Abim abim,
Sen aşkın çırağısın, ustan hayattır; ne kimse senin önünde ne kimse senin arkanda durabilir ve hiç kimsenin ve hiçbir şeyin sana öğreteceği tek bir şey yoktur; sen aşk ehlisin, işin gücün kalbin zıtlarıdır ki bu zıtların işi de tevhitten başka bir şey değildir ama benim aklım bundan fazlasına yetmez, eni sonu şunu derim: Yazı gelmez, yaman bir kış. Kefilimsin, yeryüzünde Allah’tan başka hiçbir güce biat etmem; Allah’ı bilmeyen hiçbir dine ve peygambere de iman etmem; bir peygamberin dili ve ulusu varsa ona peygamber de demem, benim peygamberim dilsizdir, gözleri görmeyendir, kulağı duymayandır; söyledim, kırk kez daha söyleyebilirim: Dili, gözü, kulağı kalbinde olandır benim peygamberim ve ben ve benim gibi binlerce kişi on iki haftadır, dilsizlere, sağırlara, körlere sığınıyorlar… Neden mi? Sen bu dünyaya sevgiyi ve aşkı paylaşmaya geldin ve hiçbir takasa gelmez senin sevgin… Neden mi? Aşkı sen pusula eyledin?
Bu arada ben, binlerce yıldır Adıyaman, Mardin ve Urfa arasında ıssızlıklarda yaşayan ve yalnızca kalbi olanların kalbine yolu çıkan beyaz elbiseli ilahi kadınlara sığındım, dedim, abimin dili çözülsün, kalksın ayağa. Neden diye sordular? Dedim, abim kendi kökünün değil, insanın köklerini arar, kan ve balgamı ayıklar… Annem de her gün seni soruyor, “deng pe ket” (Sesi çıktı mı)?
Yoruldum artık, sabah hastaneye gelmekten, gece yarılarına kadar orada kalmaktan… Derdi de dermanı da sen bilirsin, sen gördün, mütevekkil olan sensin, yara da, merhem de sendedir; kalk ayağa, konuş benimle, ancak sen kendini iyileştirebilirsin, benim gördüğüm ama kimseye söyleyemediğim hakikate senin de omuz vermen gerek: Sen, “Tabî’at inhirâfın gör hevâ-yı ışkdan tende/ İlâc it düşmedin sâkî mizacum istikâmetten” diyen Fuzuli’nin şakirdisin (Ey saki- tabip hastalık büyümeden ilacımı ver).
Şimdi, şu an, eskilerin dediği, ruhun bedenle çıktığı yolculuğun hastalık diyarındasın ve bu güne kadar birbiriyle kardeş olan kan, safra, balgam ve sevda- toprak (ahlat-ı erba) birbirine düşmüştür, biri diğerine zehir olmuştur: Daha düne kadar acı, ekşi, tatlı ve tuzlu dört nehri mülkünde ağırlayan; kuru, yaş, sıcak ve soğukluğu ruhunun idaresine veren, seni zinde kılan, bize armağan eden bedenin, sana küsmüştür. Bilirsin üç büyük mahallesi vardır sıhhatin; biri gözdür, biri burundur, biri damaktır ve bunlar birbirine küsüp kalbine hücum etmiştir, içine ve içimize korku salmıştır; umudun yerini korku, muhabbetin yerini adavet, ferahın yerini gam almıştır. Bu üçünün tek derdi vardır, üçü sıhhatine ant içmişlerdir, yardımcıları vardır; yalan, kin ve haset alıp başlarını gitmiştir, tek dertleri vardır, seni güçsüz bırakıp o güzeller güzeli kalbini ele geçirmektir. Uyan artık. Ben ve binlerce kişi, ümide, çokça da akla sığınarak seni çıkaracağız oradan ama senin de gayretin gerek.
Bak, biz ellerimizi açıp hakikate yalvardıkça havf, gam ve adavet bir kenara çekiliyor ve gizlendiği yerden fitneler çıkartıyor, yolumuzu iki de bir maraz kesiyor, hepsinin amacı sevdayı/ bedeni- toprağı ele geçmektir, hepsinin derdi zeytini incirden, kulağı kanun ve neyden, gözü amberden, burnu kâfurdan alı koymaktır; hepsinin amacı kanını takatsiz bırakmaktır, kanın yerine balgamı koşmaktır. Sök at içinden o balgamı, beynini saran o ödemi, nefes al, nefesini ver bize, kanın kanımıza, kanımız kanına karışsın, konuş bizimle; kalbimiz, kalbin oldu, atıyor seninle; kaç gündür bulutlarda gizlenen bir ejder vardı, boynunu kırdım, ağzından elmas indirdim, gücüm bu kadar, daha fazlasını isteme benden, dünyaya ne sen küs, ne de bizi küstür, gel pazarlık edelim, konuş bizimle, gül. Direncine tanığım, biraz da kendin için diren. Topraktan, gökten iyi haberler ve sırlar aldım, birini anlatayım sana…
İlk geldiğin gün senin kızların bir güneşliğin altında oturdular ve onlar oturur oturmaz, iki kumru güneşliğin demirine yuva yaptılar, yumurtalarını bıraktılar; tuhaf bir şeydi bu, çünkü bu kuşlar yüksek ağaçları tercih ederler, servi, söğüt ve kavakları severler; nedeni, kumrular avcılardan ve yırtıcı kuşlardan korkarlar, tıpkı senin gibidirler, serveleri severler ve en çok haber ve müjdedirler; sesleriyle haşereleri yok ederler: Düşün bir şu kumrular ne kadar da senler; ne kadar kir pas varsa silen sen değil miydin Sırrı Bey; sesinle, gülüşünle bize güç vermedin mi hep? Hem bununla da sınırlı değildir ki kumrular; kumrular eşlerini, dostlarını, çocuklarını bırakıp gitmezler, bunlar sen değil de kimler; birde kumrular hep feryat eder, beni bir kenara bırak, kızını, torununu, Pervin’i ve gece gündüz kumruların bekçiliğini yapan kızların için feryat eden sen olmadın mı? Kumru ve kuyudaki Yusuf meseline de girmem gerekiyor mu bilmem; biliyorsun, kumrular, Yusuf’a kırk gün su verdiler ve şimdi senin için hastane demirlerine tutundular, yuva yaptılar, baharı müjdeliyorlar. Yeni yavru kumrular, yumurtalarını kırıp çıktıkları gün, hastaneden çıkacaksın sen; bunu kalbim söylüyor, bunu beynim söylüyor. Nedeni şu: Ruhum bir yere sığmıyor.
Kalbimi dişlerim arasında eziyorum. Kalbimi kalbinin yanına koydum, kalp atışlarını da duyuyorum. Uzaktan uzağa hep izlediğim Lokman ve Meryem olan doktor ve hemşirelerin baldan damlayan bakışlarını da görüyorum; bedenini kadırgaya çektiler, seni yeniliyorlar, denize açılacağın günü bekliyorlar, hele dualar, öyle büyülüyorlar ki anlatamam; mananın bir Kâbe’si varsa, bu sana edilen dualar olmalıdır ve melekler şairlerin şairi Nefi’nin dediği gibi sürme çekip senin o güzelim pak yolundan yürüyorlar… Kalbinin sesini duyuyorum, kan akışını da, beynin bir yere takılıp kalmış gibi ama o da geçecek; balgam yerini kana bırakacak, nefes alacaksın, buna hiçbir zaman umudu ve beklentisi olmayan ben inanıyorum, sen de inandığım şeylere inan, omuz ver bize, kalk, konuş bizimle…