Birinci Dünya Savaşı sonrası, Almanya ile 18 Haziran 1919’da Versailles, 10 Ekim 1919’da Avusturya ile Saint Germain ve Bulgaristan ile de 27 Kasım 1919’da Neully antlaşmaları imzalanmıştı. Böylece Birinci Dünya Savaşının kaybeden devletlerinden Osmanlı devleti dışındaki devletlerle harp sona erdirilmişti. Osmanlı Devletiyle savaş fiilen olmasa da hukuken devam ediyordu. Lozan Barış Konferansı, itilaf devletleri (İngiltere, Fransa ve İtalya) ve müttefikleri Yunanistan, Japonya, Romanya ve Sırp, Hırvatistan ve Slovenya Krallığı ile Büyük Millet Meclisi Hükümeti arasında yapılacaktı.
Lozan Barış Konferansı anlaşmayla sonuçlandığı takdirde; Birinci Dünya Savaşını hukuken sonlandıracak, Osmanlı Devletinin ortadan kalktığını ve yerine yeni Türk devletinin kuruluşunu dünyaya ilan edecek bir anlaşma olacaktı. Böyle bir konferansta Ankara Hükümeti, yedi devletin murahhaslarına (delegelerine) karşı bir mücadele yürütecekti. Bu nedenle Türk tarafı için, Lozan’a gidecek delegelerin ince elenip sık dokunması gerekiyordu.
Lozan Konferansında Türk tarafının temsili sorunu
Mudanya Mütarekesi 11 Ekim 1922’de imzalandı. Mudanya Mütarekesinde sulh konferansı toplanması kararlaştırılmıştı. İstanbul Hükümeti, Mondros sonrası barış konferansında etkin olmanın yollarını arıyordu. Bunun için son Sadrazam Tevfik Paşa, 17 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf göndermişti. Telgrafında Ankara’nın barış konferansında İstanbul Hükümetinin yanında yer alarak, “son görev”ini ifa etmesini beklediğini ima ediyordu.[1] Mondros Mütarekesinden, Mudanya Mütarekesine kadar gelişen bunca askeri ve siyasi olaylara rağmen, 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde yapılan Sivas Kongresi’nde alınan kararların 2. maddesindeki “ …Hilâfet ve Saltanat yüce makamının dokunulmazlığı için Kuvâyi milliye’yi etkili ve millî iradeyi hâkim kılmak esastır” hükmü, Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’da bu şekilde beklenti yaratmış olsa gerekti. Bunun yanı sıra İstanbul’daki hükümetin de barış konferansına çağrılacağı bilgisi veya tahmini, Osmanlının son sadrazamını böyle bir arayışa itiyordu. Nitekim İtilaf devletlerinin İstanbul’daki temsilcileri, 17 Ekim 1922 günü hem Ankara ve hem de İstanbul hükümetlerini, 13 Kasım 1922’de Lozan’da toplanacak barış konferansına davet ettiler.
Konferansa iki başlı gitmek, bir yerde Ankara Hükümetinin kendinin verdiği mücadelenin inkârı olacaktı. Mustafa Kemal, İstanbul’daki Hükümetin konferansa davet edilmesi karşısında kesin tavır almıştı: “Şimdiye kadar harbi, sulhu Türkiye Büyük Millet Meclisi idare etmiş ve neticeye götürmüştür. İstanbul Hükümeti bunun karşısında yalnız olumsuz, yalnız zarar verici bir mevcudiyet almıştır. Şimdi konferansta müttefikler, aynı vazifeyi [sulh görüşmelerini] İstanbul Hükümetine yaptırmak istiyorlar. Buna müsaade edemeyiz, müsaade etmemek lazımdır. Bütün kudret Büyük Millet Meclisinin elinde olduğu gibi, bütün salahiyet ve geleceğe ait kararlar, tebliğler de onun elinde olmak lazımdır.”[2]
Bu iki başlı temsilin kesin çözümü, saltanatın kaldırılmasıydı. Dr. Rıza Nur ve arkadaşları, saltanatın kaldırılması için Meclise önerge verdiler. 1 Kasım 1922 tarihinde saltanat ve hilafet ayrılarak, saltanat kaldırıldı. Böylece Türk tarafının Lozan Barış Konferansında iki başlı temsili sorunu sona ermiş oldu. Nitekim müttefik devletler (İngiltere, Fransa ve İtalya) fevkalade komiserleri, Büyük Millet Meclisi (BMM) Hükümetinin İstanbul’daki temsilcisine İstanbul’daki hükümetin lağvolunması üzerine, konferansa yalnız Millet Meclisi Hükümetinin davet edildiğini bildirdiler.[3]
Konuyu bağlarken aşağıda kendisinden genişçe söz edeceğimiz Dr. Rıza Nur, Mustafa Kemal’in Cumhuriyetin ilan edilmesinden övünç payı çıkarmasını “Cumhuriyet benim padişahlığı ilga eden takririmle benim tarafımdan yapılmış” diyerek eleştirdiğini belirterek geçelim.[4]
Lozan’a gidecek murahhasların (delegelerin) seçimi
Mustafa Kemal, Lozan Barış Konferansına gidecek murahhas heyetinin başında İsmet Paşa’nın olmasını istiyordu. Mudanya Mütarekesinde Ankara’yı temsil eden İsmet Paşa’yı başarılı buluyordu. Birlikte yola çıktığı silah arkadaşları Ali Fuat ve Kazım Karabekir paşalar ve Rauf Orbay ile saltanata son verilmesi konusunda düşünce ayrılığına düşmüştü. Doğal olarak Lozan’a gidecek heyetin başında çok güvendiği birinin olmasını istiyordu. Mustafa Kemal, düşüncesini İsmet Paşa’ya açtığında, İsmet Paşa “Hükümet var, Hariciye Vekili var vazife onlarındır” diye itiraz etse de Mustafa Kemal kararlıdır. Bu düşüncesini Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’e de açmış ve onun da onayını almıştı. Mustafa Kemal “Nutuk”ta murahhas seçimi öncesi gelişmeleri şöyle anlatıyor:
“Bir yandan da Bakanlar Kurulunda, Mecliste ve komisyonlarda barış konferansına gönderilebilecek delegeler heyeti söz konusu oluyordu. Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve Sağlık Bakanı bulunan Rıza Nur Bey gidecek delegeler heyetinin tabii üyeleri olarak görülüyordu. Ben, bu konuda daha kesin bir görüş ve kararımı tespit etmemiştim. Ancak Rauf Bey başkanlığındaki bir heyetin bizim için hayati önemi olan bir konuda başarı kazanabileceğinden emin olamıyordum. Rauf Bey’in de kendisini zayıf görmekte olduğunu hissediyordum. Müşavir olarak İsmet Paşa’nın yanına verilmesini teklif etti. Bu teklifle ilgili görüşümü belirtirken, ‘İsmet Paşa’dan müşavir olarak elde edilecek yarar sınırlıdır. İsmet Paşa bakan olursa kendisinden azami ölçüde yararlanabileceğine ben de inanıyorum’ dedim. Bu nokta üzerinde uzun boylu görüşülmedi. Ondan sonra Rauf Bey, delegeler heyetine kimlerin gireceği konularına devam ettiler… İsmet Paşa’nın delegeler Heyeti Başkanı olabilmesi için daha önce Dışişleri Bakanı olmasını uygun gördüm. Bunu sağlamak için doğrudan doğruya Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’e özel ve gizli olarak yazdığım şifreli telgrafta, ‘kendisinin Dışişleri Bakanlığından çekilmesini ve yerine İsmet Paşa’nın seçilmesini, bizzat yardımcı olmasını’ rica ettim. Ankara’dan hareket etmeden önce, Yusuf Kemal Bey, bana ‘Delegeler Heyeti başkanlığını en iyi İsmet Paşa’nın yapabileceğini’ söylemişti. Yusuf Kemal Bey’den, kendisine bildirdiğim ricamı yerinde bularak gereğini yerine getirmeye çalıştığını bildiren bir cevap aldım.”[5]
İsmet Paşa’nın hatıralarına göre, Kâzım Karabekir Paşa da murahhas olarak Lozan’a gitmek istiyordu. Bu düşüncesini İsmet Paşa’ya açıyor. İsmet Paşa’ya bir gün önce “Askerlerin barış konferansına gitmemesi gerektiğini” söylüyor. İsmet Paşa’nın, Kazım Karabekir’e sözünü hatırlatması üzerine, “Ama mesele mühimdir” diye cevap veriyordu.
Mustafa Kemal, murahhas heyetinin başında İsmet Paşa’nın olmasında kararlıdır. Hariciye vekili Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk), Mustafa Kemal’in isteği üzerine istifa ederek, İsmet Paşa’yı hariciye vekilliğine önerdi. Böylece İsmet Paşa BMM tarafından Hariciye Vekili olarak seçildi.
Lozan’a gidecek delegelerin seçimi, BMM’de yoğun tartışmalara neden oldu. Lozan Barış Konferansına gidecek delegelerin, bizzat meclis tarafından mı yoksa hükümet tarafından mı seçileceği, esaslı bir tartışmaya neden olmuştu. Kuvvetler birliğini esas alan ve bu nedenle yasama, yürütme ve yargı yetkisini elinde bulunduran BMM, böylesine önemli bir konuda yetkilerini üç kişilik delegeye bırakmak istemiyordu. Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey ile Lazistan Mebusu Ziya Hurşit’in de içinde olduğu 17 mebus, 2 Kasım 1922 tarihli celsede bir önerge vererek; “1- Lozan’a gidecek delegelerin, meclisten ve meclisin mutlak çoğunluğuyla seçilmesini, 2- Delegelerden ikisinin imza yetkisi olmasını, fakat delege sayısının dokuza çıkarılmasını ve oylamalarda delegelerin eşit olmasını, 3- Bu delege heyeti ile vekiller heyetinin birlikte ihtisas sahibi kişilerden yeterli miktarda danışman seçilmesini ” talep ettiler.[6] Bununla yetinmeyip, örnek olarak; Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey ve Trabzon Mebusu Hafız Mehmet Bey gibi, meclisin tüm üyelerinin konferansa katılmasını isteyenler de vardı. Onlara göre siyaset âleminde de zafer kazanmak için bu zorunluydu.[7]
Muş Mebusu İlyas Sami Bey, Ziya Hurşit ve arkadaşlarının önergesindeki, meclisten gidecek imza yetkisi olan ve olmayan delegeler ayrımını eleştirerek; imza yetkisi olmayan delegelerin, imzaya yetkili delege heyetini murakabe eden bir heyet olarak değerlendirip karşı çıkmıştı.[8]
Hariciye Vekili olan İsmet Paşa ise “Bizim bir delege heyetimiz olacak. Bu heyetin tümü meselemizi tamamen kavramış, söz konusu olan ve önüne gelen her meseleyi derin bir incelemeden sonra birlikte mesai yapılarak ve düşünce birliğine varılarak, aralarında asla düşünce ayrılığı olmayacak ve bunu bütün dünyaya sızdırmayacak bir heyet lazımdır… Delege heyeti arasında ve heyeti murakabe eden böyle bir aracıya ihtiyaç yoktur. Esasen murakabe heyeti, delegelerin mesuliyetini hafifleten bir iştir… Hâlbuki bu mesuliyetin ağır olmasına ihtiyaç vardır. Danışma heyetinden tamamıyla yararlanan azami bir sorumlulukla karşınıza gelmelidir” diyordu.[9]
Sonuçta barış konferansına gidecek heyet başkanlığına ittifakla İsmet Paşa, Trabzon Mebusu ve Maliye eski Vekili olan Hasa Bey (Saka) 152 ve Sağlık Bakanı ve Sinop Milletvekili Rıza Nur 122 oyla üyeliklere seçildiler.[10]
Lozan Barış konferansına götürülecek danışmanlar ise şu isimlerden oluşmuştu:
Münir (Ertegün; Hariciye Vekâleti Hukuk Müşaviri
Muhtar (Çilli), Eski Nafıa (Bayındırlık) Vekâleti Müsteşarı
Veli (Saltık), Burdur Mebusu
Zülfü (Tigrel), Diyarbakır Mebusu
Zekai (Ayaydın), Adana Mebusu
Celal (Bayar), Bursa Mebusu
Şefik Başman, Maliye Teftiş Heyeti Reisi,
Seniyettin Başak, İstanbul Evkaf Hukuk Müşaviri
Şevket (Doğruer), Yarbay, Milli Müdafaa Bakanlığı Deniz Dairesi Müdürü
Tevfik (Bıyıklıoğlu), Kurmay Yarbay
Tahir (Taner), Adliye Müsteşarı, Ceza Hukuku Profesörü
Nusret (Metya), Hariciye Vekilliği İkinci Hukuk Müşaviri
Hikmet (Bayur), Hariciye Vekilliği Siyasi İşler Müdürü
Zühtü (İnan), Yüksek Ticaret ve İktisat Okulu Profesörlerinden
Fuat (Ağralı), Maliye Vekilliği Muhasebat Umum Müdürü
Mustafa Şeref (Özkan), Eski nazırlardan
Şükrü (Kaya), Mülkiye Müfettişi,
Hamit (Hasancan), Kızılay İkinci Reisi
Cavit, eski maliye bakanlarından
Hayım Naum, Yüksek Mühendis Okulu Fransızca Öğretmeni
Baha, Adliye Vekilliği Mezhep İşleri Müdürü
Basın Müşavirleri:
Ruşen Eşref (Ünaydın), Yazar,
Yahya Kemal (Bayatlı), Üniversite Öğretim Üyelerinden
Genel Sekreter ve Müşavir:
Reşit Saffet (Atabinen), Şurayı Devlet Azası
Mütercim:
Hüseyin (Pektaş), Robert Kolej İkinci Müdürü
Kâtipler:
Ali (Türkgeldi), Hariciye Vekilliği memurlarından
Mehmet Ali (Balin), Hariciye Vekilliği memurlarından
Cevat (Açıkalın), Hariciye Vekilliği memurlarından
Celal Hazım (Arar), Hariciye Vekilliği memurlarından
Saffet (Şav), Kızılay Umumi Merkezi memurlarından
Süleyman Saip (Kıran), Hariciye Vekilliği memurlarından
Rifat, Eski Hariciye memurlarından
Dr. Nihat Reşat (Belger), Paris Basın Temsilcisi[11]
Barış konferansına gidecek heyet başkan ve üyeleri ile danışmanlar üzerinde teker teker durmaya gerek yoktur. Ancak delege ve aynı zamanda birer fenomen olan Rıza Nur ile Kürtleri temsil ettiği değerlendirilen, Diyarbekir Mebusu Zülfü Tigrel üzerinde durmak gerekir.
Kendine özgü bir Türk ırkçısı: Dr. Rıza Nur
Sıhhiye ve Maarif vekillikleri yapmış, Hariciye Vekilliği vekâletinde bulunmuş, Sovyetler Birliği ile Ankara Hükümeti arasında varılan antlaşmaya delege olarak katılmış ve önemli rol oynamış Dr. Rıza Nur’u, benim kuşağım da içinde olmak üzere yeni kuşaklar pek tanımaz. Lozan’da da delege olarak çok önemli roller yüklenmiş biriydi. Lozan Antlaşmasının imzasından sonra, Lozan Antlaşmasını onaylayacak Kanun tasarısının 23 Ağustos 1923’te BMM’de yapılan görüşmeleri sırasında İsmet Paşa, ondan övgüyle söz ederek şunları söylemişti: ”…ve bilhassa murahhas olarak birlikte çalıştığım Dr. Rıza Nur Bey’i tevkirle (saygıyla) yâd etmek isterim.”[12] Bu derece övülen ve Moskova ve Lozan antlaşmalarına önemli katkıları olmuş Dr. Rıza Nur, İsmet Paşa ve Mustafa Kemal ile kavgalı oluğu için, Türk resmi tarihi tarafından bilinçli şekilde unutturuldu.
Rıza Nur’un İsmet Paşa ve Mustafa Kemal ile olan kavgalarını, üç cilt olarak yayımlanan anılarından öğreniyoruz. Dr. Rıza Nur’un anıları, Prof. Dr. Orhan Cahit Tütengil tarafından British Museum’da bulunmuştur. Rıza Nur, anılarını ve ekli belgeleri, ölümünden yirmi beş yıl sonra yayınlanmak üzere, birer nüsha olarak Britishe Museum ve Paris’teki kütüphaneye bırakmıştı. Kitap asıllarına uygun olarak ve olduğu gibi ilk kez 1967’de Altındağ Yayınları tarafından dört cilt olarak yayınlanmıştır. Yayınlanan bu eser yasaklanmıştır. Bu yasaktan sonra Rıza Nur’un Hatıratı, Abdurrahman Dilipak tarafından konularına göre düzenlenerek, üç cilt olarak İşaret Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Birinci cilt, “Hayat ve Hatıratım 1-Rıza Nur Kendini Anlatıyor”, ikinci cilt “Hayat ve Hatıratım 2- İnönü Kavgası” ve üçüncü cilt ise “Hayat ve Hatıratım 3-Atatürk Kavgası” adlarıyla yayımlanmıştır.[13]
Dr. Rıza Nur, hatıratını niçin yazdığını şöyle açıklıyordu: “Hayat ve hatıralarımı yazıyorum. Sebebi maddi kazanç olmadığı gibi adımı ebedi kılış gibi manevi menfaat ve hodgâmlık da değil. Bunlardan ne çıkar? Benim gibi maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi menfaatlerden ve hodgâmlıklardan müstağni (elinde olanla yetinen), filizof yaratılışlı bir insan için bunlar bir hiçten ibarettir. Bende yalnız ölünceye kadar Türke ve ilme hizmet hırsı var. Dünyada yaşadım; yaşamak vazife ve borçlarımı ifa etmek zaruretini bilenlerdenim o kadar…”[14]
Rıza Nur, hatıralarını yazarken yöntem olarak her şeyi olduğu gibi vermeyi seçmiştir. Şahsıyla ve yaşadığı olaylarla ilgili anlatımlarında sansür yoktur. “Kaç babayiğit benim gibi yazar?” diye sorduktan sonra, cinsel dürtülerine, aile yaşamında karşılaştığı olumsuzlukları olduğu gibi yazmıştır. Yazarken küfretmek içinden geliyorsa küfretmiştir. Bu tavrını, siyasi olayları değerlendirişinde de samimi olduğu şeklinde değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Kendisi de bunu “Biz bu eserde ne gurur ne de tevazu gösterdik. Hakikatleri hiç bozmaksızın hatta aleyhimizde de olsa aynen yazdık. Lehimize olursa da tevazu hesabiyle onu yazmaktan vazgeçmedik. Vakalar acı, tatlı aynen tarihe mal edilmelidir. Kendi görmediğimiz veya pek iyi öğrenemediğimiz şeyler tafsil etmedik (detaylandırmadık). Bir zikirle (değinmeyle) geçtik” diyerek açıklıyor.
Rıza Nur’un hatıralarını yazarken anlattıkları, resmi Türk tarihini epeyce sarsacak niteliktedir. Bu açıdan eser yasaklamayla karşılaşmıştır. Ancak bizim konumuz, Lozan Barış Konferansına delege olarak seçilen Rıza Nur’un ideolojik yapısını ve bunun Lozan Antlaşmasına yansımasını anlatmaktır. Doğal olarak yalnız bunun üzerinde durulacaktır.
Rıza Nur kimdir?
Rıza Nur 1878 yılında Sinop’ta doğmuş. İlköğrenimini Sinop’ta tamamlayan Rıza Nur, İstanbul’da orta ve yüksek öğrenimine devam etmiştir. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahaneden yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. 1908’de 2. Meşrutiyetin ilanından sonra yapılan ilk seçimlerde Sinop mebusu olarak seçildi. Kısa bir süre sonra İttihat ve Terakkiye karşı muhalefete geçti ve Osmanlı Ahrar Fırkasını destekledi. 1911’de ise Hürriyet ve İtilaf fırkasının kurucuları arasında yer aldı. İttihat ve Terakki Cemiyetinin 23 Ocak 1913’teki Babıâli baskını ile iktidarı ele geçirmesinden sonra sürgüne gönderildi. Dr. Rıza Nur, Paris ve Mısır’da sürgün olarak yaşadı. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında İstanbul’a dönmüştü.
Rıza Nur, son Meclis-i Mebusuna Sinop Milletvekili olarak girdi. Meclisin kapatılması üzerine Ankara’ya geçti. 1920-1927 yılları arasında Sinop Milletvekilliği ve bunun yanı sıra Maarif ve Sıhhiye vekillikleri görevlerinde bulundu. Ayrıca Moskova (1921) ve Lozan (1923) antlaşmalarına delege olarak katıldı. 1924 yılında yönetim ile anlaşmazlığa düşerek, Paris’e gitti. Atatürk’ün ölümünden sonra, 1939 yılında Türkiye’ye döndü ve siyasetten uzak bir yaşam sürdürdü. Tarih ve edebiyat alanında birçok eseri olan Rıza Nur, 8 Eylül 1942’de İstanbul’da vefat etti.[15]
Rıza Nur’un ideolojik yapısı
Rıza Nur’u ideolojik olarak konumlamaya kalkarsak; konulacak yeri Türk ırkçılığıdır. Rıza Nur anılarında ve bıraktığı diğer eser ve belgelerde bunu açıkça sergiliyor. Rıza Nur’a göre her şey Türklük içindir. Anılarını British Museum’da bulan Prof. Dr. Orhan Cahit Tütengil, Dr. Rıza Nur’un düşüncesini, “Türk devletini yalnız cumhuriyet şeklini muhafaza ederek ırkçı, mukaddesatçı, aşırı milliyetçi esaslar üzerinde yeniden kurmak, buna karşı olan müesseseler ve insanları ortadan kaldırmak” olarak değerlendiriyor.[16] Tütengil bu düşünceleri, Rıza Nur tarafından British Museum’a verilen belgeler içindeki “Türkiye’nin Yeni Baştan İhyası Parti Programı”na dayandırıyor. Parti programına göre “Türk olmayan subay, memur ve öğretmenlerin işlerine son verilecek, Rumelili Türkler de memurluk, öğretmenlik ve subaylığa; Anadolulu ile nispet edilerek nüfus miktarına göre alınacaktır. Başkaları ırk esasına dayalı parti kuramayacaklar. Ama devlet, ırk esasına göre yeniden teşkilatlanacaktır. Milletvekilleri de vilâyetin iki göbekten yerlisi olacak, dışarıdan gelenler namzet gösterilmeyecektir.” Yine programa göre Başbakanlığa bağlı “Irk Müdürlüğü” kurulacaktır.[17]
Rıza Nur daha Osmanlı döneminde ırkçı düşüncelere sahiptir. Son Meclis-i Mebusan’da “Misak-ı Milli”nin tayini için oluşturulan meclis komisyonunda, Rıza Nur da üyedir. Suriye’nin Misak-ı Milli dışında kalması için büyük çaba sarf eder. “Bir encümen teşekkül etti. “Misak-ı Milli”yi yaptı. Encümende Rauf (Orbay), Abdülaziz Mecdi, Yusuf Kemal (Tengirşek), ben ve daha hatırlamadığım on kadar arkadaş vardık. Rauf ve Mecdi Suriye’yi de milli hududa dâhil etmek istediler. Ben şiddetle itiraz ettim. ‘Bunlar Türk değil bırakın! Bize bela olmaktan başka şeyleri yok’ dedim. Onlar hâlâ Müslümanlık zihniyetinde idiler. Uğraşa uğraşa vazgeçirttim.”
Murahhas seçiminde Rıza Nur, Rauf Orbay’ın heyette olmamasına sevinir. Çünkü Rauf Orbay heyet başkanı olacaktı. Ona karşı oluşu, Abaza olduğundandır. O sırada İsmet Paşa hakkında bilgisi yoktur ve onu Türk bilmektedir. “Meğer ben ne hata etmişim!.. Bir Abazanın atılmasına, fakat yerine bir Bitlisli Kürdün geçmesine sebep olmuşum! Bunu Lozan’da öğrendiğim zaman bana inme iniyordu. Bir gün Lozan’da İsmet bizzat ‘Bitlisli olduğunu, orada Türk olup olmadığını’ benden sordu. O vakit donup kaldım. Ne bileyim? Bu adam kendini halis bir Türk gösteriyor. Sözleriyle Türkçülük yapıyor. Türk Ocağına aza olmuştur. Pek içi dışı başka adamdır. Yandım ama oldu.”[18]
Lozan Barış Konferansında kurulan üç komisyondan ikincisi, ağırlıklı olarak azınlıklar, mübadele ve af konularının çözümüyle görevliydi. Rıza Nur, bu komisyonda Türkiye’yi temsil ediyordu. Bu göreve başladığında şu düşünceyi taşıyordu: “Vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak en esaslı, en adil, en hayati iştir” [19]
Lozan’da görüşmeler devam ederken, Ermenilerin haklarını savunan bir grup, Rıza Nur ile görüşmek ister. Rıza Nur onlarla görüşür ve onlar da Rıza Nur’dan Ermeniler için Türkiye’de bir yurt isterler. Bu aynı zamanda Amerika Birleşik Devletlerinin de teklifiydi. Konuşma çekişmeye ve sonunda Rıza Nur’a yönelik tehdide dönüşür. Heyettekiler, Ermenilerin kendisini öldüreceklerini söyler. Rıza Nur’un verdiği cevap ilginçtir: “Şimdiye kadar Türk Devlet ricalinden birkaç kişi vurdular. Bunlar böyle bir Türkün canına kıysınlar, Türkiye’de bu bir Türk yerine on bin Ermeni katliam etmeğe ahali yemin etmiştir.”[20] Rıza Nur’un cevabı, tepki sözleri olarak düşünülebilir. Ancak “Vatanımızda başka ırkta, başka dilde, başka dinde adam bırakmamak en esaslı, en adil, en hayati iştir” diyen birinin sözleri, önceden var olan düşüncenin dışa vurumu olarak algılanmalıdır.
Rıza Nur, mübadele konusunda Jansen’in önceden hazırladığı ve Türk ve Rumların karşılıklı mübadele edilmesi gerektiğini belirten raporun konferansta gündeme gelmesini, “Ahali mübadelesinin zor ve dağdağalı iş olacağını zannediyor, nasıl teklif edeceğimi düşünüyordum. Bir gün kudret helvası ayağımızın ucuna düştü. Hâlâ şaşıyorum.”[21] Başka ırktan, başka dilden başka dinden kimse bırakmamak isteyen Rıza Nur için, Yahudilerin Türkiye dışına çıkarılamaması üzüntü vesilesidir. Rıza Nur’un Yahudiler hakkındaki düşüncesi, “Bu ecnebi unsur [Yahudiler], bu parazit kanımızda saklanıyorlar. Yüzlerini gözlerini kanımızla boyuyorlar” şeklindedir.[22]
Rıza Nur’un Türk olmayan fakat Müslüman etnik azınlıklar konusunda da düşüncesi, Müslüman olmayanlarla aynıdır. “Aklım, fikrim yıllardan beri bu kitleleri dağıtıp münferiden iskân suretiyle temessül (asimile) etmek ve Türkiye’yi mütecanis yapıp ırk belasından, bunların Avrupalılar elinde alet olmasından, bu isyan ve inkıraz (çökme) kusur sebebinden kurtarmak”tı diyor Rıza Nur.[23] Rıza Nur, Arnavut olan İzmir Valisi Abdülhalik Bey’in [Renda][24] Arnavutları İzmir’de topladığını öğrendiğinde çok kızar. “Şimdi bir Arnavut Vali, Arnavutları toplayıp bir kesif kitle yapıyor… Bu adam hem hain, hem küstah!.. Herife karşı bende büyük bir düşmanlık hâsıl oldu. Her tarafa şiddetli ve acele telgraflar ile emirler verdim: ‘Arnavutları müsallah (silahlı) jandarma kuvvetleri ile tekrar eski yerlerine getirip iskân ediniz’ dedim.”[25]
Bakanlar Kurulunun BMM Vekiller Heyeti olduğu dönemde valiler, Vekiller Heyetinin oybirliğiyle atanıyordu. Vekiller Heyeti Başkanı Rauf (Orbay), Esat paşa’nın Sivas’a vali olarak tayinini ister. Rıza Nur bu atmaya karşı çıkar. Rauf Bey, Rıza Nur’a “Esat Paşa niye fena adam mıdır?” diye sorar. Rıza Nur’un cevabı “Sebebi basittir. İyi adamdır, fakat Arnavuttur” olur. [26]
Rıza Nur, Maarif Vekili iken Beykoz’daki Darüleytamı (yetimler yurdu) ziyaret eder. Doktor olduğu için oradaki yetim çocukları muayeneden de geçirir. Bir çocuk dikkatini çeker ve ona “Sen nesin?”diye sorar. Çocuk “Arnavudum” der. Gerisini Rıza Nur’un ağzından dinleyelim: “Bunu o kadar mağrurane söyledi ki fena kızdım. Dedim ‘Çocuğum sen Türksün’. ‘Hayır Arnavudum’ dedi. Tekrar ettim, o da tekrar etti. ‘Ben Türk değilim’ dedi. Derhal ‘Türk olmayanın, Türklüğü kabul etmeyenin burada yeri yoktur. Seni Arnavutlar beslesin’ dedim, kovdum. Şefaat ettiler. Dinlemedim. Gözümün önünde mektepten tart ettirdim.”[27]
Rıza Nur’un anılarının 2. cildinde “Türkiye’nin Yeni Baştan İhyası ve Parti Programı” da verilmiştir.[28] Bu, Rıza Nur’un kafasında olan bir parti programıdır ve kafasındaki ırkçı düşünceleri olduğu gibi programa yansıtmıştır. Programın 29. maddesinde “”Türk olmayan zabit, memur, muallim bir kanunla çıkarılacak, on beş yıl çalışmış olanlara tekaüdiye (emekli maaşı) verilecek.” [29] Yine programa göre “Bir göbek olarak Türkiye’de doğmamış, anadili Türkçe olmayan hiçbir fert zabit olamaz.”[30] Rıza Nur, din adamlarının da “Türk cinsinden” olmasını ister.[31]
Rıza Nur, Türkleştirme için tarikatından da medet umar. Bektaşilik, Mevlevilik, Nakşibendîlik ve Halvetiliği Türk icadı tarikatlar olarak görüyordu. Bunların Avrupa’nın misyoner ve Cizvit teşkilatları örneğindeki gibi örgütlenmesini önerir. “Bunlar bilhassa Kürtleri Türkleştirecektir” der.[32]
Rıza Nur’un ülküsü, Bütün dünyadaki Türklerden konfederasyon şeklinde oluşacak büyük bir Türk devletidir.[33] Bu devletin göğünde Türk olmayan bir serçe uçamaz ve bu topraklarda Türk olmayan ot bitemez.[34]
Rıza Nur’un anlatımından, daha Lozan öncesi etnisite mühendisliğinde başlandığını, Lozan Antlaşmasıyla hukukileştirildiği görülüyor. Cumhuriyeti kuranlarda bu düşüncenin egemen olduğu biliniyor. 1925’teki Şeyh Sait öncülüğündeki Kürt başkaldırısının ardından, Kürtler üzerinde etnisite mühendisliğinin uygulanması sadece bir bahanedir. İttihat ve Terakki Cemiyetinden miras alınan bu düşünce, yeni devletin kuruluşunda ta başından beri vardır.
Lozan delege heyetinin ideolojik yapısı
Lozan Barış Konferansında Türk tarafını temsil ve imza yetkisi Başkan İsmet Paşa, Rıza Nur ve Hasa Saka’daydı. İsmet Paşa, Boğazlar, toprak ve sınır işlerinin görüldüğü Birinci Komisyonda, Rıza Nur, azınlık ve mübadele sorunlarının, kapitülasyonların görüşüldüğü İkinci Komisyonda ve İktisat Vekili olan Hasan Saka ise mali işlerin görüldüğü Üçüncü Komisyonda görevliydi. Toprak ve etnisite sorunlarının görüşüldüğü komisyonlarda ağırlıklı olarak görev yapan İsmet Paşa ve Rıza Nur’un ideolojik yapısı, Kürtleri doğrudan ilgilendiriyordu. Kürt egemenlerinden Lozan ve BMM’ne “Lozan’daki Heyetin Kürtleri de temsil ettiği”ne dair telgraf ve mektuplar gönderilmişti. Özellikle Musul’daki Kürtlerin temsili meselesi, Lozan‘daki müzakereler sırasında Lord Curzon ile İsmet Paşa arasında söz düellosuna neden olmuştu. Lord Curzon şunları söylemekteydi: “Öte yandan İsmet Paşa Ankara Parlamentosunda birçok Kürt milletvekili olduğunu söylemiştir. Olabilir; fakat parlamentoda Güney Kürdistan’ın tek bir Kürt milletvekili olduğunu ciddi olarak iddia etmekte midir? Herhangi bir zaman Süleymaniye’den tek bir Kürt milletvekili çıkmış mıdır? Ankara’nın Kürt milletvekillerine gelince, onların nasıl seçilmiş olduklarını kendi kendime sormaktayım. Halkoyuyla seçilmiş tek bir milletvekili var mıdır? Bütün bu insanların doğrudan doğruya atanmış oldukları ve bunlar arasında bir takımının dil bilmedikleri için, Meclisin çalışmalarına katılmadıkları herkesçe bilinmektedir. Bu yüzden Ankara’da Kürt topluluğunun (cemaatinin) Parlamentoda temsil edildiği iddiasına ağırlık vermek gerektiğini sanmamaktayım.”[35]
Lozan’da daha çok teknik bir komisyon olan ve mali işlerle uğraşan Üçüncü komisyonda görev yapan Hasan Saka’yı bir yana bırakalım. Toprak ve etnisitie sorunlarında oy ve karar sahibi olan delegelerden Rıza Nur’un ideolojik yapısıyla ilgili yukarıda genişçe açıklamalarda bulunmuştuk. Öteki Baş Delege İsmet Paşa’nın ideolojik yapısı neydi? Türkiye Cumhuriyetinin kuran kadrolardan birçoğu gibi İttihat ve Terakki üyeliğinden gelen İsmet Paşa’nın, Rıza Nur’un ırkçı düşünceleriyle yakınlığı vardır. “İsmet İnönü 1925 yılında Türk Ocağı yöneticilerine hitaben yaptığı konuşmada, “Millet yegâne vasıta-i iltisakımızdır [birleştirici aracımızdır]. Diğer anasır [etnisiteler] Türk ekseriyeti karşısında haiz-i tesir değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet eden unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” Yine İnönü 31 Ağustos 1930’da verdiği bir demeçte, “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etmek hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur” diyordu. Cumhuriyetin ikinci adamı konumundaki İnönü’nün yukarıya aldığımız konuşmasının, 1925 yılındaki Kürt başkaldırısının bastırılmasından ve demecinin ise, Ağrı başkaldırısı sonrası verildiğini belirtelim.[36]
Mustafa Kemal’den sonra ikinci adam konumunda olan İsmet Paşa’nın bu açıklamalarından ve tek parti döneminin uygulamalarında sonra, Türk milleti anlayışının ırk esasına dayandığını şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya çıkıyor. Günümüzde de Türkiye’yi yönetenlerin çoğu, aynı ırktan olmaya dayanarak; Azerbaycan için “Biz tek millet iki devletiz” diyorlar. Demek ki “Türk milleti” kavramı, hukuki bir tanımın ötesinde yalnız Türk ırkından gelenleri ve başka bir etnisiteye mensup olup da Türklüğü kabul edenleri kapsıyor.
Kürt ileri gelenleri ve özellikle Kürdistan’dan gelen mebuslar, “iradelerini ve kendilerini temsil yetkisini(!)” böylesine ırkçı düşüncelerle donanmış delegelere teslim etmişlerdi.
Lozan’da Kürtleri temsil ettiği söylenen Diyarbekir Mebusu Zülfü Tigrel
Diyarbekir Mebusu Zülfü Tigrel, Lozan’daki birinci dönem müzakereleri için müşavir olarak götürülmüş, ama ne ana ve ne de alt komisyonlardaki hiçbir çalışmaya katılmamıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliğinden gelen Mehmet Zülfü (Tigrel) 1876 yılında Diyarbekir’de doğmuştur. Diyarbekir Askerî Rüştiyesi ve Mülkiye İdadisi mezunudur. Bidâyet Mahkemesi Hukuk ve Ceza Azası ve Riyâset Vekili, Belediye ve İl Genel Meclisi üyeliklerinde bulunmuştur. Osmanlı Meclis-i Meb’ûsân II., III. Ve V. Dönem Diyarbekir Mebusu olarak görev yapmıştır. İstanbul’un işgalinden sonra İngilizler tarafından tutuklanarak Mısır’a daha sonra Malta Adası’na sürüldüğü için Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın son dönemine katılamamıştır. Kırmızı-yeşil şeritli istiklâl madalyası sahibidir. TBMM I., II., IV., V. ve VI. dönemlerinde CHP listesinden Diyarbakır Milletvekili olarak yer almıştır. 1940 yılında vefat etmiştir.[37]
Lozan’a delege olarak götürülen Zülfü Bey, azınlıklar meselesi görüşülürken, İsmet Paşa’nın talimatı üzerine, kendine hasta süsü verir. Çünkü heyettekiler, Zülfü Bey’in karşı tarafın Kürtlerle ilgili sorularına muhatap olmasını istemiyorlardı. Mustafa Remzi Bucak’ın, Zülfü Bey’in Lozan’daki durumuyla ilgili ilginç bir anısı var: “Hele Kürdistan mümessili, bu sıfatla Lozan’a kadar yedekte götürülen Zülfü Bey, Lozan Muahedesi’nin müzakeresi sırasında, bilhassa ‘ekalliyetler meselesi’ konuşulurken, içtima salonunda hazır bulunup Kürt milleti adına görüşünü –müsbet veya menfi- beyan edeceği yerde, İsmet Paşa’dan aldığı talimat ve direktif dairesinde hareket ederek, o gün kendisine hasta pozu vermiş, başına ve çenesine havlular sarıp hasta taklidi yaparak, otel odasından çıkmamış, gecelik entarisi ile oturmayı tercih etmiş. (Bu tafsilat bilhassa müteveffa tarafından, kendi damadı muhterem Doktor Sedat Altuğ’a anlatılmıştı. Bu muhterem doktoru Diyarbekir’deki evlerinde ziyaret ettiğimde, bir vesile ile bana anlatmıştı. Bu muhavere sırasında, rahmetlinin kerimeleri (kızı), yani doktorun refikaları da hazır bulunuyorlardı.)”[38] Demek ki Zülfü Bey’in Lozan’daki görevi eskilerin deyimiyle temaruz etmek, yani hasta olmadan kendini hasta gibi göstermekti.
Altan Tan’a göre, 1915 Ermenilere yönelik yok etme hareketinde, Diyarbekir’de rol alan önemli figürlerinden biri de Zülfü Tigrel’dir. Yine Tan’a göre; Tigrel aile fertleri hayatlarının her döneminde Kürtlükten uzak durmuş ve daima Türk olduklarını söylemişlerdir.[39] Kürt ileri gelenlerden Ermenilere yönelik kıyıma katılanların ve bu yolla zenginleşenlerin veya zenginliklerini artıranların, devletin isteği doğrultusunda hareket etmenin dışında şansları yoktu. Zülfü Bey, Türk devletini kuran ittihatçı kadronun isteği yönünde hareket etmiş ve Kürtler adına kendine biçilen rolü deyim yerindeyse konu mankeni olmayı kabullenmiştir.
Lozan Antlaşması, Türk devletinin kurucu antlaşmasıdır. Uluslar arası camiada tanınma, Lozan Antlaşması’yla gerçekleşmiştir. Bundan dolayı Süleyman Demirel, Lozan için “Türk devletinin tapusudur” derdi. İsmet İnönü, Lozan görüşmelerini gazeteci olarak takip eden ve “Lozan” adlı kitabı yazan Ali Naci Karacan’a yazdığı 7 Temmuz 1943 tarihli mektupta “Lozan muahedesi ise yeni Türkiye devletinin toprak ve hak bütünlüğünü ve tamamlılığını, harbi kazanan devletler başta olmak üzere bütün milletler âlemine tanıttıran ve ve tasdik ettiren siyasi zaferin şanlı ve şerfli vesikasıdır” diyerek, Lozan Antlaşmasının, devletin kurucu anlaşması olduğuna vurgu yapıyordu.[40]
Lozan’da Kürtlerin temsil edilmediği bir gerçektir. Lozan’a gidecek delege heyetini seçen Birinci Mecliste, Kürtlerin ne kadar temsil edildikleri de tartışmalıdır. Seçilen mebusların neye göre seçildikleri, neyi temsil ettiği ve bu temsiliyetin gerçekle ne kadar uyuştuğu ciddi araştırmaya muhtaçtır. İngiliz Baş Delegesi Lord Curzon’un, Lozan’daki müzakereler sırasında, meclisteki Kürt temsiliyetine dair sözlerine hak vermemek mümkün değil. Böylece Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu unsuru olduğu tezi havada kalmaktadır.
/Bu makale Kürd Araştırmaları Dergisi’nden alınmıştır/
Kaynakça
[1] Atatürk Ansiklopedisi, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/saltanatin-kaldirilmasi/
[2] İnönü, İsmet, Anılar2, Bilgi Yayınevi, Ankara 1987, s. 45-46
[3] İnönü, 1987 s. 47
[4] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 3 – Rıza Nur Atatürk Kavgası, İşaret Yayınları 1992, s. 272
[5] Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, Kamer Yayınları 1999, s. 763-765 (Nutuk, günümüz Türkçesiyle verilmiştir)
[6] TBMM Gizli Celse Zabıtları 3. Cilt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 1985, s.101-102
[7] TBMM Gizli Celse Zabıtları 3. Cilt, s, 981-982
[8] TBMM Gizli Celse Zabıtları 3. Cilt,s.996
[9] TBMM Gizli Celse Zabıtları 3. Cilt,s.998-999
[10] İnönü, Hatıralar, 2. Cilt, 1987 s. 47, Çağrı Erhan, Yaşayan Lozan, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2003 Ankara, s. 38
[11] Karacan, Ali Naci, Lozan, Milliyet Yayınları, İstanbul 1971, s. 69-71
[12] Turan, İlhan, İsmet İnönü, Lozan Barış Konferansı-Konuşma, Demeç, Makale, Anı ve Söyleşileri, Türk Tarih Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 2010, s.164
[13] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 1-Kendini Anlatıyor, İşaret Yayınları, s. 13-23, kitabı yayına hazırlayan Abdurrahman Dilipak’ın “Sunuş” yazısından.
[14] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 1, s. 69
[15] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 1, s. 27-28
[16] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 1, s. 53
[17] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 1, s. 53
[18] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 181
[19] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 260
[20] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 282
[21] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 288
[22] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 294
[23] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 310
[24] Abdulhalik Renda, 14.09.1925 tarihinde hazırladığı rapor ile Dahiliye Vekili Cemil Uybadı’nın hazırladığı Haziran 1925 tarihli rapor, “Şark Islah Planı”na kaynaklık etmişti. Abulhalik Renda, Şark Islahat Planını hazırlayan heyetin içindeydi. Bkz. Arslan, Ruşen, Devletin İç Düşmanı Kürtler, İBV Yayınları, 2014 İstanbul, s. 54-55
[25]Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 310
[26] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 387-388
[27] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 460-461
[28] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 463-532
[29] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 480
[30] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 488
[31] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 514
[32] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 513
[33] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 514
[34] Nur, Rıza, Hayat ve Hatıratım 2, s. 520
[35] Meray, Seha L. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler, Takım 1, Cilt 1, Kitap 1, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi yayınları, s. 359
[36] Arslan, Ruşen, Devletin İç Düşmanı Kürtler-Jandarma Genel Komutanlığının Kürt Raporu, İBV yayınları 2014, s. 50
[37] TBMM Albümü 1. Cilt 1920-1950, https://www5.tbmm.gov.tr/TBMM-Album/Cilt1/Cilt1.pdf
[38] Bucak, Mustafa Remzi, Doz Yayınevi 1999, s.60
[39] Tan, Altan, makale, “Kürt siyasetinde Zülfü Tigreller ve Karzailer”, Altan Tan bu makalesinde Zülfü Tigrel ve ailesi hakkında geniş bilgi veriyor. https://www.indyturk.com/node/153321/t%C3%BCrkiyeden-sesler/ortado%C4%9Fu-notlar%C4%B1-12-k%C3%BCrt-siyasetinde-z%C3%BClf%C3%BC-tigreller-ve-karzailer
[40] Karacan, Ali Naci, 1971, s.8