Cahit Sıtkı Tarancı, Diyarbakırlı bir Kürt, ünlü Pirinçzade ailesinden. Galatasaray Lisesi’nden mezun olmuş, iyi bir eğitim almış ve Paris’te kalmış. Dönemin yoksulları Kürt kardeşlerinden tek farkı zengin sınıfından olmasıdır.
İyi bir şair, romantik ve duygusaldır. 35 Yaş şiirinde Dante gibi ömüre 70 yıllık süre biçse de ikisi de o yaşa gelmeden genç yaşta hayata veda etmiştir. Cahit Tarancı döneminin usta bir şairidir fakat onun kaleme aldığı bir hikayesi vardır ki adeta bir halkın travmasını ve öğretilmiş çaresizliğini Abbas üzerinden gözümüzün içine sokar. Abbas Oğlu Abbas, hikayesindeki dram onun şiirlerinin önünden koşar ve gelecek kuşaklara imdat (!) çığlığı çağrıştırır.
Yıl 1941…Cahit Sıtkı Edremit’te yedek subay olarak askerlik yapar. O zamanlar her subayın hizmetini yapacak bir de emireri olması zorunluluğu vardır. Cahit Sıtkı, taburun önüne geçip kendine bir hizmetkar seçmek istemez, bunu onuruna yedirmez dolayısıyla görevliden isim listesini ister, listeyi incelerken Abbas Oğlu Abbas ismi dikkatini çeker. Cahit Sıtkı nın küçükken nenesinden dinlediği bir masal kahramanı olan Abbas adlı bir cin var. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olan, her emri yerine getiren, olmazı olur kılan bir cin… ”Acaba” der, ” acaba bu Abbas da o Abbas olabilir mi?”
Asker olan Abbas Oğlu Abbas’la Cahit Sıtkı’nın karşılaşması adeta Kürt halkının yaşadığı tarih niteliğindedir, bir dramdır aynı zamanda.
Ne zaman Cahit Sıtkı’nın bir şiirine rastlasam Abbas Oğlu Abbas, sol kolunu alır, boynunu büker gelir karşıma dikilir. Abbas, orada evlerinde lambaları yananların kapısının önünde uysal bir bekçi, ezilmiş bir kenara atılmış bir Kürt ya da Alevi olur… Biraz babam biraz abim, biraz amcam, dayım, komşum…Abbas hep ezilen bir Kürt ya da Alevi olur. Hep evlerinde lambaları yananların kapısında bekçi, bir de emireri olur. Sürekli ayakta bekletilenlerden, hiç oturamayacaklardan olur.
Abbas, Yavuz Turgul’un yarattığı sahte Kürt Ali Nazik’e hiç ama hiç benzemez. Aynı toprakların ne ekmeğini yemiş, ne de suyunu içmişlerdir.
Abbas, ne fırsatçıdır, ne de dalevereci. Kimseyi arkadan vurmaz, hatta dostunun güvenle arkasına yaslanacağı dağdır.
Abbas, acı gerçeğimizin ta kendisi, canından vazgeçmiş değersizleştirilerek bir yol kavşağına bırakılmış yoksul, çaresiz canını efendisine teslim etmiş, fedakarın tam da kendisidir. Abbas, şakağımıza vurulan okkalı şamarımızdır bizim, alıştırılmış çaresizliğimizdir.
Geceleri, “evlerinde lambaları yananların” dışarıda onları canı pahasına koruyan en uysal, en güvenilir bekçileri.
O ışığa varmak, benim de evim aydınlık olsun, ben de birazcık rahat yüzü göreyim, normal yaşayayım diyemeyecek kadar bütün insanı ihtiyaçlarından vazgeçmiş uysal bir köledir de..
Dilim varmıyor benzetmeye fakat gerçekler de acıdır.
Abbas, Dostoyevski’nin avluda tekmelenen, buna alıştırılmış iti gibidir. Gelenin gidenin tekmelediği, vurulan her tekmenin itin kendine hak görüldüğü, artık tepki bile veremediği hatta Dostoyevski’nin sevgiyle okşamak istediği fakat sevgiden ürken, sevgiden kaçan iti gibidir de…
Nasıl olur, niye olur ki böyle Abbaslar?
Oysa; Karayağız, çakı gibi delikanlı işlenirse bir oya gibi ne cevahirler çıkacak onlardan , taşı sıksa suyunu çıkaracak Abbas. Teke tek dövüşte yenilmeyecek. Abbas mert, Abbas mahir olacak olmasına da ondan geriye kalan tek kalıntı iyi bir hizmetkardır artık. Abbas, Alaaddin’in lambasından çıkan her emri yerine getiren bir cin’dir artık…
Cahit’le karşılaşır esaslı bir selam verir o bozuk Türkçesiyle, “….emirlerinize hazırdır komutanım” diye haykırır. Karayağız çakı gibi delikanlı… “Yazık değil mi bu gence” diyen Cahit, iç geçirir. “Emret komutanım…” diyen Abbas’a döner, ” Sen benim emirerim olur musun Abbas?” diye sorar. “Helbet Komutanım helbet” cevabını ver Abbas…Cahit’in oturduğu subay evinin alt katına yerleşir. Bu civanın bir tek sol kolu biraz sorunludur fakat bu efendisine yapacağı hizmetlerin önünde asla engel değildir. Böylece Abbas Oğlu Abbas, Cahit Sıtkı’nın eli ayağı, gözü kulağı hatta ve hatta kalbi bile olur.
Cahit’in bir ihtiyacı olur diye yanından yöresinden ayrılmaz. En iyi sebze ve meyvelerini ucuza alır, parasının üstüne elini bile sürmez…Çamaşırını yıkar, ütüsünü yapar, yemeğini pişirir, bulaşıklarını yıkar… Alt katında oturduğu subay evinin ‘Abbas’ çağrısına koşar adımlarla nefes nefese ulaşır. Cahit’in bir ihtiyacı olur diye yanından yöresinden ayrılmaz. Abbas artık adeta Alaaddin’in lambasından fırlamış cin gibidir.
” Emret Komutanım…” onun yaşam tarzıdır artık. Şivesi bozuktur, ”fakat ne önemi var o bile Abbas’a bir şirinlik vermiyor mu”?
Cahit, Fransa, görmüş Galatasaray Lisesi’nde okumuş bir asilzade fakat hakkını da yemeyelim Abbas’ın bu köle ruhuna üzülmüyor, yaptığı hizmet karşısında erimiyor da değil hani..
Cahit, adada yalnız yaşayan, sonra yamyamların elinden kurtardığı bir yerliye “senin bundan sonra adın Cuma, bana artık efendim diyeceksin” diyen Robinson’dan çok daha iyi yürekli, çok daha asildir.
Onun ayakta kalmasına içi sızlar, “kur çilingir soframızı” derken onu yanında oturmaya davet eder, onunla dertleşir.
Abbas, evli çoluk çocuk sahibidir ve sevdiği kadını sırtına alıp kaçırmıştır. Yazdığı son mektuba cevap alamayınca ailesine kahraman kesilmiştir… Altı aydır o da yazmyordur, haber almıyordur artık. Allah biliyor ya kim bilir bu Abbas, evinde ne zulümkardır, kadınını sopayla kovalayan, köylüsüyle kavgalarda en pehlivan olandır, kendilerine güçlü, efendiye köle .” Emret Komutanım, emret ” ki uğrunda öyleyimdir Abbas, aynı zamanda.
Abbas, güvendiği dağların kar görmüşü, arkadan vurulanı, ihanete uğrayanın yalnızlığı hep kaybedendir.
Öyleki Abbas artık yönetemeyeceğini kanıksamış, sadece yönetilmenin onun payı, kaderi olduğunu öğrenmiş çaresiz bir emireridir artık. Yenilgilerden ihanetlerden geri kalmış emireri gibi bir tek kelimeye mahkum edilmiş bir yenilgi kalıntısı.
O artık sadece, ”Emret kumandanim emret”tir.
Abbas Oğlu Abbas, hikayesinin finali bir trajediyle biter Abbas, ölüme bile hazırdır artık.
Cahit Sıtkı, uykusuz gecelerde yarin hicranıyla kavrulmaktadır.
” Sen İstanbul’u bilir Abbas.”
” Bilir komutanım”
Abbas, acemi birliğini İstanbul’ da yapmıştır.
“Orda bir Beşiktaş var bilir misin?”
“Bilir komutan”
“Orada benim bir sevgilim var sen onu bana kaçırip getirir misin?”
” Helbet Komutanım Helbet…”
Cahit Sıtkı, sabah uyandığında Abbas’ı bir hazırlık telaşında bulur. Abbas, Cahit Sıtkı’nın sevgilisini kaçırmak için İstanbul’a o tanımadığı kente, o tanımadığı kadını kaçırmaya gidecektir. Orada başına gelebilecek hiç bir belayı, hatta ölümü bile hesaplamadan yola koyulacaktır. Onu bekleyen ailesinin çocuklarının, annesinin, babasının, kardeşlerinin ”canı cehhenneme “dir artık. Yeter ki Abbas, komutanını mutlu etsin, yeter ki o sevinsin. Abbas’ın canı ne ki, bu vatan uğruna bin feda olsun!
Cahit Sıtkı, bu olaydan çok etkilenir, bir şakanın peşinden gidecek olan Abbas’ın bu öğretilmiş çaresizliği karşısında altın değerinde iki damla gözyaşı dökerek hayretler içinde kalır.
Ve o ünlü şiirini yazar.
Haydi Abbas vakit tamam…
…
Haydi Abbas vakit tamamdır.