Dünyanın pek çok ülkelerinde yasalar vardır ve yasaların gücü, her şeyin üstündedir. Yasa gücünü demokrasiden alır ve hiç bir yasada bana göre ya da başkalarına göre davran diye bir madde yoktur. Demokrasi, özgürlük demektir, istediğini seçmektir. Ben kendi fikirlerimi, sen kendi fikirlerini savunursun, anlaşamadığımız yerde tartışırız; benim, seni, senin de beni ikna etmek gibi bir derdimiz vardır ama ben senin her dediğini kabul etmek zorunda değilimdir…
Kayyumla Kürtlere dayatılan budur; benim seçtiğim değil, senin karar verdiğin biri eğer beni yönetme hakkına sahip olursa, burada iki şey zarar görür, demokrasi ve özgürlük. Bu ikisinin olmadığı bir yerde, yasa rafa kaldırılmıştır. Kayyum atanan kimselerin “suç haneleri” vardır. Ama bu haneler eğer varsa, neden onların seçilmesine itiraz edilmemiştir; sonuçta isimler, seçmenden önce yasa tarafından gözden geçirilmiştir. Seçildikten sonra kişide suç bulma, yasayı yok saymaktır. Burada, siyasetin yasa üzerindeki etkisinden çok, siyasetin yasası işliyor demektir. Bu da ancak günümüzde hınç olarak okunabilir; hınç ressentimenttir. Bu da zihnin kendini zehirlemesi olarak yorumlanır. Hıncın kaynağı hasettir, kıskançlıktır, rekabettir.
Haset siyasetinin kaynağında imrendiğimiz bir şeye sahip olunması halinde duyduğumuz iktidarsızlık hissidir. Kayyum, iktidarsızlıktır; oraya demokrasiyle hükmedemiyordur, hınçla hükmediyordur.
Seni sen yapan siyaset, hıncın olmamalıdır; seni sen yapan, siyaset bilincinin olmasıdır. Brecht’in enektoduyla “Bir şey istenmeyen bir yerde duruyorsa, bu karmaşadır.” Kayyum, insanlarımıza yalnızca karmaşa vermiştir; böylesi zamanlarda sağduyu bir yana atılır, ya da bir şey vardır, biri ona çelme takar, böylece insan bilinci baskı altına alınır, ruhsal dengesizlik alıp başını gider. Eskiler buna kompleks diyordu. İktidarların da insanlar gibi bir çocukluk dönemleri var demek ki… Bilinçaltlarında hep kendilerini ispatlama ve bunu, başkasını yok sayarak yapma… Başaramayınca acı çektirme, böylece acısına son verme…
Dahası, kayyum uygulaması keyfilik başka boyutlara ulaştı. Ali Yerlikaya, kayyuma yeni bir tanım getirdi: Emin!
Emin köylerde olur, sorunlu arazi işlerinde olur, dahası bu olurların uzak tarihi Osmanlıdır; eminler vardı ve bunların işi esnafı ve köylüyü denetim altına almaktır. Şehremini unvanı ise Türkiye Cumhuriyeti’nde bir süre daha kullanıldı ama, 1930’da çıkarılan belediye kanunuyla şehremini ve şehremanetinin yerini belediye ve belediye meclisi gibi unvanlar aldı. Osmanlı diktasında bu atanan kimseydi ve bu kimseden Ömer adaleti, Ebubekir sadakati, Ali yiğitliği beklenirdi: Halka hizmet, hakka hizmet…
Diyelim ki kayyum yerine, iyi niyetle, emin denildi. Emin kimdir? Emin halkın büyük çoğunluğunun emin olduğuna inanmadığı biridir, halkın içinden çıkan, halkın seçtiği biri değildir. Dahası bu Osmanlı döneminde kalma bir uygulamaydı ve bugün, bunun karşılığını aramak, bulmak demokrasiye uymamaktadır, insan hak ve hürriyetlerini de yok saymaktır. Bugüne kadar gördüğümüz eminler/ kayyumların kaçta kaçı adil, sadık ve yiğit kişiler oldu; kaçı halka hizmeti, hakka hizmet olarak gördü… Kayyumların borçları, belediye binalarında günlerce asılı kaldı…
Kayyum, kıyamdan geliyor; sana karşı olan herkes, sana göre suçludur ve suçlunun tez elden başı alınır; bu, ilk anlamdır, ikinci anlam, kayyum, Allah demektir; her şeyin varlığı kendisine bağlı olan, kâinatı idare eden demektir. Dünyanın hiçbir ülkesinde iktidar Allah değildir. Tut ki, kayyumla Allah’ın işini üstlendi kişi ama şu soruda can yakıcı olacaktır; sen Allah’ın işini üslenirsin ama kıydığın, kıyama layık gördüğün kişi senin kulun mudur? O da senin gibi seçilmiştir. Buradan küffar doğar, sen Allah’ın işini üstelenemezsin, sen kulsun ama kendini her şeye ve herkese kaim yaparsan, günaha girersin; kaim, makamdır ve bu makamın tek bir sahibi vardır, o da Allah’tır, sen Allah değilsin ve sen, benim dinimi, dilimi tayin edemezsin. Tut ki Allah sana yetki/ güç verdi, sen sana uymayanları mahkum ediyorsun, bunu da adalet adına yapıyorsun, adaleti ayakta tutmak adına yapıyorsun ama Allah adına yaptığın için yine beni kendince küffara (benden olmayan) dahil ediyorsun, çünkü sen, egoyla, beni herhangi bir şeye ikna etmiyorsun, kendini dayatıyorsun; kaim olan Allah’tır ve sen, kaim olan benim diyorsun, kendini Allah katına çıkartıyorsun, açıkça “Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan, hay ve kayyum olandır” mealindeki kelime-i tevhidin sonunda yer alan ve ayette de kıyametin tasviri sırasında hay ismiyle birlikte lafza-i celâl yerine kendini koyuyorsun… Buna yasa diyorsun; bu siyasi ilahiyattır, bunun silahlı hali, radikal İslam’dır, bunlar kendilerinden olmayanların mallarını ve canlarını kendilerine helal sayarlardı. Tut ki saydın, ben de boyun eğdim, benim boyun eğmemle senin boyun uzayacak mıdır? Peygamber bir dua sırasında şunu söyler: “Sen kayyımsın (yaşatansın) der. Oysa, sen, kayyumla, emin diyerek, Allahlık taslıyor ve sadece kendini yaşatıyorsun…Kayyumların yaşadığı şatafatlı hayat ve halka dayattığı borçların afişleri halen belleklerdedir.
Dersim kayyumu- şahsidir- içimi acıtmıştır. Vilayetçilik yapan kimi arkadaşlarım kızacaktır belki ama Dersim, Kürtlüğün, dinsel ve siyasal temsilidir. Orada Kürtlerin bin yıllık tarihi ve kültürü vardır. Seyit Rıza, bütün Kürtlerin kalbinde kutsaldır. Kendimize Seyit Rıza’nın halkı desek, hiçbir Kürt incinmeyecektir; o sadece Kürtlerin haysiyeti değildir, hamiyetidir de. Dersim Belediye Reisi Birsen Orhan’ın evi yakılmış, elbiseleriyle kendini dışarı atan deli bir kadın gibi sokaklarda çığlık atarak kayyımı, 38’le anması Kürtleri derinden yaralamıştır. Nedir ki yüz yıllık Kürt tarihi? Dün boyun eğ (parare) deniliyordu, bugün buyruklarıma uy (jubare) deniliyor.
Nedir suç?
Seçmek, seçilmek suç mu?
Devlet Bahçeli, bir süredir Öcalan için, “gelsin konuşsun” diyor. Sonra mesele bir gayya kuyusuna döndü. Yorum çok ama sonuç yok…
Aşırı yorum, bilgiyi yok eder ve yerini sadece altı boş tartışmalara bırakır. Adım atılması gereklidir. Öcalan’la salt Kürtler değil, CHP’den, MHP’den ve AKP’den vekiller ya da akil adamlar gidip görüşsünler ve görüşmelerini paylaşsınlar. Bahçeli el uzattı, “gelsin konuşsun” dedi ama Öcalan’ın ne dediğini bilmiyoruz. Öcalan sadece “kudretim var” diyor; böyle diyor ama bu ne değerlendiriliyor ne de bu konuşma ete kemiğe bürünüyor.
Bahçeli’nin gelsin konuşsun, Öcalan’ın kudretim vardır demesi eğer bugün göz ardı edilirse ve hatta adım adım kayyum ve emin gibi kavramlarla ilerlenirse, buradan bir sonuç alınmaz. Nedeni şu: İnsanların ve halkların geleceği hiçbir zaman bir senaryoya ya da günlük hayatın plastik cerrahisine, gündelik siyasete indirgenemez.
Ve böylesi zamanlarda, zaman kıymetlidir. Bu kıymetli zamanı kimse biçimlendiremez. Böyle giderse Öcalan’ın kudretim var demesi, Bahçeli’nin gelsin konuşsun demesi bir süre sonra sahihliğini yitirir; çünkü böylesi zamanlarda, zaman, ne geçmişi, ne geleceği gösterir, şimdiyi gösterir.