Bu sisli, bu gökyüzü karanlık ve kuralları katı ülkeye üç haftadır yağmur yağıyor. Böylesi zamanlarda büyük kalabalıklardan sıyrılmalı, usulca o parka gitmeli ve Agnon’un şarkısını dinlemeliyim. Böylece kendime bir ödül vermeli, başımı bir şarkının dizelerine koymalı, müzik eşliğinde ruhuma şifa aramalıyım.
Agnon’un şarkısı bu…Gri atımı Bad Homburg’a doğru sürüyorum. Hepi topu 45 kilometre. Frankfut’u geçtin mi al işte sana Bad Homburg…
47 hektarlık Jubiläumspark’ı kentten ayıran bir asfalt yol. Dursam, elime bir çakıl taşı alıp atsam kentin camlarına, hepsi kırılıp yere düşecek. O kadar yakın bu kent Jubiläumspark’ına. Orada bütünüyle bu kent Agnon’un şarkısına ağlayacak…
Jubiläumspark’ın girişinde iki tökezleme taşı gözlerimden yakalıyor beni. ‘Heyy; bizi görmezden gelip parka giremezsin’ diyor gibiler. Buradan alınıp götürülmüş, her biri bir başka ölüm kampında kalmış, sonra iki pirinç taşında yine burada; evlerinin önünde buluşmuşlar…
“Benim adım Arno Salomon .1908’de parkın girişindeki bu büyük ve ihtişamlı evde doğdum. 1942’de Majdanek’te faşistler tarafından kurşuna dizilerek öldürüldüm…’’
‘’Benim adım Edith Seppı Salomon. 1917’de doğdum. 1942’de Sobibor’da faşistler tarafından kurşuna dizilerek öldürüldüm. Şu önünde taşa işlendiğimiz beyaza boyanmış şimdi restoran olarak işletilen ev var ya; bir zamanlar bizim mutlu yuvamızdı…’’
Aşağı ve yukarı Friedrich gezinti yoluyla kentten ayrılan bu yoldan, yağan yağmurla birlikte parka dökülüyorum. Salamonlar’dan ayrılır ayrılmaz yolun hemen solunda başka bir Yahudi yakama yapışıyor: Samuel Joseph Agnon…! Okula hiç gitmemiş, eğitimini ailesinden almış ve dünyanın ilk İbranice romanı yazan Agnon, sarmal pirinç bir levhaya Almanca ve İbranice bir yazıyla, içli bir şarkıyı hep bir ağızdan söylemeye davet ediyor:
‘’Ve sen genç zanaatkar, kunduracı, terzi kalfası, esnaf ve sanatçı ve işçi; iş yaparken benim şarkımı söyle İkinci Dünya Savaşı’nda ölenler için ve henüz ölmeyen kız kardeşlerimiz için de söyle…Onlar da o içli müzik eşliğinde kendi mezarlarını kazıyorlardı elleriyle. Hepsi de Auschwitz fırınında yandılar. Hep bir ağızdan benim şarkımı söyleyin, benim dört bin yıllık İbranice kütüphanem, bitmemiş romanlarım ve alnımın teri emeğim bu yangında kül oldu…Benim şarkımı söyle hep beraber, bir ağızdan benim şarkımı söyleyin, söyleyin söyleyin herkes duysun benim şarkımı söyleyin…’’
İnsan bu parkta görmek istediğini görüyor. Oysa park binlerce ağaç ve bitki türleriyle kıvrak yol ve çiçekleriyle bir cenneti andırıyor. Yine de Agnon’un şarkısı gitmez kulağınızdan. Yine de Salomanlar arkanızdan bakıp durur.
Bad Homburg kültür parkında Dostoyevski’yi görmeden gitmek olur mu? Tunç bir kaideye oturmuş elleri önden birleşmiş, dizleri bükük düşünüyor…Nasıl da heybetli; yeni bir kitap yazacak gibi. O ki Kumarbaz kitabını burada yazmış. Kentin adını burada yüceltmiş. Biraz ötede Mutluluk Evi dedikleri dünyanın en eski kumarhanesi var. Dostoyevski’nin bütün parasını kaybettiği adı Mutluluk Evi olan aslında bir batakhane, ne ki beyaza boyanmış…
Onun da şarkısını söyleyelim hep bir ağızdan, parçalanmış hayatların ardından.
Parkın içinde prensesler adına yapılmış ne çok çeşme var. Her kavşağında eşsiz sanat eserleri insanı sarsıyor. Kuğu göletine bakan paramparça bir aslan heykeli yarım kalmış pençesiyle dünyanın küresini sımsıkı tutmuş dünyayı paramparca vücuduyla koruyor. Bedeni bombalanmış, içi bomboş, onu yaşatacak hiçbir organı kalmamış…Yüzünde acı bir kükreme var…Paramparça bir aslan heykelinin Agnon’la arasındaki mesafe bir taş atımı kadar…Şarkısı buradan duyuluyor. Savaş ve yıkıntıları başka da nasıl anlatılır ki..?
Siyah bir taş üzerine uzanmış başka bir heykel, daha çok et yığınına benziyor. Bedenini belirleyen tek bir ayağa şekil verilmiş, bir kadın ayağı bu. Dünyanın derdi bütün bedenini tüketmiş fakat, o tek bir ayağı ile zulmünden kurtulmuş kötülüğü itip duruyor. Kendini yeniden ıkınarak doğuruyor ve yavaş yavaş şekilleniyor. Agnon’un şarkısı taa buradan da duyuluyor.
Yılan gibi kıvrılan patikalarda her kavşakta bir sanat eseri kesiyor önümü. Postmodernden klasiğe, pirinçten,kumtaşına , sarayların çeşmelerinden Agnon’un şarkısı akıyor.
Yağmur nihayet durdu. Biraz sonra boş olan oturaklar yavaş yavaş dolacak.Çoğu da göçmen, onlar da yurdundan göç ettirilenlerin parktaki heykeline benziyorlar. Yurdundan zorla göç ettirilenlerin heykeli, parkın tam kalbine çakılmış bir kazık gibi yükseliyor. Delinmiş miğferler, kopmuş el ve bacaklar, çürümüş yok olmuş yaşamlar…Hepsi de Agnon’un şarkısını biliyorlar. Şimdi yeni göçmenlerin bazıları bu insan seli parkında ellerini çöp kutularına daldîrıp geri dönüşüm şişeleri topluyor.
Avrupa, Avrupa, utanırım zenginliğinizden…bir tükürük boyu cilanız kadar.
Ne çok saraylar var burada. Kralların krallara hediyesi altın kaplamalı yapıların gölgesinde yurdundan edilmiş göçmenler kadar çoklar, hepsinin dudağında Agnon’un şarkısı: ‘Kül oldu bedenim, ruhum kül oldu beni görmeden gitme!’
Bütün yapıları, heykelleri ve geçmişiyle 47 bin hektarlık alanı bir yazıya sığdırmak ne mümkün. Fakat kent ile park arasına yerleştirilmiş iki heykel var ki yazmadan edemem .Kral Friedrich ve karısı Viktorya..Viktorya, doğrudan kral kocasına bakıyor, başında tacıyla güzel ve masum bir yüzü var… Ne ki kral Friederich doğrudan onun yüzüne bakamıyor, başını kaydırmış, burada bir sanat inceliği var, sanki burada bir sır var, zira bu eseri yapan Agnon’un şarkısını bilmiyor değil.
Friedrich’in ölüm nedeni gırtlak kanseri, ama onun başı neden Viktorya’,nın yüzüne bakamıyor ki? Viktorya ki daha 11 yaşında bir prenses iken Friederich’e tapulanmış. Bir iş var bu sanatta; ince bir sır…Ha işte, sonunda buldum: 60 yıl boyunca halktan gizlenen bir sır ile Viktorya’ ya Agnon’un şarkısını söylemek istiyorum. Friedrich’in ölüm sebeplerinden biri de frengi…Kral o yüzden karısının yüzüne bakamıyor olabilir mi..?
Yağmur yeniden yağıyor…Park bomboş. Dostoyevski, Mutluluk Evi’nden çıkıyor. Agnon’la birlikte bir kitap yazacak…Avrupa’nın zengiliğinden utanıp, zorla yurdundan edilmiş göçmenlerin anıtı önünde duracaklar, orada batakhanenin tam karşısında…
Agnon, dünyaya şarkısını bağıracak.