Bir zamanlar Elazığ’da soğuk kış gecelerinde teneke bir sobanın etrafına toplanır babamdan peygamber masalları dinlerdik. Bazan balığın içindeki Yunus olurduk, bazen de kuyudaki Yusuf…Denizi hiç görmediğimizden miydi, neydi? Bilmezdik ama bizi en çok Nuh’un Gemisi etkilerdi.Tanrının Nuh’a rüyasında armağan ettiği o masal bizi nasıl da büyülerdi…
Rivayet o ki yakın bir zamanda tüm Ankara’yı sular kaplayacak ve tüm canlılar yok olacak fakat sadece Nuh ve ona inanan insanlar kurtulacak…Nasıl mı? Nuh, önce bir tavuğun boğazına bıçak sallayacak tavuğun kanını toprak emecek, sonra tüylerini sabırla sıcak gövdesinden yolacak, o sıcak gövdeyi, kara kazanda kaynayan kaynar suda haşlayacak, pişen tavuğun sabırla etlerini kemiğinden ama hiç kırıp dökmeden sıyıracak ve böylece karşısına yapacağı geminin modeli çıkacak…
Nuh gemisini sabırla ve ona inananlarla birlikte inşa eder. Devasa ve ihtişamlı gemiye, tüm canlılardan sadece bir çift ve iman edenler alınır. Gemi her canlıdan bir çifti alacak kadar büyüktür… Derken şiddetli yağmurlar yapar, sular yükselir ve ne varsa sürükleyip götürür. Sadece tanrıya ve onun elçisi Nuh’a iman edenler kurtulur…
Masal böyle olsa da biz teneke sobaların etrafında toplanmış olanlar hayata bambaşka yelkenler açardık ve Gılgameş ile başlayan yolculuklarda ölümsüzlüğü arardık.
Yıllar yıllar sonra, o masallardan çıkıp bindiğim devasa bir gemide El-Aziz’deki o günlerle karşılaşmak hayatın başka bir cilvesi olsa gerekti…
Vikinglerin denizleri yol eylediği Kuzey Avrupa’da o soğuk cennetteyiz. Kopenhag’taki iki günden sonra bu limanda Norveç fiyortları turuna katılacağız. Danimarka’nın sokaklarını, tarihini sanatını, geniş bisiklet yollarını, temizliğini düzenini, masallar gibi büyülenerek seyrediyoruz. Kadınları öyle güzel öyle güzel ki şaşmamak elde değil. Yüzlerinde yapay, sonradan oluşturulmuş bir estetik katkı yok. Son zamanların şişirilmiş dudaklarından, botokslu yanaklarından hiç birine rastlamadık. Neredeyse ayrı bir gezegende olduğumu hissettim…
Sonradan öğreniyoruz; bir zamanlar Vikingler yağma ve talan seferlerinde en güzel kadınları kaçırıp köle gibi kullanıyor ve soylarının devamı için damızlık kurban yapıyorlarmış. Burada da öğrenmiş olduk ki; kirli tarihin kanlı yolculuklarının her kavşağından başka bir çığlık yükseliyor…
Kopenhag, limanında beklediğimiz 12 kişilik kafile nihayet Türkiye’den geldi. Norveç Fiyortları gemi turuna beraber katılacağız. Aralarında basından tanıdığımız siyasetçiler, hukukçular, eğitimciler, sağlıkçılar ve akademisyenler var. Sonra tekerlekli sandalyede bir yolcumuz daha iniyor, adını sonradan öğreneceğimiz ve aslında hikayemizin de özel konuğu.
Özel konuğumuz ve hikayemizin kahramanı adını 1968 kuşağından öldürülen bir devrimci önderden almış. Bir de kız kardeşi var ve adeta tekerlekli sandalyedeki kardeşiyle bütünleşmiş biri. Kardeşinin eli ayağı olmuş, kendi bedenini kardeşine armağan gibi vermiş, kendine akademik bir kariyer edinmek yerine yıllarını kardeşine feda etmiş bir kız kardeş.
Birazdan bin 700 personeli ve 5 bin 600 yolcu kapasitesi olan devasa bir geminin karnına yürüyeceğiz. İşin içine para ticaret girince Titanik bu geminin eline su bile dökemez. Pasaport, kayıt vd.işlemlerden sonra iki kişilik kamaralarımıza yerleşiyoruz. Herşey tertemiz, her şey çok modern, dünya mutfağı hizmetimizde, işçiler pervane gibi yolculara en iyi hizmeti sunuyorlar…Hepsi zorunlu güleryüzlü, hepsi genç, hepsi uzak doğulu (Malezya, Endonezya, Filipinler,Tayland, Myanmar, Brunei)…Hepsinin sömürgecilikten kalma mükemmel İngilizceleri var. Gencecik kadınlar ve gencecik erkekler, sayalım ki üniversitelerde okuması gerekenler fakat burada zoraki gülümsemek ve en iyi hizmeti vermek zorundalar.
8 ay boyunca aynı yol güzergahında bu gemiden inmeden suyun üzerinde çalışan gençler…Bir zamanlar atalarının sömürge ülkelerindeki durumlarının, şimdiki modern çağını yaşayanlar. Maaşları ki kıdemlerine göre değişiyor. Gemiden ayrılan her yolcudan zorunlu 85 euro işçilere bağış olarak kesiliyor, onların cebine girecekse ne ala fakat babaların çocuklarını dolandırdığı bir dünyada kimin eli kimin cebinde nereden bileceğiz. Bu gemiden, ayrıldıktan sonra o işçilerden bize kalan en acı şey ,el pençe bir vaziyette herkese gülümsemek zorunda kalmaları oluyor.
Gemi o kadar lüks ki, ihtişamıyla göz kamaştırıyor… adeta yüzen küçük modern bir kasaba…fakat burada da kast sistemi var ve zenginler üst katlardaki suit odalarının balkonlarından Kuzey Denizine göz kırpıyorlar. Normal yolcular orta katlarda, geminin suya batan kısmında ise işçiler kalıyor. Bir şey olsa ilk yoksul işçiler ölecek, ilk zengin sınıfı kurtulacak sistemin özeti bu kadar…
Gece boyunca Kuzey Denizinde yol alıyoruz. Konserler, partiler veriliyor, insanlar doyasıya eğleniyor. Sabahları doğa harikası bir cennette gemi bir limanda demirliyor, gün boyu isteyen karada başka turlara katılabiliyor…
Bir sabah gemi Geiranger limanına yanaştığında kendimizi cennette hissettik. Grup doğa turuna katılacak ben, öldürülen ilk devrimcinin adıyla kalıyorum, onunla biraz sohbet edince sevimli bir yerel şiveyle karşılaşıyorum. Böyle samimi, böyle sıcak içten bir şive daha var mıdır? Bilemiyorum, çocukluğum orada armağan oluyor. “ Nedisin gadan alam, çağaların nedi.? ” (Nasılsın kadasını aldığım, çocukların ne yapıyor?)
Demek sen de geçtin oralardan, sen de oranın gözelerinden su içtin, taze ekmek kokuyorsun, nasıl da susuz dağlarda yetişen dardağan ağacına benziyorsun? Gölgene otursam bana derdini, adeta bedeninle bütünleşen şu tekerlekli sandalyeyi, bu özel adı, bir zamanlar koşan şu ayakları, bir zamanlar tutabilen bu elleri anlatır mısın?
Bu adın bir anlamı bir geçmişi olmalı… Paramazlar’ın Beyazıt’ ta o lanet urganlarla o lanet darağaçlarında sallandırıldığı günden bu yana. Elazığ’a kara bir çadır kuruldu doğan her bebeğe kurdun sütü içirildi ve şimdi ne yana baksak kurdun diş izlerinden sızan kanla sulanır toprak. En değme faşistler geçer Elazığ’dan sonra toprak ana kan kusar.
“De hele gadan alam, de hele, de ki Harput, dile gele…”
1980’li yılların karanlık günleri…Elazığ’da bir avukat, halktan, ezilenden, işkence tezgahlarında “Yaşasın Devrim ” diye haykıranlardan yana…Bütün gençlerin, yoksulların babası, o dava senin, bu dava benim diye mahkeme salonlarını çınlatıyor. O dönem kimsenin cesaret edemediği siyasi davaları alıyor ve hakkıyla savunuyor. Cesaretli, gözü pek…Fakat kurtlar telaşlı, kurtlar korkak, Elazığ sokaklarında kan diye uluyorlar, kan..!
İşte ölüm tehditleri başlıyor, her gece evine öldürülmeden giden bir babanın sevinci de yazık ki bu küçük ailede uzun sürmüyor. 21 yaşındaki bir gencin eline bir silah tutuşturulur, o kara çadırlarda masum bebeklerden kurt katiller yaratılmıştır artık, onlar iktidarın güç zehirlenmesi çağında kan uluyor…
Elazığ’da bir avukat bürosunda, devrimci tutsakların dava dosyalarına kan sıçramış, kurşunlanmış yere yığılmış bir avukat, cansız bedeniyle bitmemiş dava dosyaları arasında öldürülmüştür. Onu vuran kurt, elindeki silahla güç zehirlenmesi yaşıyor, duygudan eser yok, başını eğmiyor bile…Bir gelin ağlıyor El – Aziz’de ” Verin de daş gemirem şimdi… “
Gör ki, Harput, yok olmasın!
Ölen ölür, bir kere ölür, ya arkasında kalan sağlara ne olur? Güllük gülistanlık bir bahçe de, işte tarumar olur. Ölümden gelen acı halkaları hep birbirine eklenir, acıdan daha büyük bir yer var mıdır? diye sorar Neruda ? Evren, cevap verir, ‘’Benim ben!’’ O da her gün durmadan kanayan değil midir?
İktidara yurt, iktidara sıcak yataklarda rahat uyku, iktidara El Aziz’in Buzbağ şarapları…
Ve fakat bu üç kişi kalmış küçük aile de evren gibi Elazığ’da durmadan kanayan bir yara içinde. Şimdi bütün anıları dalından yeni koparılmış nar taneleri gibi saçmak ve gitmek zamanıdır. Acılar için zamanın insafına sığınmışlardır. Gitmek ve o kan kokan kentten uzaklaşmak, yıllar sonra olsa da gitmek…
Evin eşyalarından öte, bir acıyı yüklenerek gitmek hangi acıyı yatıştırır ki…? Fakat gitmek mavi deniz sularının hışırtısına, Ege’de o, kente yerleşmek.
Elazığ’da bırakılmış bir şey var; bir baba kokusu…Heyy! ben geldim, bugün de öldürülmedim, sizin parçalanmanıza izin vermeyeceğim ben geldim ben’’ diyen o sesi aramak, uzanan o kolların koynunda, eşsiz bir sevinçle kaybolmak…işte o kapıyı aramaya gidiyor genç bir delikanlı. İnce uzun zarif, yakışıklı.
Fırat Üniversitesi’nde sosyoloji bölümünü okuyacak, bıraktığı arkadaşları hala orada mı? Ne gezer, çoğu kurt sürülerine güçten yana toplanmışlar bile….Evren hala kanıyor, adı değişmiş o kadar: Faili meçhul…
Yine de diri olmak gerekiyor, yine de direnmek: Dardağan ağacı kadar diri, okulu bitirmek aldığı isme layık olmak gerekiyor. Bir, iki, üç yıl derken hepi topu bir yılı kalmış bitirecek okulunu.
İşte bir yaz tatili, pırıl pırıl bir güneş, masmavi bir deniz bir uçurum kıyısında arkadaşlarıyla gülen eğlenen bir genç, son defa hız alıp atlayacak denize, son defa kollarını gerecek.
” Atla,atla atlasana diye bağırıyor arkadaşları” Atlaa”
Elini uzatıp destek alsa, suda ona o eller yer açsa hep koşacak o genç, adı gibi hep koşacak. Bir baş doğrudan suyun bıçak sırtına iniyor, ‘’damarım ahh şah damarım’’ orada parçalanıyor…
Kaç yıldır bir kızkardeş, hiç evlenmemiş bir yuva kurmamış bir anne, bu tekerlekli sandalyeyi sürüklüyor…
Kanayan bu evren, acıdan daha mı büyük, gerçekten nasıl dayanıyor?
Geminin arka güvertesindeyiz devasa gemi suları iki eşit parçaya yırtarak ilerliyor. İlk öldürülen devrimcinin adı; adeta yürüyen bir kütüphane, elim ayağım olmasa da sapasağlam bir kafam var der gibi, bütün kurtlara inat.
Herkes onu çok seviyor, büyük bir ailesi var. Buradakilerden hiç biri etiketlerinin gölgesinde şımarmamış. Hepsi sade, duyarlı hemen hepsi Elazığ’dan geçmiş hatta bir dönem orada yaşamış.
Gemi ilerliyor, gemi suları yırtarak ilerliyor, bir öğretmen güler yüzlü sıcak telefonla konuşuyor: ” İyiyiz baba, iyiyiz,buradan sana ne alayım” diyor.
Senin baban yaşıyor, ne güzel ne iyi, iyisi mi sen ona sevinç al, sevinç, diyorum içimden.
Fiyortların kıyısında babam beliriyor, sonra annem, dezelerim, köylülerim Harput’tan koşarak toplanıyorlar, bu ihtişamlı olağanüstü gemiyi seyrediyorlar.
” Gelin diyorum, gelin,gelsenize… “ Bütün yoksullar orada, kadınlar beyaz tülbentleri ile ağızlarını kapatmış, gülümsemelerini bile göremiyorum. “Gelin diyorum, gelin, bir kere de olsa böyle ihtişamların da var olabileceğini, burada, Norveç’te çıkan petrol kârının halka da pay edilebileceģini, halkın refah düzeylerinin yükselebileceğini görün! ”
‘’Gelsenize, görsenize…”
Ahh ne güzel, senin baban yaşıyor, ne güzeldir yaşamak…
‘’Baba’ diyorum, ‘’Sen ölme, ölme ki ben buradan sana hiç üşümeyeceğin bir İskandinav paltosu alayım, hiç su geçirmeyen bir ayakkabıya ne dersin ha, ne dersin?’’
‘’Ya anne sen ne istersin ha sen ne istersin ki, yaraları iyileştirecek bir ilaç, acıları yok edecek bir iksir, ne istersin anne ne?’’
İlk öldürülen devrimcinin adı yanıbaşımda bağırıyor.
Baba, sen ölme, hiç ölme ben de, sana bir kurşun geçirmeyen yelek alayım, sen hiç ölme!
Kuzey denizi suları yırtarak uzaklaşıyor…
Ardından bir El-Aziz, bakakalıyor, kurtlar arasında çırılçıplak…
Yığın önümüze, yığın daşları ki atağ düzeninize…