Herhangi bir konu üzerinde konuşabilmek veya tartışabilmek için o konuyu tanımlamak gerekir. Tanımlanmayan bir konu üzerinde bilgiye dayalı değil, sadece fikre dayalı bir tartışma yürütülür. Bu da doğmadan ölmeye yazgılı olmak demektir. Çok önceden dar bir çalışma olarak yürütüldüğü anlaşılan ve D. Bahçeli’nin meclis grubunda yaptığı konuşmayla görünür kılınan adsız ve tanımsız süreç, her an sekteye uğrayacak gibi yürüyor. Gelinen noktada sonuç alınamayacağına dair bir kanı genis kitleler tarafından düşünülüyor. Bunu besleyen gerekçeler çürütülmek zorundadır, bunun için de gerekli bilgilendirme yapılmalıdır. Elbette doğası gereği her şey açıklanmayacaktır ama temel bilgilendirmenin yapılması gereklidir. Aksi takdirde “ne oluyor ve neler olacak?” soruları daha da gündeme gelecektir.
Sınıfsal ve ulusal sorunların çözüm yolları temel olarak geçmiş yaşanmışlıklar doğrultusunda incelendiğinde, aralarındaki çelişkinin uzlaşmaz olduğu gerçeği çözümün nasıl olması gerektiğini de beraberinde getirir. Uzun süren ve toplumsal bedelleri ağır olan savaşın bitirilmesi kısa süreli bir çözüm olarak görülse bile, daha sonra tekrar canlanacak, tarafların gizli gizli besleyip büyüttüğü öfke dışa vurulacaktır. Bugüne kadar “barış” yapılarak çözülen sorunlar derinden derine devam etmektedir. Örneğin sıkça dile getirilen Güney Afrika’da değişen en önemli şey; siyahların belirli haklara sahip olmasıdır. Bunun dışında yoksulluk, ayrımcılık ve en önemlisi iktidara ve ülke kaynaklarına siyahilerin de ortak olmasıdır. Ancak bütün siyahlar değil, siyah burjuvaların ortaya çıkmasıdır. Vatanları yine tam anlamıyla kendilerinin değildir. “Ortak” olarak varlıklarını sürdüren işgalcileri durmaktadır.
D. Bahçeli’nin 2024 Ekim ayında “tokalaşmasıyla” başladığı ilan edilen süreç, biliyoruz ki çok önceden başladı. Ama günümüze kadar konuşulan, çözülen ve adımı atılan ne var bilmiyoruz. Usul anlamında değişmesi gerekenler olduğu gibi duruyor. Zaman zaman hakaretamiz kelimeler, tehdit dolu açıklamalar devam ediyor. Devlet tarafından bir değişim söz konusu ise bu görülmüyor. Yöntem olarak böyle devasa bir sorunun çözümünde izlenecek yol şu olmalıydı: Her iki taraf talepleri konusunda bir hazırlık süreci geçirip, karşılıklı müzakereye başlamasıydı. Bu çalışmanın toplumsal ayağı olan akademisyenlerin çalışmaları, medyanın hem doğru bilgilendirme yapması, hem de dilini yapıcı bir şekilde düzeltmesi, halka gerçeğin anlatılması ve hukuki adımlar olarak nelerin yapılacağı aşama aşama ilan edilmeliydi.
Ancak görünürde “heyetin” suya sabuna dokunmayan umut açıklamaları ve devletin her zamanki dilinden başka bir şey yok. Eğer gerçeklik açıklananlar gibiyse hiçbir sonuç alınamayacaktır. Kurdistan Özgürlük Hareketinin kendini lağvetmesi, silahlarını bırakması isteminin gerçeklikle hiçbir bağı yoktur. Hangi hak geri verilecek, hangi işgal noktasından geri çekilinecek, tutsaklar ne zaman bırakılacak, sayın Öcalan’ın fiziki özgürlüğü ne zaman sağlanacak, sürgünler ve devam eden davaların sonuçlarıyla beraber düşürülmesi sağlanacak mı? Bu soru listesi daha da uzatılabilir ama daha bunlara ilişkin bir bilgi yok. 15 Şubat veya newrozda yapılacağı söylenen açıklama medyaya yansıdığı gibi fesih ve silah bırakma dışında devlet tarafından bir adım atılmayacaksa şimdiki durumdan farklı olan nedir? Adeta şapkadan tavşan çıkarır gibi karşımıza gecip “ şu şu kararlar alındı ve uygulamaya geçiyoruz” denilip yola devam etmek mümkün mü? Her şey halkların geleceği için yapılıyorsa, halklar sürecin neresinde duruyor?
Rojava’ya ilişkin saldırı devam ediyor. Tişrin baraji Türk savaş uçaklarının sürekli bombalamasından dolayı yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya. Sivillere yönelik katliam aralıksız devam ediyor. Güneydeki işgal aynı noktada, kuzeyde ise siyasi soykırım alenen sürüyor. Böyle bir ortamda devletin hangi “barış”tan söz ettiğini anlamak kolay. İstedikleri barış: “teslim olun.” Hepsi bu.
Devletin net olduğu tek konu bu. Çünkü tarihleri boyunca bir “barış” anlayışına sahip olmadılar, böyle bir kültürel yapıları, kuşaktan kuşağa aktarımları yok. Ya yendiler, ya yenildiler. Kıbrıs gerçeği ortada. Kendilerini zorlayacak iç dinamiklerden de yoksunlar. Orta Doğu’da çıkan yangının alevlerinin kendilerine de sıçrayacağını ve daha büyük bir yangına dönüşeceğini bilmenin telaşıyla hareket ediyorlar. Suriye’de oluşan özerk yönetimi ve Kurdistan Özgürlük Hareketini kırmak, dağıtmak Neo-Osmanlıcılık hayalini hayata geçirmek dışında hedefleri yok. Kendi iktidarları için çocuklarını öldüren bir gelenek ağır bir yıkım yaşamadan bu tavrından nasıl vazgeçebilir? Tabandan gelen bir değişim, dış dinamiklerin zorlaması gerçekleşmeksizin iktidarın günlük politikalara endeksli söylemleri yanıltıcıdır.
Türk devleti tarihinin en zor ekonomik-politik dönemini yaşasa bile yine de hem NATO üyesi olmanın, hem de bölgede sorun çıkarabilecek yapıya sahip olmasının getirdiği tüm kozları oynamaktan çekinmeyecektir.
Tarihin en karışık ve en tehlikeli dönemi olarak görülse bile, Kürtlerin bu süreçten kazanımla çıkacaklarını görebiliyoruz. İlk adımı atılan ulusal birlik görüşmeleri zorunlu olarak daha da gelişecektir. En büyük tehlikemiz 1919-1923 benzeri bir noktada olmamızdır. Gelecek kuşaklarımız bugünleri okuduğunda ya aynı nehirde ikinci defa yıkanmak istememizi şaşkınlıkla karşılayacaklar, ya da kendilerine devredilen özgürlük ve bağımsızlık bayrağını daha da yükseğe kaldıracaklar ve kendilerine bunu hediye eden bugünün savaşçılarını saygıyla anacaklar.