Nisanın 16’sı olabilir, 15’i de, belki de Cuma, ama yıl kesinlikle 2011. Ahmet Ataş beni Londra-Paddington garına bıraktı. Biletimi okuyan garip turnikeden geçip peronun solundaki trenin önünde duran ve bütün gar çalışanları gibi yakına bakınca uzağı görebilen görevliye o tarihî soruyu sordum:
-Hello sir, which wagon goes to Exeter? (Merhaba beyefendi, hangi vagon Exeter’a gidiyor?)
Cevabı daha tarihîydi:
-They all go, sir! (Alayı gidiyor, hacım!)
Benzer bir soruyu, 2011 Martının sonlarında Berlin’den Paris’e gidecek ucuzun ucuzu bir uçağa binerken de biniş kartımı kabine zor bela sığan stewarta göstererek yankılı bir aksanla sormuştum: “Hello sir, which seat is mine?” (Merhaba beyefendi, hangi koltuk benim?). Uzattığım biniş kartına bakmadan verdiği cevap, birkaç gün sonraki cevabı çağırmıştı: “They all!” (Alayı!)
Belki ikisi de bir yere sığamamak duygusuyla ilgilidir; “kaygı” değil, “özgürlük arayışı” diyeceğim buna yaygın sosyalbilim lehçesini taklit ederek. Yine de ilkinde hassaten haklıydım, uçak doğru uçaktı ama biniş kartının üstünde koltuk numarası yoktu. Onunla kalsa iyi. Kokpitin kapısı bozuktu. Stewartlar gülmekten rutin anonsları yapamadılar. Kaptan “gemimize hoş geldiniz, bir süre Kanarya Adalarında denize girdikten sonra Paris’e gitmeyi planlıyoruz” dedi. Kemer memer hak getire. Başlarında öğretmenleri olmayan iri yarı kreş çocukları gibi şamatayla vardık. İniş sırasında hangi kitabın hangi sayfasındaki hangi cümleyi okuduğumu “var olmayan” dikkatli okurlarım birkaç yıl önceki bir yazımdan hatırlayamayacaklardır!
Başka bir gezegendeki bu ülkeye vardığım ilk gün, Heathrow’dan metroya geçip anonsa kulak verdiğimde şöyle demiştim içimden: “Eğer bu İngilizceyse ben bir gıdım İngilizce bilmiyorum!” Artık ilk işim, gerçek kimseler gibi konuşmayan Mr and Mrs Brown’u bulup bir güzel haşlamak olacaktı.
Kitabî olanla gündelik olan arasındaki uçurum epey derindi. Bir sürü aksan ve lehçeye çarparak geçecek günlerimin başındaydım daha. Dilim damağıma sığınacak ve tutukluğum, bir Eylül akşamı Bampfylde caddesindeki bir evdeki yüksek sesli bir partide mutfağın bahçeye açılan kapısı önünde Pavena’yı tanıyana kadar devam edecekti. Uzak bir yağmura benziyordu, elleri bir sürü parmağa bölünmüş bir maviydi.
Exeter’e giden herhangi bir vagonun herhangi bir koltuğuna oturdum. Sıcak gözleriyle yediği şeylerden ikram etmek isteyen bir Pakinin pek az anladığım sohbetine pek az katılarak pencereye döndüm. Bir tren mi bir uzamın içinden geçiyordu yoksa bir uzam bir treni içine mi çekiyordu? Hareket her zamanki gibi tuhaftı. Zaten fizik sevmem, kimya da sevmem. İkisinden de ikmale kalıp ilkinden sorumlu geçerek tahsil hayatıma devam etmiştim zamanında. Şanssızlık işte, o dersi geçmesem, şimdi böyle kadrosuz ve sigortasız bir profesör olmak yerine dolunaya bakıp muskalar yazan yarıdeli bir çoban olabilirdim. Hayat sahiden de elden kaçmış böylesi fırsatlarla dolu.
Sonunda Özlem Belçim Galip’in karşılamak için beklediği Exeter-St. David garına büyük bir valizle indiğimde bu kez bütün vagonları Londra’ya giden treni bekleyen Sultan ile tanıştırıldım. Gözlerinden oluşan bu adam gözlerini ayaklarımıza dikerek “botlarınız aynı” deyip duruyor. Arabistanlı bir petrol zengininin oğlu olan Sultan, dönünceye kadar kalmam için evinin anahtarlarını veriyor. Hemen de anlatıyor; babası Fas’ta konakladığı bir otelde çalışan annesiyle tanışmış; dine uygun hale getirilmiş bir ayş u nuş gecesi ve yirmi yıl kadar sonra aileye kabul töreni. Birkaç gün Sultan’ın evinde kaldım, sonra oğlum Cem Şivan’ın Google Earth’ten bakıp bakıp “pencerendeki kâğıt havluyu görüyorum baba” dediği, Northgate House’daki evime yerleştim.
Şehirdeki küçük Kürdî toplulukla tanışmam uzun sürmedi. Mithat’ı, Şilêr’i, Christine’i, Kerrie’si, Said’i, Kawa’sı, Ferengîs’i, Aziz’i, Fuat’ı, Musa’sı, Vladimir’i… Bu aşiretin üyelerinden biri, Muğla-Milaslı. Onunla Clémence Schalbert ve Müslüm Yücel’in evinde tanıştırıldık. Queen’s English ve Torî Kürtçesi (Kurmancî) konuşuyor. Uzun süre Kürt olmadığına inanamadım, Boğaziçi’ne bakmaktan yorulmuş bir yalıda büyümüş birinin iç sesiyle “saf buldular tabii, kafa buluyorlar benlen” diye düşünüp durdum.
Şu aralar o garip Bristol İngilizcesini de öğrenmiş olduğunu tahmin ettiğim Argun Çakır’dan bahsediyorum. Hawar dergisinden bir sayfanın kopyası var elinde. Anlamadığı bir sözcüğü sorup duruyor. Tanışma faslının gerekli, ezber ve otomatik cümlelerini yarıda kesip öğrenmek istediği sözcüğü bana da soruyor. Sayfayı alıp sözcüğün içinde olduğu yazıyı okumaya başlıyorum. Yazıda benim anlamadığım en aşağı beş sözcükten biri onun anlamadığı o tek sözcük.
Torî Kurmancîsi gibi akademik Kürtçe de biliyor. Eskiden “akademik Kürtçe” ifadesine karşı çıkıp onu bunu ayıplardım, ama “akademik Fransızca” ifadesini duyunca kalakaldım. Bu, yanlış bildiğim ama doğrusunu güç bela kabulleninceye kadar imanlı bir cahil gibi savunduğum şeylerden sadece bir tanesidir.
Bir sempozyuma “Horasan Kürtlerinin Yazılı Edebiyatı” başlıklı bir bildiri özeti gönderecektim. Özetin İngilizcesini yeniden yazdı! O sempozyum olmadı ama 2013’teki 2. Dersim Sempozyumu’na aynı bildiri ile katıldım. Sonra o bildiri genişledi, Horasan Kürtleri kitabı oldu. Nisêbîn’e varıp Qereç/î, Mitirb, Gewende, Romanî, Poşe ve Polatî de denen Domların müziği hakkında doktora tezini hazırladığı dönemde Mardin’de birkaç kez görüştük. Her zamanki gibi aklı başka yerdeydi Argun’un. Kafasının içinde ara sıra takılan bir kayıt şeridi vardı sanki.
Geçenlerde Cem Şivan yoğun Francisco de Goya okumalarından ve onun (adını veremeyeceğim) ruh ikizi bir İtalyan besteciden söz ederken Murat Bardakçı’nın tetikçilik yaptığı bir köşe yazısını andı. Telefonu kapattıktan sonra yazının linkini gönderdi. Bir de ne göreyim, majestelerinin tarihçisi Bardakçı bizim Argun’u ispiyonlamış. Bununla kalmamış, hedef gösterdiği akademik yazısını hedef gösterdiği akademik dergiden çıkarttırmış, söz konusu derginin editör ve çalışanlarını görevden aldırmış ya da uzaklaştırmış.
Bardakçı yazıyı, yazarı, dergiyi ve dergi kadrosunu iki nedenle jurnallemiş: 1. Argun bahsettiği müzik geleneğini harita üzerinde gösterirken şehirleri Kürtlerin telaffuz ettikleri şekilde zikretmişmiş. Bardakçı’nın kapısının kulu olduğu devletin koyduğu adları da vermiş, ama parantez içinde. 2. Argun, Kürt müziğinden söz ederken (aktarma ile) PKK’nin “1980’lerde Kürt siyasetinin hâkim aktörü” haline geldiğini yazmışmış. Birinci maddeye bakıp egemen, parantezin içine tıkılınca kendini mahpus ve zail hissetmiş diyebiliriz. İkinci madde ise, egemenin uydurduğu yalanı sürekli duymak istemesiyle ilgilidir. Bu iki tutum ile egemen hükümsüz bırakılır ki bir özgürlük jestidir bu.
Argun iyi ki tarihinde pek az onurlu sayfa barındıran vazife başındaki yerli ve millî üniversitelerden birinde çalışmıyor. Bristol’deki masasında Domların müziğini dinliyor ve hatta icra ediyor. Domların dilini de biliyor; onları tanımak için değil, onlardan biri olmak için.
Babam Evdilhekîm de Dom dilini bilir. Ben çocukken genç bir adam olan babamın genç arkadaşlarıyla genç kadınlardan söz ettiklerini anlardım, kıkırdayarak, “sone, sone” (güzel, güzel) derlerdi ikide bir. Zaten yerleşik ya da konargöçer hemen her Kürt aşiretinin habitatında bir de Dom aşireti vardır, bir tür eş-aşiret. Domlar eş-aşiretin sanat, sağlık, binek bakımı, fal gibi çeşitli ihtiyaçlarından sorumludur, eş-aşiret ise Domların konaklama alanı ile erzak, geçim ve güvenliklerinden sorumludur.
Bizim eş-aşiretimizin ağasının adı Terhan’dı. Dünyayı dengede tutan bıyıkları vardı. Bir gün harmanyerinde aşiretine ayrılan buğday, arpa ve mercimeki az buldu ve amcamla tartıştı. Uzun sürünce sırtını dönüp giden amcamın arkasından şöyle seslenmişti: “Nuri ağa, sen kendi aşiretinin ağasıysan ben de kendi aşiretimin ağasıyım. Bana ayırdıklarını üçte bir oranında artırsınlar. Yoksa harmanyerinden de meradan da giderim!” Terhan’ın her iki yeri terk etmesi, eş-aşiret için çok onur kırıcı olacağından kendi aşiretinin talebi hemen yerine getirildi.
Doğduğum yıl ve ertesi yıl köyde doğanların hepsi kız olmuş, bu yüzden erkek yaşıtım yoktu. Neyse ki baharın ilk aylarında rengarenk çadırlarıyla meraya konan Domlar içinde ikiz yaşıtlarım vardı: Hemo ve Delîl. Üç arkadaş ökseler, bağrışan kirpiler, öfkeli yaban arıları, yılan ıslıkları içinde dolanır dururduk. Şimdi Paris’te aşağıdan gökyüzüne bakan penceremden bir tür hatırlama gibi yağan sone yağmura bakarken özgürlük duygusunu bu iki eski kardeşten almış olmalıyım diye düşünüyorum.
Özgürlük, sanıyorum ki bir şeye sığamamaktır; bir mekâna, bir duyguya, bir duruma. Bütün vagonları din, siyaset, savaş ve zulümle parçalanmamış çocukluğuma doğru giden bir trene sığar ama.