Liberal demokrasilerin iflası ve bu çöküşün ilanı, özellikle Trump’ın yükselişiyle simgeleşmiş bir dönemeç olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte, sağ popülist rejimlerin dünyada art arda sahneye çıkışı, toplumsal, ekonomik ve kültürel kırılmaların giderek derinleştiği ve liberalleşmenin krizini açığa çıkardığı bir evrenin habercisidir. Trump gibi liderler, geleneksel siyasi yapıları altüst eden yaklaşımlarıyla, neoliberal politikaların yarattığı ekonomik ve sosyal düzensizlikleri manipüle ederek destek kazanmış, demokratik değerleri sistematik bir şekilde aşındırmıştır. Bu eğilim, liberal demokrasinin vaat ettiği özgürlük, eşitlik ve sosyal adalet gibi değerlerin ciddi bir çöküşe uğradığını ve bunların yerine, kutuplaşma, milliyetçilik ve otoriterliğe dayalı bir yapının ortaya çıkmaya başladığını göstermektedir.
Liberal demokrasiler, özellikle 1980’lerde başlayan neoliberal dalga ile büyük sermaye gruplarına bağımlı hale gelirken, küresel kapitalizmin getirdiği ekonomik eşitsizlik giderek derinleşmiştir. Bu derinleşme, toplumun geniş kesimlerini yoksulluğa ve güvencesizliğe sürüklerken, özellikle orta sınıfın erimesine yol açmış ve sosyal adalete olan inancı sarsmıştır. Giderek azalan fırsat eşitliği, özellikle 2008 küresel finansal krizi sonrası daha da belirgin hale gelmiş ve liberal demokrasilerin toplumun geniş kesimleri nezdinde işlevsiz bir yapıya dönüştüğü algısını güçlendirmiştir.
Ekonomik krizin ve küresel kapitalizmin yaratmış olduğu bu eşitsizlik zemini, popülist hareketlerin güç kazanmasına olanak tanımıştır. Sistemin kendilerini dışladığını düşünen ve ekonomik güvenliklerini kaybeden kitleler, bu açmazın sorumlusu olarak gördükleri demokratik kurumlara ve elit kesimlere karşı yabancılaşmaya başlamışlardır. Popülist liderler, bu öfke dalgasını kendi lehlerine çevirerek, liberal demokrasiye bir alternatif olarak kendilerini sunmuşlardır. Ekonomik adaletsizlikler karşısında çaresiz kalan halk kitleleri, popülist hareketlerin söylemlerine yönelmiş ve bu liderler, demokrasinin vaat ettiği değerleri terk ederek, daha otoriter, merkeziyetçi ve toplumun çıkarlarına göre yeniden şekillenmiş bir yönetim biçimini savunmuşlardır.
Bu noktada Trump gibi liderlerin sembolik önemi ortaya çıkar. Onun iktidara gelişi, sadece Amerika’nın değil, aynı zamanda dünya genelinde liberal demokrasinin geçirdiği krizi ve sağ popülist bir sistemin giderek yayıldığını gözler önüne serer. Trump’ın popülist söylemleri ve demagojik yaklaşımları, ekonomik krizlere hızlı çözümler sunma iddiasıyla toplumsal desteğini pekiştirmiş, ancak aynı zamanda sosyal ayrışmayı ve kutuplaşmayı derinleştirmiştir. Bu süreçte, halkın duygusal tepkileri, rasyonel düşünceye göre daha etkili olmuş, insanlar giderek artan bir şekilde otoriter eğilimlere meyletmiştir. Bu durum, liberal demokrasinin dayanıklılığını sarsmış ve sağ popülist rejimlerin güç kazanmasına yol açmıştır.
Küreselleşme ve neoliberal politikalar, yalnızca ekonomik eşitsizlikleri artırmakla kalmamış, aynı zamanda devletlerin bağımsız ekonomik politikalar geliştirme kapasitesini de sınırlandırmıştır. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların dayattığı kemer sıkma politikaları, 2008 sonrası Avrupa’da derin ekonomik sorunlara ve işsizlik oranlarının yükselmesine neden olmuştur. Bu durum, halkın demokrasiye duyduğu güveni zedelemiş ve uluslararası finansal kurumların ulusal ekonomilere müdahalesi, halkın egemenlik algısını zayıflatmıştır. Artık devletler, küresel kapitalizmin birer parçası olarak, kendi vatandaşlarının refahını sağlama işlevinden uzaklaşmış durumdadır.
Bu gelişmelerle birlikte popülist liderler, demokrasinin sosyal adalet, özgürlük ve eşitlik gibi temel vaatlerini yerine getiremediğini söyleyerek halkın desteğini kazanmış ve böylece geleneksel siyaset yapısını sarsmıştır. Sosyal medya gibi platformların bilgi kirliliğine yol açması, sahte haberlerin toplum üzerinde etkisini artırmış, kutuplaşmayı ve güvensizliği daha da derinleştirmiştir. İnsanların rasyonel karar alma kapasitesini zayıflatan bu manipülasyon, popülist söylemlerin etkisini güçlendirmiş ve demokratik süreçleri sekteye uğratmıştır.
Küresel kapitalizmin ve ekonomik krizlerin liberal demokrasi üzerindeki etkisi, demokrasinin temel değerlerinden uzaklaşarak, sağ popülist bir sistemin yaygınlaşmasına neden olmuştur. Liberal demokrasilerin karşı karşıya kaldığı bu kriz, sadece ekonomik sorunlar ve küreselleşmenin etkileriyle değil, aynı zamanda içsel yapısal sorunlarla da ilgilidir. Bu yapısal sorunlar, demokratik kurumlara olan güveni sarsarak, popülist hareketlerin yükselmesine katkıda bulunmuştur.
Sonuç olarak, Trump’ın temsil ettiği sağ popülist akım, yalnızca liberal demokrasilerin krizini değil, aynı zamanda yeni bir postfaşist dönemin başlangıcını da simgeler. Bu süreç, liberal demokrasinin temel ilkelerini aşındırarak, ekonomik krizlerin derinleştirdiği bir sağ popülist rejim dönemine geçişi hızlandırmaktadır
Sağ popülist rejimler yerine liberal demokrasi değil giderek alternatif radikal demokrasiler süreci gelişecektir. Liberal demokrasinin kendini yeniden tanımlama ve bu zorlukları aşabilecek dayanıklı, kapsayıcı yapılar oluşturma süreci büyük ölçüde tükenmiştir. Bu koşullarda, popülist hareketlerin ivme kazandığı bir dünyada, liberal demokrasilerin yeniden güçlenmesi arayışları etkili bir sonuç doğurmayacaktır.
Artık süreç, radikal demokrasi cephesinin genişleme dönemine girmiştir. Toplumsal zeminin nesnel koşulları, radikal demokrasinin görünürlük kazandığı ve kök saldığı bir yapı haline gelmiştir. Bu dönüşüm, sivil toplum öncülüğünde, radikal çıkışların geniş çapta yaşanacağı bir döneme doğru evrilmektedir.