Nekrofili bütün dünyada cinsel yönelim bozukluğu olarak tanımlanır. Bu tür hastalar, ölü üzerinden sapkınlıklarını dile getirirler. Kimi araştırmalara göre seri katiller aynı zamanda birer nekrofilidirler. Mitoloji de epey örnek vardır. Tarihsel bir kökeni var mı? Araştırmadım. En eski kaynak olan Heredot, bu meseleyle ilgilenir. Heredot’un verdiği bilgilere göre güzel kadınlar, on iki gün sonra mezarcılara teslim edilirdi. Bir de örnek: Pariandre, Melisssa’nın ölümden sonra da evliliklerini sürdürürler!
Sanat ve edebiyatta konuya yabancı değildir. İtalyan ressam (1845- 1911) Pietro Pajetta’nın The Heart (Nefret, 1896) tablosu, Salvador Dali’nin (1904- 1989) Nekrofilik Bahar (1933) ilk akla gelen tablolardır. Edebiyatta da örnekler vardır; ilkokuldan itibaren okuduğumuz Ömer Seyfettin’in Beyaz Lale (1912) hikâyesinin kahramanı nekrofilidir. Hikâyenin kahraman Türk değildir: Radko Balkaneski adlı bir Bulgar’dır, kötü biridir, Büyük Bulgar İmparatorluğu’nu inşa etme derdindedir. Türk topraklarına göz dikmiştir. Doğasıyla kötü olan ne varsa onun şahsında kişileştirilmiştir. Radko, Serez’i ele geçirmiştir. Şehrin en güzel kızını kendine almıştır, diğer kızları askerleri arasında pay etmiştir; askerler, kızları süngüler, tecavüz eder. Dahası da vardır, bu kötü adam, Serez’in cehennem gibi yanan fırını önünde kadınları toplar. Onların ölümünden zevk alır. Seyfettin, zalimliği katmerli şekilde anlatmak için şunu söyler: “Kebap yapılacak kestaneleri nasıl çatlamasın diye yararlarsa, o da fırında yakacağı adamın vücudunu yarardı. Yarılmamış adam çabuk yanmazdı. Radko, onun manzarasından ziyade kokusunu severdi.”
Daha çok örnek çıkartabilirim ama bu kadarı da yeterlidir. Bu örnekleri vermedeki amacım giderek nekrofil topluluğa dönüştüğümüzdür. Bir dil ki, yanında durma imkânımız bile bitme aşamasına gelmiştir, bir dil ki yaralayıcı bile değildir… Bir dil ki, çocukların yanında çıktığı an, zehir kusmaktadır.
Kasım ayı boyunca neye uğradığımızı şaşırdık; gelişmeler o kadar çok hızlıydı ki, aklımızı peynir ekmekle yedik. Beyoğlu’nda patlama sonrasında “bir gece ansızın” Türk savaş uçakları Rojava’yı bombaladı. Aynı saatlerde sosyal medyada da bir bombalama başladı. Zaten ölü ve yaralı görünce yardım etme yerini fotoğrafını paylaşıp hemen takipçileri memnun etmek gibi bir derdimiz de var artık. Askeri olan bir harekatın, siyasal ve sosyal olarak karşılığı da hemen bulundu. Herkesin ölüsünün kıymete bindiği zamanda Kürtlerin ölüsü ve dirisi de bu kaostan payını aldı.
Kürtler söz konusu olunca, isteyen istediğini söyleme hakkını kendinde görüyor; yasalarda Türklüğe hakaret diye bir şey vardır ama Kürtlere hakaret diye bir şey söz konusu edilmez. Bugüne kadar Kürtlere ve Kürtlüğe hakaret edip mahkeme edilen bir tek örneğe rastlamadım. Aynı şey Ermeni, Rum ve Yahudiler için de geçerledir. Bunlara isteyen istediğini söyler. Hem siyasette, hem sanatta hem medya da isteyen istediğini Kürtlere söyleyebilir; söylerken şu da önemle belirtilir: Teröre bulaşmış, teröre bulaşmamış.
Ne demektir bu?
Bulaşmak, ne demektir?
Bulaşmak her koşulda kirliyi ifade ediyor; bulaşmak, “temizim” tezini işliyor; bulaşmak, benim dışımda her şey, herkes kirlidir anlamına geliyor; bulaşmak!
Elbette bulaşmak ben kendimi senle temize çekiyorum gibi bir anlamda içeriyor ama bunu söylemek için de suçlu duruma düşüyor insanlar…
Bir şiddet dili var. Yasa koyucunun ve bizi idare edicilerin dili ve dildeki şiddet göz ardı ediliyor. Çok örnek vardır, bunlardan bir tanesi üzerinde durmam gerekiyor… Bugünlerde bu örnek bir can simidine dönmüş, herkes bunu söylüyor: Ölüsüne, dirisine…
Bu küfür politik dilin tercihi oldu. Bir parti başkanı bu küfrü bir erdem olarak sundu ve bir hayli abarttı, bir konuşmasında şunu söyledi: “Ölünüzü dirinizi, her gün birinizi” dedi.
Elbette söylenen sözün söylendiği yer bir “savaş” sırasıydı, ölüm kalım sırasında belki bu küfrün bir yeri vardı ama Türklük üzerinden hareket eden birinin bunu söylemesinin yalnızca siyasetle ilişkisinin olduğu da düşünülemezdi.
Ölüsünü ve dirisini, siyasal olarak bir çözümleme, askeri olarak bir emir ya da bir buyruk içermediği ortadadır; dahası din kültürü açısından ölüye ve diriye karşı böylesi öfke/ eylem bir ifade söz konusu olamazdı. Dinlerde düşman vardır. Uluslarda düşman vardır. Ancak ölüye bütün uluslar saygı duyar. Bergamalılar, öldürdüklerinin mezarlarını yaparlardı. Eski Moğollar, öldürdüklerini başlarını koyacakları yastık diye düşünürlerdi. Savaştığımız kimse, elbette düşmanımızdır ama ölünce, artık Azrail’in elini yıkadığı biridir. Mezardan geçerken bir Fatiha okuruz; Fatiha okurken, mezarda bizim ölümüz diye bir ayrımımız olmaz, böyle bir kültürümüz vardır.
Ölüsü ve dirisi denilirken, sonraki fiil de dikkat çekiyor; elbette, fiil ağza alınmayarak, bir ahlak üretiliyor, elbette, bu küfre kulak veren her kes bu vahşet saçan eril dilin, devamını getiriyor… Twitter’da bu söz yazıldığı zaman maksat, akla hayale gelmeyecek ölçekte, öyle bir altı dolduruluyor ki!
Birçok küfürde olduğu gibi bu küfürde de kendini yüceltme vardır; siyaseten yüce ama bu dil aynı zamanda bir çöküntü anlamına da geliyor. Bitmişlik. Tekrar etmem gerek: Küfür yalan gibidir, karşılığı yoktur. Sadece gürültü koparma, salt bir an kendini var etme, bir alkış alma, birilerini galeyana getirme… Bir arkadaşım vardır, çok yalan söyler ama arkadaşımın yalanlarını çok severim; tarihten, felsefeden, edebiyattan, kendi kişisel hayatından o kadar çok yalan söyler ki dinleyen aklını yer. Bir gün onun yalanlarını yazmam gerek. Çok severim bu yalanlarını, zavallı arkadaşım, kendini söylediği yalanda yaşatır, orda mutlu olur, bir anlığına, içim acır… Neyse!
Burada küfür edilen, bir terörist değildir. Burada siyasette, savaşta, haklı ve haksızlıkta söz konusu değildir, bir tek şey vardır: Beden!
Bu küfürle, kendi bedeni, söylemeye gerek yok, bir beden değildir, savaş aracıdır; ölüsüne, dirisine dedikleri kimselerde silahla ya da bombayla yok olacak kimseler değillerdir; burada bedene karşı yalnızca bir şiddet de söz konusu değildir, arzu (ölü, diri), ihtiras (her gün birinizi), çokça karmaşık duygular temsil edilmektedir. Normal bir ruh hali değildir. Bunu söyleyenlerin özel hayatlarını deşmek gerek mi bilmiyorum. Bunları söyleyen kimselerin hayatları var mıdır?
Pietro Pajetta’nın Nefret, tablosunda nektrofili, bir zamanlar sevdiği biridir ve zamanında bir araya gelmemişlerdir. İtilmiş bir erkeklik, kabul edilmeyen birinin ruh hali vardır. Kuyu filmi de anlamda çarpıcıdır. Kadın, “pavyona” düşer ama ona deli gibi aşık olan adama gülmez bile ve sonuçta kadın, ondan kurtulmak için onu öldürür. Nefret, anlamlıdır… Nefret sevginin tersi bir durumdur bazen; Freud’un buna “ego” dediğini hatırlıyorum, hatta nefretin, sevgiden bile eski bir tarihçesi vardır: Ego, kendini korumak ister hep, bu yüzden saldırır, öfke duyar, çok acınasıdır. Nefret etmek için, yürek gerekledir. Öyle herkes nefret edemez…
Burada, ölüsüne dirisine denilen karşı taraf- terörist dişil bir bedene dönüştürülmüştür ve karşıdaki yasa/ yetkili, karar verici, güçlü ve merci olan tek bir şeydir: Erkek!
Erkek, burada şunu yapıyor, suçlu saydığını, suçundan dolayı değil, hukuktan arındırıyor ve ona, “şahsi”, kendi bedeni içinde bir cezayı reva görüyor.
Buradan bir erkeklik, üretiliyor; erkek, tehdit eden, ölüsüne dirisine, her gün birisine uzanan ve koşulda kendindi saklayan- örtbas eden bir uzamdır ve bu uzamda, ölüye ve diriye, her gün birine giden yol, bir girdaptır; yaşamak için ve kazanmak için ölüye, diriye… Bunu söyleyen bir kişinin, doğrusu bunu söyleyen bir ruh halinin, Ömer Seyfettin’in kahramanından bir farkı var mıdır acaba?
Ancak bir ilişki de vardır; ölü ya da diri, bir arzu nesnesidir ve bir tiksinti öğesidir; terörist, ölü ya da diri denilerek bir yanda arzu ediliyor, diğer, biri biterse, her gün biri arayışına kadar götüren, erkeğe, erkekliğini vaat eden bir şeye dönüşüyor. Terörist doğal olarak burada dişi olandır, buna karşı duyulan nefrette bile bir arzu vardır; ölü ya da diri ayrımı yapmayan, her gün biri diyerek bir arayış içinde olmak, narsistik bir krizin de çok ötesindedir. Bir yanda haz alıyor, diğer yandan acı; haz alıyor, “her gün biri” diyor, acı çekiyor, iğreniyor… Kendinden mi yoksa her gün, ölü ya da diri fark etmez kurbandan mı? Ya da biri bize şu terörizmden bizi kurtarın dese ve biz ona şunu desek: Ölüsünü dirisini… Ya da biri bize dese senin ölünü de dirini de…
Bu sözü toplumda güçlü yapan, siyasettir. Siyaset burada bir ahlak mı öneriyor, böyleyse işler fenadır. Ölüyle işi olan birinin kim peşinden gider… Burada terörizm denilen artık her ne ise o da dışlanıyor. Çözüm yolları tıkanıyor.
Teröristin burada kimliği ve eylemi de dışta kalıyor; terörist, burada bir kişi değildir; ölü ya da diridir; murdar edilen, her murdar eden tarafından, sonraki gün yenisi, aynısı, hatta benzeri aranan bir ruhtur. Bunun savaşla, teröristle bir ilgisi yoktur. Söyleyenin kişisel bunalımı, özel hayatıyla ilgilidir; hâkim ve savcılardan çok, mesele tıbbidir, psikiyatr doktorları meseleye el atmalıdır… Yazıktır.