Abdülhamid’in 33 yıllık padişahlığına son vererek iktidarı ele geçiren İttihat Terakki Cemiyeti’nin temel programı Türkçülük – Turancılık siyasetine dayanıyordu. Bu siyasetin başarısı için yenilgiyle çıktıkları Birinci Dünya Savaşı şartlarında bile Ermenileri tehcir edip soykırımdan geçirdiler, akabinde Kürtleri de tehcire tabi tuttular. Ancak İttihatçıların Türkçü – Turancı emellerine ulaşabilmek için nüfus bakımından kalabalık olan Kürtleri ayrıca asimile edip Türkleştirmeleri gerekiyordu.
Kürtlerin tepkilerini kanlı biçimde bastıran, Kürtleri tehcir eden İttihatçıların Kürtlerle toptan baş edebilmeleri için Türkleştirme siyaseti çok önemliydi ve bu siyasetin başarısı için de öncelikle Kürtlerin ve Kürdistan’ın bilgisine sahip olmaları lazımdı. Bu bilginin elde edilebilmesi veya üretilmesi için nüfus sayımları en önemli araç olarak değerlendiriliyordu.
Bu çok garip bir durum değil kuşkusuz; modern zamanlarda nüfus planlaması yapmak kadar, soykırım gibi belli siyasi amaçlar doğrultusunda nüfusun yeniden düzenlenmesi için de sayımlar epey işlevli olmuştur. Almanya’da Hitler’in Yahudi soykırım planının önemli aşamalarından biri örneğin nüfus sayımıdır; hakeza Saddam Hüseyin 1988’de Enfal Soykırımını yapmadan önce Kürtlerin nüfusunu saymıştı (Bkz. MEW 2003). Ermeni soykırımını yapmış, gayri Müslimlere ve gayri Türk nüfusa yönelik tehcir ve pek çok katliam gerçekleştirmiş İttihatçılar, Türk etnik nüfusuna göre yeni bir siyaset, coğrafya ve yönetim düzenlemesini amaçlarken nüfus sayımlarına başvurarak kendilerinden sonraki soykırımcılara yol gösteriyorlardı. Fuat Dündar, 1915’te yapılan ve fakat gizli tutulan nüfus sayımının amacını şöyle açıklıyor:
“Kürt ve Yahudilere yönelik politikaların hayata geçirilmesinde de sayımlar bir başvuru kaynağı olmuştur. Savaşın hemen başında Kürt aşiretlerini sayan İttihatçılar, Temmuz 1915 gizli sayımında Kürt nüfusuna ilişkin verileri de sağlamışlardı. Bu sayımdan elde edilen bilgilere göre, Kürtlerin sayısı 2 – 2.1 milyon olarak İttihatçı yayınlara yansımıştır.” (2010:146)
Bütün bu etnik mühendislik işlerini ilk elden yöneten kişi olan Talat Paşa, 1916’daki Kürt tehciri sırasında ilgililere gönderdiği bir talimatında Kürtlerin “adet ve milliyetlerini muhafaza etmeleri” durumunda “gayr-i müfid [faydasız] bir unsur” halinde kalacaklarını belirtiyordu. Kürtlerin faydalı hale gelmesinin koşulunu Türkleştirmeye bağlayan Talat Paşa, Fuat Dündar’a göre “Türkleştirme operasyonuna karar verildiği ve gizli milli mücadelenin başladığı tarih” olan 20 Temmuz 1915’te bir emir vermişti. “Bu gizli emirde, tüm köylerin (ve mahalle[lerin]) milliyet esasına göre istatistiki cetvelleri ve haritalarının hazırlanması istenir.” (2010:413-147)
Talat Paşa’nın bu tür çalışmalarla elde etmeye çalıştığı Kürt ve Kürdistan bilgisinin üretilmesi işi aslında bir süreden beri başlamıştı. Bu bilginin üretilmesi ve buna göre uygulanabilir siyasetin oluşturulabilmesi işi de büyük oranda Ziya Gökalp tarafından yerine getirilmişti.
Bu durumda İTC’nin Kürt siyaseti konu edinildiğinde mutlaka söz edilmesi gereken bir çalışma ve bir kurum vardır. Fuat Dündar’ın aktardığına göre, “Gökalp’in etkisiyle, Cemiyet’in 1913 Kongresi aşiretlerin idaresi, aşiretlerin iskânı gibi konularda çeşitli kararlar alır. Ayrıca 13 Mayıs 1913’te İskân-ı Muhacirîn Nizamnamesi çıkarılır ve ardından İAMM [İskan-ı Aşair ve Muhacirîn Müdüriyeti] kurulur.
“En önemlisi de başta aşiret organizasyonu olmak üzere Kürt toplumunu araştırmaya yönelik, Gökalp tarafından, ‘Bir kaza dahilindeki içtima-i teşkilat’ adlı bir sosyolojik anket hazırlanır. Bu anket Temmuz 1914’ten itibaren tüm Kürt bölgelerine dağıtılır.” (2010:404)
Türkleştirilmesi amaçlanan Müslüman Kürtlerin bilgisinin oluşturulması amacıyla hazırlanan anket 4 başlık altında toplanmış 98 sorudan oluşuyordu. 29 soru, Kürt toplumu ve aşiretlerin yapısına dair Zeami Teşkilat başlıklıydı. 19 soru Kürt toplumunun dini yapısı, dini organizasyonları ve dini liderlerine dair bilgilerin toplanmasına dairdi. 16 soru da İktisadi Teşkilat başlığı altında Kürtlerin ekonomik faaliyetlerinin bilinmesi içindi. 4 soru ise değişik konular hakkındaydı.
Gökalp’in hazırladığı bu anketin kuşkusuz en dikkat çekici özelliği, bilgisi oluşturulmak istenen Kürt toplumunun daha en başta nasıl ele alındığıyla veya tanımlandığıyla ilgilidir. Buna göre Kürt toplumu aşiret özellikleriyle ele alınır ve bu çerçevede aşiretlerin isimleri, bölgeleri, liderleri, işleyişleri, tarihleri, Türk aşiretleriyle ilişkileri, iktidarla olan bağları vesaire hakkında detaylı bilgilerin toplanması istenir. Nitekim Talat Paşa tarafından 1916’daki Kürt tehcirinden bir yıl önce aşiret haritası hazırlanır. Ayrıca Kürt toplumunun etnik, dini, siyasi, dilsel, mezhepsel özellikleri veya farklılıkları hakkında cevapları istenen sorular da Gökalp’in anketinde söz konusudur. Kürdistan’daki yerleşim yerlerinin “isimlerinin Kürtçelerinin kaydedilmesi, Kürtlerin örf ve adetlerine dair her türlü bilgi, belge ve materyalin iletilmesi ve ayrıca ‘Kürtlüğe dair tarihî, edebi, matbu ve yazma kitap ve vesikalar’ın toplatılması istenir.” Kürdistan ekonomisi tetkik edilirken de, çoğunlukla aşiret düzenine dayandığı ve otonom olduğu varsayılan ekonomik işleyişin bilinmesi ve daha sonra bu otonom ekonomik işleyişin kırılarak “Kürdistan ekonomisinin Anadolu ve İstanbul pazarına bağlanması” amaçlanır. (Bu arada bu iktisadi tetkiklerin ve önerilen siyasetin daha sonra Cumhuriyet dönemi boyunca, bugüne kadar, sınır boylarında Kürtlerin “kaçakçı” adı altında öldürülmesinin temelini oluşturduğunu eklemek gerekir.) Kürdistan’daki dini organizasyonların tetkikine dair sorularda dikkat çeken husus ise, dinin kontrol altına alınabilmesi hakkındadır. Bu nedenle “devletin atadığı dinsel önderlerin halk üzerindeki etkilerinin” ve buna karşın “Kürt toplumunun kendi dinsel önderlerinin devlete karşı tutumlarının” bilinmesi önemlidir (Dündar 2010:404-408).
Kısaca sözü edilen anket ile Kürdistan’ın sosyo-politik, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve sosyo-dinsel haritasının çıkarılması amaçlanır. Aslında sadece Kürdistan da değil, İttihatçılar için “bilinmez” olan ve fakat sırları çözüldükten sonra Türk yurdu yapılmak istenen bütün Anadolu için benzer çabalar söz konusuydu. Uğur Ümit Üngör’ün ifadeleriyle, “Gökalp nüfus politikalarının ideolojisini oluştururken Talat bunları örgütledi, genç Jön Türk araştırmacıları da saha çalışmalarını sürdürdüler. Araştırmacılar Türkiye’ye dağılarak etnik azınlıklar üzerine araştırma yapmaya başladılar. Bu uzmanlar düzinelerce ciltlik sonuç ürettiler ve hiçbir etnik grup bu çalışmaların dışında kalmadı. (…) Gökalp’in kendisi en zorlayıcı grup olan Kürtleri araştırmayı üstlenmişti. “ (2016:84-85)
Bütün bunlarla birlikte Kürdistan’ın bilgisinin oluşturulmasına dair anket veya sosyolojik araştırma, Fuat Dündar’a göre, “tüm süreçlerde Gökalp’in merkezî bir rol oynadığı” “İttihatçıların Kürtlerin asimilasyonu politikası”nın 4 etabından birini oluşturuyordu. Birinci etap “sorunun adının konulması”, ikinci etap “sosyolojik araştırma safhası”, üçüncü etap politikanın hayata geçirilmesi ve dördüncü etap “resmi ideolojinin inşası” idi (Dündar 2010:401).
Dikkat çekildiği üzere, sorunun adı birkaç yıldan beri Gökalp’in işaret ettiği şekliyle “aşiret” olarak konulmuştu. “Şekavet ve isyana daima amade müselleh cemiyetler” olarak tarif edilen aşiretlerin (elbette bununla kastedilen Kürtlerin) Türkçü “milli bünyeden” arındırılabilmesi için öncelikle bilgisinin oluşturulması, ardından da buna göre politikaların belirlenmesi gerekirdi. Kürtlerin asimilasyonuna ilişkin ilk iki etabın anlaşılması için, Gökalp’in daha sonra, I. Dünya Savaşı’nda İttihatçıların yenilmesinin ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne sunduğu raporundan söz etmekte fayda var. Gökalp’in bu raporu, İTC zamanındaki tetkiklerinin uygulanabilir politikalar için yeniden düzenlenmiş hali kabul edilebilir.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı yenilince ve İstanbul da İngilizlerin kontrolüne geçince Ziya Gökalp de Ermeni katliamına karışan pek çok İttihatçıdan biri olduğu gerekçesiyle Malta’ya sürgüne yollanmış, ancak bir yıl sonra, 1920’de geri dönmüştü. Malta dönüşünde Mustafa Kemal’in kontrolünde olan Ankara’ya giderken, yol arkadaşlarından biri, pek çok benzeri gibi İttihatçılıktan M. Kemal’in Cumhuriyet’ine transfer olan ırkçı-Türkçü Rıza Nur’dur. Yolculuk esnasında Gökalp’ın Rıza Nur’a “Milli hükûmetin harp gailelerini bertaraf ettikten sonra içtimaî kalkınma hareketine geçmesinin lüzumundan” bahsettiği ve sohbet esnasında “yapılacak ıslahatın başında aşiretlerin tarihî ve sosyolojik bir tetkike tâbi tutulması ve böylece, iktisadî ve coğrafî sebeplerle Türkçe konuşmayan ekseriyetin içinde kendi dillerini ve millî karakterlerini değiştirme yolunu tutan Türk aşiretlerinin meydana çıkarılması lüzumuna” değindiği kaydediliyor (Gökalp 1992:5-6).
Ankara’ya geldikten sonra (1921) Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni’ne atanan Gökalp, ancak kısa süre sonra bu görevden ayrılarak Diyarbakır’a gitmişti. Söz konusu dönemde Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekili (Sağlık ve Sosyal Yardımlaşma Bakanı) olan Rıza Nur, “iskânın da o vakit bu vekâlete [bakanlığa] ait olmasından istifade ederek” Gökalp’ten Kürtleri araştırmasını istemişti. “Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu çoktan” bildiğini ileri süren Rıza Nur, “maksadım, bu gibi malûmatı toplayıp vaziyeti ilmî, iktisadî bir surette öğrendikten sonra, Kürtler’e Türk olduklarını anlatmak için teşkilât yapıp faaliyete geçecektim” demişti. Anayurtta Türkleri Kürtleşmeye bıraktıkları için hayıflanan ve Kürdistan henüz ellerinden çıkmamışken bu meseleyi hal etmeye niyetli olan Rıza Nur, Gökalp’e verdiği sipariş hakkında şunları anlatmıştı:
“Kürtler meselesi beni üzüyor. Bir şey yok ama, bir gün millî davaya kalkacaklar. Bunları temsil etmek [asimile etmek] lazım. Tetkikata başladım. Temsil usüllerine dair kitaplar getirttim. Kürtler hakkında kitaplar buldurdum. Diyarbekir’de olan Ziya Gökalp’a da para yollayıp Kürtler’in coğrafî, lisanî, kavmî, içtimaî ahvalini tetkik ettirdim. Bir rapor gönderdi. Maksadım oranın bir Makedonya olmadan, kökünden meselenin halli idi.” (Gökalp 1992:6)
Daha önce bahsettiğim gibi, İttihatçılar zamanında Ziya Gökalp’in de görev aldığı ve Kürtler hakkında da çalışmalar yapan Aşâir ve Muhacirîn Müdüriyet-i Umumiyesi, Osmanlı’nın çöküşünden sonra Rıza Nur’un başında bulunduğu Sağlık ve Sosyal Yardımlaşma Bakanlığı bünyesinde faaliyetlerine devam ediyordu. Bu nedenle kendisinden istenen çalışma konusunda Gökalp’in çok da zorluk çekmeyeceği açıktı. Nitekim üç ayda istenen çalışmayı bir rapor halinde sunmuştu.
Şevket Beysanoğlu’nun aktardığına göre, Gökalp’in Kürt aşiretleri hakkındaki tetkiklerini içeren raporunun bir nüshası Rıza Nur’a, diğeri Mustafa Kemal’e iletilmişti. Baysanoğlu, dört nüsha olan raporun akıbeti hakkında da bilgi vermişti. Baysanoğlu, bir nüshanın Bektaşiler ve Türkmenler hakkında araştırma yapan Baha Said’e verildiğini ve bunun daha sonra kendisine ulaştığını, Rıza Nur’a verilen nüshanın Sinop Kütüphanesi’nde olduğunu, Mustafa Kemal’deki nüshanın çalışmalarında istifade etmesi için Hasan Reşit Tankut’a armağan edildiğini, dördüncü nüshanın da Gökalp’in varisleri tarafından Türk Tarih Kurumu’na verildiğini aktarıyordu (Gökalp 1992:7).
Gökalp, resmi talep üzerine yazdığı raporunda Kürtleri tasnif ederken, “vaktiyle edebî eserlerinin tetkikiyle” beş kavimden söz ettiğini, ancak Gûran dili hariç tutulursa “istiklâlleri malûm olmak üzere” Kurmanc, Zaza, Soran, Lur dilleri çerçevesinde dört kavim kalacağını belirtiyordu. Gökalp’e göre, bunlar lehçe değil, dildir ve “bu dört lisanın sahipleri [de] birbirinin dillerini anlamazlar”; ancak “bu dört lisan birbirine tamamiyle yabancı da değildir. Hepsi ‘Kürdî-i Kadîm’ nâmı verilebilen eski bir Kürtçenin müştaklarıdır.” (1992:24-25)
Gökalp bu “dillerde” verilmiş edebi eserlerin bir tarihçesini sunduktan sonra, yine bu diller çerçevesinde Kürtlerin “taksimatı” işine girişiyordu. Elbette Gökalp’in Kürtler hakkında daha önce yazdığı yazılarda da görülebileceği üzere, raporda Kürtler kavmiyet (aşiretçilik) çerçevesinde değerlendiriliyordu. Zira Gökalp’e göre, sanıldığının aksine Kürtlerde “mefkûre [ülkü] gayet kuvvetlidir”; ancak bu “vatan mefkûresi” değildir, “ferdin en şedîd ihtirâsı olan aşkına bile tahakküm” edebilen “aşiret mefkûresi”dir. Öyle ki, “[h]ayatlarını, servetlerini, evlâtlarını bu mefkûreye feda etmekten kadın, erkek, çok büyük zevk duyarlar.” (1992:39) Dolayısıyla “Kürt kavmine mensup” köylüler, “cahil ve aşiret ahlâkıyla me’lûfur (uyuşma, alışma halindedir), hissiyât-ı millîye ve vataniyeden külliyen mahrumdur”; onlar “vatanı, köy yahut aşiretten ibaret” zannederler (1992:108).
Gökalp kavmiyet çerçevesinde Kürtleri tetkik ettikten sonra bunların “nasıl temdin” edilebileceğinin (medenileştirilebileceğinin) yanıtını veriyordu. Ancak “[b]ir hastalık tedavi edilebilmek için, evvelâ teşhis edilmelidir, sonra hastalığın sebepleri aranmalıdır” diyordu (1992:42). Gökalp, “hastalık” olarak kavmiyetin varlığının içtimaî, coğrafî, kanunî ve askerî sebeplerini sıralamış ve bunlara göre de medenileştirme reçetesini sunmuştu.
Gökalp, “Türkmenlerin Kürtleşmesi” konusuna da değinmiş ve örneğin Karakeçililer, Beğdililer gibi Türkmen olduğunu ileri sürdüğü birçok aşiretin Kürtleştiğini iddia etmişti (1992:96-97). Türkmenlerin Kürtleşmesinin bir izahı olarak Gökalp “Kürt aşiretleriyle aynı müttehîde dahilinde yaşayan Türkmen oymakları – Kürtler’in kesretine binaen – bizzarur Kürtleşeceklerdi” derken, Gökalp’in kitabını hazırlayanların (muhtemelen Şevket Beysanoğlu’nun) hemen ardından yaptığı ekleme ilginçtir:
“İhtimal ki bu Kürtleşmekte, Kürt lisanının Türkçeden daha ziyade feodalizm lisanı olmaya kabiliyetli bulunmasının da bir tesiri vardır. Filhakîka bugün bile, Kürtçeyi ve Türkçeyi aynı derecede bilen Türkmenler bir araya gelince, Kürtçe konuşmaktan daha çok zevk alırlar.” (Gökalp 1992:100)
Evlere şenlik izahlar, bu kadarını söyleyip geçeyim…
Bu arada Gökalp, 1 Ocak 1923’te “Küçük Mecmua” dergisinde yayınlanan “İstimlâl” başlıklı yazısında şöyle yazmıştı:
“Türkler’le Kürtler birbirini sevdikleri ve birbirine benzedikleri için kolayca yekdiğerini temsil [asimile] etmektedirler. Türkler şehir medeniyetine daha istidatlı olduklarından şehirler Türklük merkezi halini almakla beraber, oralara gelen Kürtler’i de Türkleştirmektedir. Köylerde ve çadırlarda yaşayan Türkmenler ise, sahra medeniyetinde daha kuvvetli bulunan Kürtlüğe temessül etmektedirler.” (1992:130)
Rıza Nur’un “kökünden meselenin halli” maksadıyla sipariş ettiği Gökalp’in raporunda, esasen aşiretli Kürtlerin yasal, sosyal ve ekonomik tedbirlerle yerleşik hayata geçirilerek çözüm bulunabileceği belirtiliyordu. Bu raporda da Gökalp, Rıza Nur’un aksine Kürtlerin Türklüğüne / Turanîliğine dair herhangi bir iddiada bulunmamıştı; ki Gökalp bugün bile Turancıların ezberini oluşturan bazı şiirlerini ve görüşlerini yazalı epey olmuştu. Kürtleşmiş Türkmenlerin varlığına ve bunlara Türklüklerinin yeniden kazandırılmasının önemine işaret eden Gökalp, Kürtlerin de alınacak tedbirlerle Türkleştirilebileceğini, böylece aşiret ülküsünü bırakıp vatan ülküsünü kazanabileceklerini savunuyordu.
Kürtlerin asimilasyon yoluyla Türkleştirilmesi siyasetini öneren ve bunun için faaliyetleri de olan Gökalp, Lozan görüşmeleri öncesinde ve sırasında Küçük Mecmua dergisinde yayınlanan yazılarında, Kürtlerin Türklüğünü ileri süren İsmet İnönü ve Rıza Nur’un aksine, söz konusu dönemde Türk-Kürt birliğine vurgu yapmıştı. Gökalp’in yazılarında Lozan görüşmelerinde de dillendirilen Kürtler ile Türklerin kader birliği yaptığına dair dönem siyasetinin belirgin izleri görülebilir. 5 Haziran 1922 tarihli “Türkler’le Kürtler” başlıklı yazısında Gökalp, Türkler ile Kürtlerin diğer bütün milletlerden daha fazla benzerliklere sahip olduklarını (öyle ki “içleri birbirine benzediği gibi dışları da benzer”) ve “muazzez vatanımızı düşmandan, mukaddes dinimizi fesattan esirgemek için daima birlikte cihada atılmış iki dost millet” olduklarını vurguluyordu. Devamında Türkler ile Kürtlerin “bin senelik müşterek din, müşterek tarih, müşterek bir coğrafya neticesi olarak hem maddî, hem manevî bir surette” birleştiklerini ileri süren Gökalp, yazısını şu cümleyle noktalıyordu: “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir, Türkler’i sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir.” (Gökalp 1992:115-118)
İlk bakışta Türk ve Kürtlerin “dost milletler” olarak eşit oldukları zannını uyandıran bu makalesi, her ne kadar Kürtlerin Türklüğünü savunmamışsa da Gökalp’in diğer makaleleriyle birlikte okunduğunda bir anlama kavuşabilir. Küçük Mecmua’daki 25 Aralık 1922 tarihli “Millet Nedir?” başlıklı makalesinde özetle Türk olmak için coğrafî, siyasî, ırkî nedenlerin değil; Türk harsının ve bu harsla terbiye görmüş olmanın gerekliliğini, özellikle lisanca müşterekliği vurgulayan Gökalp, büyük bir gayretkeşlikle Diyarbakır özelinde şahsının Türklüğünü ispata girişmişti. Bu nedenle olsa gerek, Gökalp, Diyarbakırlıların ta Selçuklulardan beri Türk olduğunu, burada konuşulan Kürtçenin de karma, toplama niteliklerinden dolayı “Türk Kürtçesi” olarak nitelenebileceğini savunuyordu.
1923’te “Yeni Gün” gazetesine yazdığı “Türk Kimdir?” başlıklı makalesinde ise, Gökalp’e göre, “Osmanlı efendilerinin” asimilasyon (“temessül”) hakkındaki yanlış siyaseti neticesinde Türkmen aşiretleri Kürtleşirken, “Yeni Türkiye, eski Osmanlı zihniyetine göre değil, Türk halkının doğru duygularına göre idare olunacak”tır:
“O halde, temessül hakkında da muayyen, vazıh, aleni bir programımız olmalıdır. Türk halkı, bu eski dostları, dili dilime uymak, dini dimine uymak şartile kendisine müsavi kardeş sayar. Yani bunları da Türk sayar. Yalnız şu şartla ki, artık onlar da milli mahalle, milli köy, milli nahiye ve kaza yapmak gibi, eski lisanlarını, adetlerini, elbiselerini muhafaza etmek gibi anel merkez emellere, dileklere düşmekten sakınmalıdırlar. Yeni Türkiye artık Anadolu’da yeni hiçbir milliyetin muhaceret tarıkiyle tesisine müsaade edemez. Yeni Türkiye’ye gelecek gayri Türkler ancak Türkleşmek ve Türklüğe temessül etmek arzusuyla gelebilirler. Binaenaleyh bu hususta yapılacak kanunlara, nizamnamelere, talimatnamelere samimi bir suretle itaat etmelidirler. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Türk Hükümeti ve Türk matbuatı bu hususta son derece dikkatli ve basiretli bulunmalıdır.” (Akt. Kutlay 2011:296)
Gökalp 1924’te öldü, ancak ölmeden hemen önceki yıllarda, başka bir ifadeyle Cumhuriyet’in hemen başlarında bu görüşleri dillendiren Gökalp’in Kürt ilgisini tastamam anlayabilmek için yeniden biraz daha geriye gitmekte fayda var.
Osmanlı’nın son yıllarında da, daha doğrusu 1910’lu yılların ilk yarısında da benzer görüşleri savunduğu görülen Gökalp, bu yönüyle örneğin dönemdaşı Yusuf Akçura’dan da ayrı düşmekteydi. Türklüğü verili, etnik, tarihsel ve Orta Asya “Türkî halklar” (Turancılık) çerçevesinde değerlendiren Akçura’dan en önemli farklılığı Gökalp’in, Türklüğü verili olmaktan ziyade, “elde edilebilir, erişilebilir” kabul etmesidir. (Ancak bu durum, Gökalp’in özcü milliyetçi bir kurguya sahip olmadığı anlamına gelmiyor. Aynı şekilde örneğin “millî iktisad” veya İslam ve Türlük ilişkisi gibi bazı önemli konularda iki ismin benzerlikleri de göz ardı edilemez (Bkz. Üngür 2016).) Bununla birlikte Fuat Dündar’a göre, Gökalp “üstelik sadece Kürtlerin asimilasyonunu önermiyor, ‘olabilirliğini’ de bilimsel olarak gösteriyordu. Akçura, Türk olmayanların asimile edilemediklerine vurgu yaparken, Gökalp olabilirliğine vurgu yapıyordu, hatta yol ve yöntem gösteriyordu.” (Dündar 2018:153)
Gökalp, 1910’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkez yönetim kuruluna seçilmeden önce Diyarbakır’da Ahmed Cemil (Asena) ile birlikte İTC’nin “çizgisini, yani Türklük yararına Osmanlıcılık politikasını” esas alan Peyman dergisini Diyarbakır’da yayınlamıştı (Dündar 2018:148). Bu dergide Kürtlerle ilgili yazılarında gerçek ismini kullanmayan Gökalp, “yazılarıyla, İttihatçı (hatta Kemalist) politikanın temellerini atar.” Örneğin “Aşiretlerin özel yasalarla denetlenmesi” (Peyman, 2, 5 Temmuz 1909) başlıklı yazısında esas amacı “cerrahi bir operasyon ile milli bünyeden kesip atma[nın] mümkün” olmayan aşiretlerin “temsil ve isticnasları” olan “Aşiret nizamnamesi”nin hazırlanmasını öneriyordu. Buna göre Gökalp’in “toplumsal çözüm” önerilerinden bazıları, “mahkeme üyelerinin bölge insanından seçilmemesi, arazi sahiplerinin memuriyete alınmaması ve mahkemelere davalıların –Kürt köylüleri Türkçe konuşmaya mecbur kalsın diye– bizzat gelmelerinin zorunlu kılınması ve köy mekteplerinin kurulması [şeklindedir]. Göçebe ve yarı göçebe aşiretlerin yerleşik hayata geçirilmesi için ‘alan stratejisi’ önerir. Yani, aşiretlerin ‘göç yolları tespit edilip’ zamanla yaşam alanları ‘daraltılma’lıdır. Bu sayede ‘iskân’a ‘mecbur’ olacaklarını belirtir. Hatta bu sayede, Kürtlerde ‘özel mülkiyetin’ gelişeceğini de ileri sürecektir.” (Dündar 2018:152)
Bu sözüm ona çözüm önerilerine bakılırsa, Gökalp’in ta 1909 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin “Kürt anayasası” kabul edilen 1925 tarihli Şark Islahat Planının temellerini attığı görülebilir. Ayrıyeten bu yazdıklarına uygulan olarak Gökalp, merkez yöneticisi olduğu İTC’nin 1913’teki kongresinde aşiret bölgelerinin idaresi ve iskân siyaseti konularında kararların alınmasını sağlamıştı; daha önce belirttiğim gibi 1914’te Kürt bölgelerine gönderilen bir anket de hazırlamıştı.
Gökalp Kürtlerin araştırılması için yöntem önerirken kuşkusuz bunu sadece bir fikir olarak ortaya atmıyordu; nitekim bu dönemde Kürtlerin de iskân ve tehcirini planlayan ve organize eden İTC’nin kurumu Aşâir ve Muhacirîn Müdüriyet-i Umumiyesi’nin bünyesindeki Encümeni İlmiye Heyeti’nin başındaki kişidir. Bu kurum ve Kürtlerle ilgili bu kurum bünyesinde yapılan ve böylece bir kez daha Gökalp’in rolüne işaret eden esaslı iki işe daha sonra değineceğim. Ancak öncesinde, mevzu Gökalp’ten açılmışken, hem Cumhuriyet dönemindeki rolü hem de Kürt kökenine dair ileri sürülen bazı görüşlere veya kısmen de spekülasyonlara bakmakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Rohat Alakom’a göre, “Türk ulusçuluğunun temellerini atan Mustafa Kemal değil, kendisi bir Kürt olan Ziya Gökalp’tir”; Atatürk “düşünce üretme, görüş geliştirme konusunda … Ziya Gökalp’in ‘öğrencisi’dir.” Alakom, bu iddiasına Atatürk’ün söylediği kaydedilen “hissimin babası Namık Kemal, fikrimin babası Ziya Gökalp” cümlesini pek çok kişi gibi hatırlatıyor. Bu nedenle, Gökalp’in sistemleştirmeye çalıştığı ideolojinin yarattığı yıkım[ın] bugün de sürmekte” olduğunu savunan Alakom, Kürt kimliğine yaptığı vurgudan olsa gerek, “bu yıkım, Mustafa Kemal döneminde yaratılan baskı ve terörden daha da anlamlı ve etkilidir” diyor. (Rohat 1992:12)
Gökalp’in “devletçi-bürokratik-vesayetçi” düşüncelere sahip olduğunu ve hatta İttihatçıların “hocası” olarak da nitelendirildiğini kaydeden Tanıl Bora’ya göre de, “20. yüzyıl başında Osmanlı’da Türk milliyetçiliğinin bir politik ideoloji olarak biçimlenmesinde Yusuf Akçura ile Ziya Gökalp’in kurucu rolleri öne çıkar.” (2017:202-203) (Örneğin Bora şunları da yazıyor: “ ‘Türklerin zaten tabiaten devletçi’ olduğunu söyleyegelen Gökalp, 1923 eşiğindeki yazılarında Kemalizmin otoriter vesayetçi millet inşasına da yol gösterecektir: ‘Millî vicdan ve ilerleme reyle öğrenilemez’ ona göre, bunu bilenler ve öğretecek olanlar ‘milletin hakiki mümesilleri’ olan dâhiler, kahramanlar, fikir adamlarıdır.” (2017:214)
Fuat Dündar da Gökalp konusunda benzer bir kanaate sahiptir. Ona göre, “Gökalp, Kürt toplumunu bilimsel metotlarla araştıran ilk Kürdologlardan biri ve Türk milliyetçiliğini inşa eden ideolog olması hasebiyle bu iki halkın kaderi üzerinde en önemli rolü oynayan kişilerdendir.” (2018:143)
Gökalp’in “iki halkın kaderini” belirleyen kimliğe, yani Türklüğe dair görüşleri, kendi kimliğiyle ilgili tartışmalarla da yakından ilgili olmuştur. Nitekim Gökalp’in Kürt kimliği, Kürtlerin Türkleştirilmesi veya Türkçülüğün esaslarına dair görüşleri kadar gündeme gelmiştir. Üstelik sadece Kürt araştırmacıları, siyasetçileri veya milliyetçileri değil; Türk milliyetçileri, siyasetçileri ve araştırmacıları da Gökalp’in Kürt kökenine işaret etmiştir. Gökalp, ısrarlı biçimde Türklüğünü dillendirmesine ve hatta Türklüğünden şüphe edenleri veya bunu tartıştıranları “piç olmak” ile nitelendirecek kadar kaba tepki göstermesine karşın bu tartışma bitmemiştir. Kürt çevrelerinin tahkir, aşağılama ya da döneklik vurgulu Kürt köken hatırlatması, bazen benzer şekilde Türk milliyetçileri / İslamcıları tarafından da paylaşılmıştır (Bu arada Ali Kemal, 1919’da Peyam-ı Sabah gazetesinde Kürt olduğunu ileri sürünce Malta sürgünündeki Gökalp, “Bana Türk Değil Diyene” adlı şiiriyle yanıt vermişti: “Türklük hâdimine Türk değil diyen, / Soyca Türk olsa da piçtir, Türk değil!” (Dündar 2018:155)).
Burada ilginç bir hususa değinmekte fayda var. Gökalp’in anne tarafının Kürt, baba tarafının ise Türk olduğu kaydediliyor. Bu noktada Gökalp’in Kürtlüğüne dair iddialar, anne-soyu üzerinden ileri sürülmüş oluyor. Üstelik Gökalp, babasının kendisine “Namık Kemal gibi” olmasını “telkin” etmesini vasiyet olarak algılamasına rağmen bu Kürtlük iddiaları dillendirilmeye devam ediliyor (Dündar 2018:144). Açıkçası, Kürt ve Türk toplumları, benzer pek çok toplum gibi, basbayağı patriarkal olmalarına rağmen (bkz. Çağlayan 2014), köken tartışmasının anne tarafı üzerinden sürdürülmesi dikkat çekicidir. Burada Gökalp’in anne tarafının sosyal-siyasal-kültürel açıdan daha etkin olduğu ve babasının da bir nevi “iç güveyi” gittiği, bu nedenle anne tarafının tartışılmasının normal olduğu ileri sürülebilir. Bununla birlikte, Gökalp’in köken tartışmasında elbette patriarkal düzen ve onu üreten – meşrulaştıran toplumsal cinsiyet ideolojisinin / söyleminin dışına çıkıldığı ileri sürülemez; aksine bunun yeniden üretimi söz konusudur. Gökalp’in anne tarafı üzerinden kurgulanan kökeninin, tahkir, hakaret, aşağılama ve hatta sövgüye konu edildiği gözden kaçırılmamalıdır. Bu durumda karakteristik olarak toplumsal cinsiyet ideolojisinin milliyetçi düşünce üretimlerinin ayrılmaz parçası olduğuna dair feminist analiz bir kez daha haklı çıkıyor (Bkz. Yuval-Davis 2010; Çağlayan 2014.)
Gökalp’in sadece Kürt kökeni de değil, aynı zamanda “Kürtçülüğü” de dillendirilmiştir. Bu varsayımın iki dayanağı olduğu anlaşılıyor. Birincisi, Gökalp’in 1908’de Selanik’teki İTC kongresine katılmadan önce Kürtçeyle ilgili çalışmaları, daha doğrusu bir gramer çalışmasının olduğu iddiasından kaynaklanır. (Belirleyebildiğim kadarıyla bu iddiayı ilk olarak Celadet Alî Bedirxan, 1933’te Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta yazmıştı. Ancak iddianın yaygın olarak kullanıma sokulmasının Musa Anter sayesinde söz konusu olduğu anlaşılıyor. Öbür yandan Gökalp’in varlığı hakikaten tartışmalı olan bu gramerinin erken dönem Kürt milliyetçilerinden olan Halil Hayali’ye ait olduğuna ve Gökalp’in bunu elde ettikten sonra yakıp imha ettiğine dair bir başka iddia da var.) İkincisi ise, yine aynı dönemlerde Diyarbakır’da yayınlanan Peyman gazetesinde Kürtler hakkında yazdığı yazılardan ileri gelir, ki bu yazılarla nasıl bir Kürtçülük yaptığını anlamak hakikaten zor. (Bu hususlarla ilgili bkz. Anter 1991; Bedırhan 1973; Dündar 2018; Esengin 1976; Kutlay 2011; Rohat 1992).
Açıkçası, Gökalp ile ilgili ortaya koymaya çalıştığım çerçeve dururken ve kaldı ki kendi görüşleri son derece açıkken, bu iki mevzuyu uzun uzadıya ele almayı gerekli görmüyorum, sadece hatırlatmış olmakla yetineyim. Bununla birlikte 1924’te ölen Gökalp’in şayet yaşamış olsaydı Cumhuriyet’in sonraki yıllarında nasıl bir tutumun sahibi olabileceğine dair ilginç bir spekülasyona kısaca da olsa değinmek isterim.
Rohat Alakom, Gökalp’in Kürtler hakkındaki düşüncelerini erken ölümü nedeniyle “Türkçülüğün Esasları” gibi sistemleştiremediğini düşünüyor. “[K]endi Kürt kimliğini inkar etmesine rağmen [‘düşünsel intihar’ına rağmen], Kürt halkının etnik farklılığını inkara kalkmamış” olan Gökalp, 1924’te yaşamını yitirdiğinde Kürt meselesinin ve Cumhuriyet’in Kürtlere yönelik söylem ve siyasetinin yeni bir aşamaya geçtiğini belirten Alakom, bu noktada, düşün serüveninde daha önce yaşadığı değişimleri de göz önünde bulundurarak, “Gökalp’in ölümünden sonra, Kürtlerin olmadığı, onların Türk olduğu biçimindeki yeni tezlere karşı nasıl mevzileneceği”ni “asıl merak konusu” olarak ortaya atmıştı (1992:17).
“Senkronik biçimde, her mekân değiştirdiğinde düşünsel odağı –hatta bazılarına göre görüşleri!– değişen”, “bu mekân değişikliklerinde … Osmanlıcı-Turancı-Anadolucu ve bazen İslâmi bazen ‘laik’ bir siyaset gütmüş ve/fakat belki bu sayede döneminin tüm çalkantılarına rağmen, mikro ya da makro siyaseti şekillendirmeyi becermiş” biri olarak Gökalp’i tarif eden Fuat Dündar da benzer bir spekülasyondan yola çıkmıştı (2018:144). Dündar’a göre, “yaşamının birçok safhası gibi vefatı da, Kürt sorununda önemli siyasi gelişmelerin yaşandığı bir döneme denk gelir.” “Yaşasaydı şayet” diyen Dündar, Gökalp’in Lozan’da Musul’un alınmadan dönülmesi (“Musul’dan de facto vazgeçildiği”) ile halifeliğin kaldırılmasının “Kürt-Türk tarihsel gönüllü birliği”ne “önemli bir darbe vuracağının farkında olacağını” tahmin etmenin zor olmadığını ileri sürmüş ve eklemişti:
“Ancak Ankara’ya ne kadar muhalif olurdu, bilemeyiz! Ama bildiğimiz bir şey varsa o da, Kürt meselesinin kaderini belirleyen bu iki siyasi gelişmenin Ankara’yı Gökalp’in görüşlerine bile tahammül edemeyeceği bir noktaya götüreceğidir. Bir süre sonra Gökalp’in Kürt yazıları ‘yok’ sayılacak ve hatta sansürlenecektir. Yani, inşa ettiği milliyetçilik bir süre sonra, Gökalp’in kendi düşüncelerine bile tahammül edemeyeceği bir noktaya varmıştır!” (2018:156)
Daha önce bahsettiğim Gökalp’in Rıza Nur’un siparişiyle hazırladığı Kürt raporuna yönelik resmî yaklaşım, bir bakıma Fuat Dündar’ın varsayımlarını haklı çıkarıyor. Gökalp’in raporu, resmî bir yayın olarak uzun yıllar yayınlanmamış, hatta pek de gündeme getirilmemişti. Gökalp’in doğumunun 100. yıldönümü dolayısıyla 1974’te Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı’nın öncülüğünde Gökalp’in yazılarının, şiirlerinin, makalelerinin 28 kitap halinde yayımlanması kararlaştırılmıştı; bunlar arasında raporu da bulunmaktaydı. Ancak 1980’e gelindiğinde Gökalp’in birçok kitabı yayınlanmasına karşın bu rapor yayın programından çıkarılmıştı. Rohat Alakom’un da dikkat çektiği üzere, “[a]nlaşılan bu incelemenin devlete bağlı bir kuruluşun yayınları arasında çıkması ‘makul’ görülmemiştir.” (1992:55)
Alakom’a göre, örneğin 1926’da bazı yerel gazete ve dergilerde birkaç kesiti yayınlanmışsa da, Gökalp’in raporu “aradan 53 yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra, bu kez [hatta ‘ilk kez’] bir Kürt yayınevi [Komal Yayınları] tarafından kitap olarak” yayınlanmıştı. Bu “inceleme[nin] üzerindeki esrar perdesi”nin sürüp gitmesinin nedenini Alakom, “Gökalp’in taraftarları arasında ‘istenmeyen’ bir çalışma olarak” kabul edilmesine bağlıyor (1992:52-54).
Bir diğer husus da, Gökalp’in soy-ırk yerine hars-kültür kavramlarını Türklük ideolojisi için öne çıkarmasına dairdir. Her ne kadar Türk harsıyla terbiye edilmiş olmayı ve Türk hissetmeyi Türklük kimliği için yeterli gördüğünü defaten dillendirmiş, böylece Türklüğü olunabilir bir çerçevede kurgulayarak Kürtlerin asimilasyon yoluyla Türkleştirilmesini savunmuşsa da, bu durum, Gökalp’in Türklük kimliğinin özcü kurgusuna dair fikir sahibi olmadığını göstermez. Bilakis Gökalp “tek dilli ve homojen bir Osmanlı milleti hayal ediyordu (yek-dil ve yek-cihet bir Osmanlı Milleti)”. Ünlü şiiri “Kızılelma”da belirttiği üzere, nüfus homojenliğinin yanı sıra kültür ve dilde arılık sağlamış bir “yeni Türk dünyası”nı arzuluyordu (Üngör 2016:81). Bu nedenle Gökalp’in Türklüğü şanlı geçmiş ve gelecek ile birlikte tarihsel olarak ezel-ebed kurgulayan ve mitolojik dünyadan da beslenen Türk kimliğine dair yaklaşımının 1930’ların Türk Tarih Tezinin temellerini attığı da kaydedilir. Nitekim 1909’da “yeni hayat” olarak tarif ettiği yeni dönemde Türk ırkının üstünlüğünü vurgulamıştı. “Çürük, hasta, müteaffin [kokuşmuş]” Avrupa medeniyetine karşın, “hakiki medeniyet[in] ancak yeni hayatın inkişafı ile başlayacak Türk medeniyeti” olacağını ileri süren Gökalp’e göre, “Türk hassasiyetleri başka hassasiyetler gibi kadınlaşmamış”; “Nietzsche’nin tahayyül ettiği fevkal beşerler [üstün ırklar] Türklerdir. Türkler her asrın ‘yeni insanları’dır. Bundan dolayıdır ki yeni hayat bütün gençliklerin anası olan Türkler’den doğacaktır.” (Bora 2017:204)
Türklüğe dair bu görüşleri Gökalp’in 1930’lu yıllardaki Türk Tarih Teziyle ve haliyle Mustafa Kemal’in isteğiyle resmi siyaset haline gelen Türk ırkçılığıyla ne derece uyumlu olduğunu ve daha doğrusu nasıl bunun öncülüğünü yaptığını gösterir. Haliyle bu görüşleri Gökalp’in Türkleştirilmesi gerektiğini savunduğu Kürtlere yönelik hem kişisel bakış açısını hem de resmî ideolojiyle olan uyumluluğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Nihayetinde, yaşasaydı eğer Gökalp’in 1924’ten sonra olup bitenlere karşı nasıl bir tavır takındığını konuşmaktan ziyade, dikkat çekildiği üzere yeni devletin Gökalp’in görüşlerine nasıl yaklaştığı önemlidir.
Kaldı ki, eminim bu spekülasyonu ortaya atanların da bildikleri gibi, Gökalp zaten Kürtlerin Turanî kökenli ilan edildiklerinin farkındaydı. Sonuçta Kürtlerin Turanî kökenli olduklarına dair iddia, ilk kez örneğin Gökalp’in ölümünden sonra, mesela 1925’ten itibaren veya 1930’larda ortaya atılmadı. Bizzat Gökalp’in yöneticisi olduğu İTC’nin Aşâir ve Muhacirîn Müdüriyet-i Umumiyesi 1918’de yayınladığı bir kitapla bu iddiaya zemin hazırlamıştı. (Bir sonraki yazı ve podcast’te bu kitaptan ayrıntılı söz edeceğim.) Gökalp Rıza Nur’un talebiyle hazırladığı Kürt aşiretleri hakkındaki raporunda bu kitaptan da söz ediyordu. Örneğin Gökalp, İTC’nin bu “kitabın[ın] Kürtçelerin tasnifi hakkında Şerefnâme’den naklettiği beyanatın” doğruluğunu paylaşıyordu (1992:104). Öbür yandan İsmet İnönü Lozan görüşmeleri sırasında Kürtleri Turanî kökenli ilan ederken de Gökalp hala hayattaydı ve Türklüğe dair yazılar da yazıyordu.
Dikkat çektiğim bütün bu hususlarla birlikte, Gökalp’in, kendi ifadesiyle “Yeni Türkiye”deki konumuna dair Tanıl Bora’nın çizdiği şu çerçevenin açıklayıcı olduğu kanaatindeyim:
“Yeni ulus-devletin kuruluş sürecindeki resmî milliyetçilik ideolojisinin inşasında Gökalp millî uyanışın baş öğretmeni olarak yâd edilecek ancak tabi (kendisini ‘fikrimin babası’ diye anan) Mustafa Kemal’den ‘rol çalacak’ derecede önemsenmek istenmeyecek, ayrıca yeterince modernist ve inkılapçı olmadığı şerhi düşülecektir.” (2017:203)
Sonuç olarak; Talat Paşa’nın Kürtler için söylediği sözleri yol arkadaşı “Kürt kökenli” Ziya Gökalp’e uyarlayacak olursam, tastamam bir “gayr-i müfid”in (faydasızın) hikâyesini okudunuz…
İlgili Podcastler
Bir ‘Gayr-i Müfid’in Portresi: Ziya Gökalp. https://www.youtube.com/watch?v=AeivcSRe9AI
“Kürt Kökenli” Türkçüler. https://www.youtube.com/watch?v=zlLf5DJh2p8
Kaynakça
Musa, Anter (1991). Hatıralarım (1. Cilt). İstanbul: Yön Yayıncılık
Bedırhan, Celadet Ali (1973). “Mektup” / Mümtaz Mütefekkir CELADET ALİ BEDIRHAN’ın (Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine) Yazdığı Açık MEKTUP. (Naşiri: Dr. M. Nuri Dersimî). Halep
Bora, Tanıl (2017). Cereyanlar / Türkiye’de Siyasî İdeolojiler. İstanbul: İletişim Yayınları
Çağlayan, Handan (2014). Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar / Kürt Hareketinde Kadınlar ve Kadın Kimliğinin Oluşumu. İstanbul: İletişim Yayınları
Dündar, Fuat (2010). Modern Türkiye’nin Şifresi / İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918). İstanbul: İletişim Yayınları
Dündar, Fuat (2018). Kürt Sorunu Ekseninden Bir Ziya Gökalp Biyografisi. Yalçın Çakmak (Der.), Tuncay Şur (Der.), Kürt Tarihi ve Siyasetinden Portreler içinde. İstanbul: İletişim Yayınları
Esengin, General Kenan (1976). Kürtçülük Sorunu. Ankara: Su Yayınları
Gökalp, Ziya (1992). Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler. İstanbul: Sosyal Yayınları
Kutlay, Naci (2011). 21. Yüzyıla Girerken Kürtler. İstanbul: Peri Yayınları
Middle East Watch (MEW) (2003). Irak’ta Soykırım / Kürtlere Karşı Yürütülen Enfal Askeri Harekatı. İstanbul: Avesta Yayınları
Rohat (1992). Ziya Gökalp’in Büyük Çilesi Kürtler. İstanbul: Fırat Yayınları
Üngör, Uğur Ümit (2016). Modern Türkiye’nin İnşası / Doğu Anadolu’da Ulus, Devlet ve Şiddet (1913-1950). İstanbul: İletişim Yayınları
Yuval-Davis, Nira (2010). Cinsiyet ve Millet. İstanbul: İletişim Yayınları