Suna Arev: Bir güzel bahçe…

Yazarlar

Bir zamanlar bir bahçem vardı benim, rengarenk çiçekler açan…Sanayi kollarına yakındı, yanı başından uzun soluklu trenler geçerdi, bir kentten başka bir kente tanımadığım yolcuları taşırdı. İşte o zamanlar ben, hiçbir çiçeğin mülteci dilini, yurdunu bilmezdim. Buralarda ne dikenli bir kengerin ne de karın soğuğuna inat bir kardelenin yeşeremeyeceğini de hiç ama hiç bilmezdim. Elimde küçük bir bavulla başka bir ülkenin, başka bir mekanın zorunlu yolcusuydum.

Bavulum yirmilerde bir ömürdü..

Geldiğim toprakların evleri taş ve topraktı alçak damlı, tahta kapılı evlerin kilidi keçi kılıyla örülmüş örken dediğimiz iptendi. Öyle ki bir çocuk bile kolayca açar içeriye girebilirdi. Bir kardeş bahçesinde ‘yarin yanağından gayrı her yerde hep beraber’ ilkesi geçerliydi. Hal böyleyse ülkede bıraktığın büyük aile için de sorumluluğun o  bavula yüklüydü ve yük sorumluluk kadar ağırdı.

Edward Said, “Mülteci evini ve dilini kaybetmiş tek başına düzensiz merkezsiz bir hayatı yaşamaya zorlanmıştır “ der.

Sadece bu mu? Mülteci yaşadığı kültür ve insan ilişkileri şoku ile adeta yabacılaşır, iç dünyası kırılır, özünden uzaklaşır ve benlik duygusunu yitirir. Böylece güçsüz ve zayıf kalır. Süreç artık ait olamama haline bürünür; iki ülke arasındaki o derin vadide adeta ikiye bölünmüş bir beden haline gelir ki o artık hiçbir yere ait olamayan bir yabancıdır.

Yıllar neleri alıp götürür insandan? Kupkuru bir bedende yaşamaya çalışan yorgun bir kalp, en sevdiği yerlere bile gitmek istemeyen  yorgun ayaklar… Ömrümüzün çoğunu burada harcadığımız ve hep yabancı kaldığımız mekanlarda, modern yapılar arasında hissizleşerek yok olma serüveninin figüranları gibiyiz.

Beton bloklar arasında demirden kapılarımız en yalnız çağında şimdi. Posta kutularında soyadlarını okuduğumuz  ama hiç tanımadığımız komşularımız var. Bizim komşularımız ki nasıl da yalnız!  Biz onları öldükten sonra binaya yayılan kokularından biliriz. Brandaya sarılı cesetlerini burnumuzu tutarak arkalarından dehşetle izleriz. Yaz aylarında kokan vücutlarında kapı aralıklarında dışarıya taşan kahverengi kurtlar bu kirli, bu kapitalist sisteme sitem ederek binanın merdivenlerini doldurur.

” Eyy insanlık içeride haftalardır ölmüş kurtlanmış biri var, bir el verin”

Mülteci olmuşuz yalnızlığa, iç kırılmalarımız çöl şimdi, güvendiğimiz dağlar ise buz şimdi. Yine de ama yine de, “Dostun gül bahçesi cennettir bana” diyelim mi? Bütün tanıdıklarım mutsuz, mutsuz ve yalnız, tüm kalabalıklar arasında bile yapayalnız olsa da diyelim mi?

14 Nisan öğleden sonra telefonum acı acı ötüyor, acı acı diyorum zira, telefon çaldığında genelde hep üzücü haberler alırız da, ondan işte…

Maria arıyor! Binamızın en üst katında oturan son Alman kadın. En üstte bir Alman çift oturuyor, Maria ve eşi. Onlara son Alman çift diyorum çünkü boşalan her daireye sadece Alman olmayanlar yerleştiriliyor ve özellikle de Ortadoğu göçmenleri… Burada, ‘yabancılar entegre olamıyor yalanının’ gerçeğini her gün gettolaşarak yaşıyoruz. Aşırı sağ kanat gümbür gümbür geliyor! Binaların dış cephesinde gamalı haçın yanında ürkütücü bir yazı: ”Auslander Raus” (Yabancılar Defolun). Bu yazıları ertesi gün belediye silse ne yazar? Biliyoruz ki gidişat artık güvenli değil.Sonun başlangıcı dediğimiz yerdeyiz.

Sıcak bir merhabayla başlıyor söze, Maria:

-İşten geldin mi?

-Geldim.

-Yukarı gelir misin ? Sana bir sürprizim var ama işin varsa ben geleyim.

Şimdi 90 larda olan bu kadını yormaya ne hacet…

-Ben gelirim diyorum.

Sürpriz mi? Hangi sürpriz vurulmuş başımızı doğrultur ki bizim diyerek, asansörün 12’nci katına basıyorum.

Maria ve Arnolf beni kapıda karşılıyor. İkisinin de ağzı kulaklarında..! Önce Maria beni göğsüne bastırıyor, sonra Arnolf. Onlar benim burada, bu zorlu gurbette annem ve babam değiller mi? Bir yedek anahtarları da bende değil mi? Her koşulda onlar benim, ben de onların yanında değil miyim?

Onlar ki Nazi Almanya’sında anne ve babalarını kaybetmiş eski sosyal demokratlardır.

Evin uzunca balkonuna geçiyoruz. Maria orada nasırlı avuçlarıma güler yüzlü bir anahtar bırakıyor.

”İşte sana harika bir bahçe. Ömrünü verdiğin kişi bahçeyi elinden aldığında senin kadar biz de üzülmüştük. Al işte al, en güzel bahçe…”

Önce Mara’ya sonra Arnolf’a sarılıyorum. Aşağıda sonu görülmeyen bir orman… Bir orman ki hepsinin başı kurumuş, sanayi artıklarının kurbanı olmuşlar.

Gözlerimde sevinç gözyaşları. Arnolf’un omuzundan ormana bakıyorum. Mültecileri andıran bu ormana ‘ah’ çekerek sesleniyorum.

”Hey orman heyyy; başımızın bu kurumuş dallarını kesseler bir daha yeşerir miyiz ha bir daha yeşerir miyiz..?

Toprak iyileştiricidir, insana alçak gönüllü olmayı öğretir. Kırılan iç dünyamızı onarır..

Bir bahçem vardı eskiden, dilini anlamadığım bir bahçem, sanayi kollarına yakın, yanı başından yolcular taşırdı bir kentten başka bir kente trenler. Hiç tanımadığım o yolcular meğerse başları vurulmuş mültecilerdi…

Bir bahçem vardı bir zamanlar, bir bahçem ve o zamanlar hiçbir çiçeğin dilini bilmezdim. Sonra bir gün  Nergis’in kanlı elleri Ekho’yu boğazlarken uyandım.

İşte o gün ben bütün çiçeklerin dilini öğrendim…

Yeşile boyalı demir bir bahçe kapısının önündeyiz…Ne garip; sanayi kollarına yakın, sabahları dörtte başladığım iş yerime de yakın. Hiçbir inancın müridi değilim fakat, bu ne güzel bir ödül.

Maria’ya tekrar sarılıyorum, bahçenin eski sahibinin hikayesinden habersiz…

/Devam edecek/

İlginizi Çekebilir

Cinsel istismara maruz Sıla bebeğin yaşam mücadelesi sürüyor
Merdan Dirlik: Kadına yönelik şiddet

Öne Çıkanlar