Sadece Ortadoğu’nun değil, dünyanın büyük bir bölümünün gündemine oturan ve 7 Ekim’de Hamas’ın saldırısıyla başlayan daha sonra da İsrail’in durdurulmak istenmeyen karşı saldırısının vahşetiyle devam eden ve bir savaş tanımını kazanan süreç daha uzun süre gündemde kalacaktır. Bu ve daha önceki süreçlere baktığımızda genel anlamıyla sadece günlük değerlendirmelerin yapıldığını, bu değerlendirmelerin de her iki tarafın günlük basın açıklamaları üzerinden geliştiğini görüyoruz. Oysa bir olguyu değerlendirirken olayları sıralayıp sadece aralarındaki görünen ilişkiyi değerlendirmek eksikliktir. Gözden kaçırmamamız gereken noktalar, olayın nasıl çıktığı, olayın gelişiminin evrelerinin neler olduğu ve olayın öncesi ne olduğu ve sonrasının ne olabileceği şeklinde olmalıdır. Bir olgu diyalektik anlamda tam da buna uygun olarak incelenir. Bu nedenle -şimdilik- Gazze merkezli devam eden savaşın genel ve kapsamlı bir değerlendirilmesi yapılmadan, nereye gideceği üzerine düşünülüp hazırlık yapılmadan ifade edilen düşünceler günlük düşüncelerdir, bir perspektif sunmaz.
Savaşı sadece insan hakları bağlamında öne çıkararak ele almak, insani yönü öne çıkarır ama bu genel anlamda toplumların vicdanını harekete geçirmez, çözüme yönelik bir adımdan başka bir şey değildir ve savaşın çelişkilerini görmeyi engeller. Oysa bu çelişkilerin tanımlanması belirleyicidir. Ve bir savaş kaçınılmazsa, bu savaş iyi niyetli açıklamalarla engellenemez. Bireylerin ve toplumların iradesinden bağımsız olarak başlar, sürer ve biter.
Hizbullah lideri Nasrallah’ın açıklaması savaşın gelişim ve sonucu açısından belirleyici bir önem kazandı. Sadece Hizbullah değil, Arap devletlerinin de bu savaşı “islam ümmeti ile ‘kafir’ topluluğu” arasında görmediği, İsrail ile bir şekilde yaşamak kararlılığını, daha da ötesi uzun vadede İsrail devletinin tanınarak görece “barış” içinde yaşanacak olunmasına doğru bir süreç başladı. Hamas’ın ciddi bir değerlendirme (kitlelerin savaşa hazırlanması, uzun vadeli lojistik hazırlığının eksikliği, savaşın kapsayacağı alanlarda hazırlık) yapmadan savaşa girdiği gerçeği önümüze çıktı. Bir anlamda bir tür Blanquist bir yöntemin tercih edildiği görülüyor. Geniş bir cephe oluşturmadan ve kitlelerin kendi çıkarları doğrultusunda ve zafere yürüyen bir savaşa girmesinden daha çok, bir grubun belirleyiciliğinin sınırları ve yol göstericiliğinin temel alınarak hareket edildiği gerçekliği önümüzde duruyor. Olguları değerlendirirken kitlelere ‘şimdiki durumu’ anlatmak bir süre sonra tıkanıklığa yol açar. Çünkü kitleler bugünü yaşamakta ve ulusal/sınıfsal bilinçleri oranında değerlendirmektedirler. Ancak onların yaşamlarını belirleyen ana faktör (bugünden yarına olan) yaşamlarının nasıl ve ne şekilde değişeceğidir. Bu nedenle egemen iktidarın elinden gücü almak için kitlelere doğru bir teorik-pratik perspektif sunmak zorunluluğu kaçınılmazdır. İktidar hedefine yönelmeyen her isyan yenilmeye mahkumdur. Çünkü iktidar ortak kabul etmez ve ortaklığa niyetleneni kanla susturur. Bu nedenle Hamas, sadece İsrail’e bir saldırı başlatmadı, aynı zamanda Gazze’den başlayarak Filistin’in iktidarına da yöneldi.
Savaş İsrail’in Gazze’yi her türlü insanlık suçları işleyerek tamamen işgal etmesiyle durmayacaktır. Çünkü İsrail ve kapitalist devletlerin hedefinde Ortadoğu’dan başlayarak Uzak Asya’ya kadar uzanan coğrafyada bulunan devletleri sınırlar ve yönetim biçimleri de dahil olmak üzere değiştirmek yatıyor. Şimdilik öne çıkmayan ancak toplumsal anlamda bir deprem etkisi yaratacak olan değişim ise islami ideolojinin “cihad”dan ayrılmasını sağlayacak sosyal değişimi sağlamak girişimi olacaktır. İslami ideolojinin hem kendi değişmez kurallarından, hem de sosyalist düşünceye karşı hat oluşturması için desteklenip kitlelere dayatılmasından ötürü son 50 yıldır kan gölüne dönen bir hayatın şimdi değiştirilmesi için adım atacaklardır. Çünkü islam adı altında gericileşmesine katkı sundukları halkları bu yöntemle yeteri kadar sömürdüler, şimdi “demokratikleştirip” yeni bir yöntemle sömürmeye ihtiyaç duyuyorlar. Gerek Avrupa, gerekse ABD başta olmak üzere islam dininin kendi sınırları içinde kalmayıp, bütün dünyayı islamın egemenliği sağlanana kadar cihad fikir ve eylemiyle hareket edecek olmasının Kuran’ın emri olduğunu bir anlamda göremediler. Denetlenebilir bir düşünce olduğu olgusundan yola çıktılar. Oysa islamın değişmez kuralları bu hesabın aksine gelişti, büyüdü. Çünkü yoksul ve ezilen halk yığınları kendileri bu yoksulluktan kurtaracak bir teorik-pratik pusulaya dün de ihtiyaç duydular, bugün de duyuyorlar, yarın da duyacaklar. Ta ki kendi kaderlerini kendileri yazana kadar.
Kendilerine gelen kasırgayı en azından simdilik atlatmak adına Iran, diğer Arap ülkeleri ve ilk hedeflerden olan Hizbullah Hamas’ın eylemini sahiplenmediler. Savaşmak yerine suskunluğu tercih ettiler ama yine de savaşmak zorunda kalacaklar. Kapitalizmin yeniden ve yeniden üretiminin önündeki en büyük engeli oluşturuyorlar. Bölgede dini referans alan tüm devletlerin egemenlerini bir fırtına bekliyor. Yıkılacaklar hem de öngöremedikleri bir şekilde. Suudi yönetiminin bir kaç yıldır peş peşe gerçekleştirdiği reformları bu anlamda değerlendirmek yerinde olur. Erdoğan’ın yeni devlet oluşturma altyapısı olan islami düşüncenin yerleştiği iktidara daha tam oturmadan yıkılacağını da göreceğiz.
Seküler bir toplumsal anlayışın altyapısına sahip olan Kürtlerin (bu anlayışının temelini oluşturmada Kurdistan Özgürlük Hareketi’nin katkısını unutmadan) politik davranırsa geleceğe güvenle yürüyebileceklerini biliyoruz. Ulusal birlik her koşulda kendisini dayatıyor. Elbette, kimlerle ve ne şartlar altında bir ulusal birlik sorusunu yanıtlamadan adım atamayız. Temsiliyeti elinde bulunduran örgütlenmelerin dış dinamiklerin etkisiyle bir araya gelmeleri bizim için bir kayıp olacaktır. Çünkü birlik bağını kuranlar, kendi anlayışlarına göre bir birlik oluşturacaklardır.
Yüzyıllara sığacak sosyal ve siyasal gelişmelerin eşiğindeyiz. Zaman şimdi çok hızlı akacak. Kendilerini “ilelebet payidar” gören sömürgeci, faşist, gerici ve ırkçı devletlerin yıkıldığını göreceğiz. Ezilen sınıflar ve ulusların örgütlülükleri toplumsal kitlelere önderlik edecek teorik pusulaya sahipler. Önlerindeki en zorlu görev: o pusulanın toplumsal kitlelerin yararına olduğunu kitlelere ikna çalışması, yıkılmak üzere olanın kurtarılmasına çalışmamak ve zafere olan inançtır.