yanında küçücük bir zerre bile değildi. ”Mahmut, Almanya’ya gelecekmiş, oralarda geçim zormuş, İsmail de elinden ne geliyorsa yardım edecekmiş. Ne de olsa avlunu üzerinde emeği varmış…”
Şengül viran olmuş bir bahçe …Hiç bir acı benzemiyor ki aşk acısına. “ Kalk dizlerim, yüreğime el at, hadi kalk,kaldır onu kaldır” diyor içinden. Şengül’ün içi güvercin inlemesi.
” Keşke İsmail, bu kadar iyi olmasaydı, ahh keşke…”Mahmut da geldi sonunda. Bir Balkan ülkesindeydi ve İsmail gidecek, onu arabasıyla sınırdan geçirecekti… İsmail yeni, yepyeni hayallere daldı. “Mahmut,uzaktan bir akrabası olarak ona, burada can yoldaşı olacaktı, ona iş bulup ev tutacaktı , her şeyiyle ilgilenecekti, oturum aldıracak, sonra Mahmut’un karısını getirip o da Şengül’ün yalnızlığına ,durgunluğuna derman olacaktı…”
Mahmut’la insan tacirlerinin belirttiği adreste buluştular. İsmail sevinçten çığlık atarak Mahmut’a sarıldı. Ne sarılıştı o öyle, Mahmut’un kemikleri çatırdadı.
Arabayla en zor sınırları aştılar, Almanya sınırları içindeydirler şimdi. Arabada ağır bir müzik çalıyordu…Tıpkı kaderleri gibi yaslı bir aşk müziğiydi…
Nerden bilirdim ki şu derin sevda / Edecek beni mecnun / Gönlümü bir cehennem yapacak
Gözlerimi Ceyhun nehrine döndürecek/ Ben nereden bilirdim ki bir sel/
Ansızın beni kapacak, sürüp götürecek/ Bir gemi gibi uçsuz bucaksız
Bir kan denizinin ortasına atacak/ Dalgalar vuracak o gemiye de / tahta- tahta ayıracak
O denizin çeşit çeşit dönüşleriyle her tahta dibe batıp gidecek
Fakat bir timsah var, başını çıkarır da / o denizi içer sömürür/ öylesine dipsiz ,kıyısısız deniz
Bir çöl gibi susuz kalıverir/ şu değişimler meydana çıktı mı; çıktı
Ne çöl kaldı , ne deniz/ Nasıl oldu ,nereden bileyim ben ;
Nasıl niteliksiz âlemde garkoldu gitti. Birçok nebileylerim var ,fakat bilmiyorum ben.
Ağzımı yumdum çünkü/ o denizde bir avuç afyon yuttum ben
( Devam edecek)