Baki Karadeniz: Hollanda’da mülteci barınma merkezlerinde derinleşen güvenlik krizi

Yazarlar

Son yıllarda Hollanda’daki iltica ve barınma merkezleri (AZC – Asielzoekerscentrum), yalnızca yüksek doluluk oranlarıyla değil, aynı zamanda yapısal bir boyut kazanan güvenlik sorunlarıyla da gündeme gelmektedir.

Ancak bu mesele, yalnızca güncel krizlerle sınırlı değildir; kökenleri 1990’lara kadar uzanan derin yapısal eksikliklerin bir tezahürüdür. Özellikle 2015 sonrası gelişmeler, söz konusu aksaklıkları daha görünür kılmış; güvenlik meselesi, münferit olaylardan ziyade kurumsal ve siyasal tercihlerle derinleşen bir krize dönüşmüştür.

Mülteci merkezlerinde normalleşen şiddet ve güvensizlik halleri

Hollanda’daki birçok barınma merkezi, artık yalnızca geçici ikamet alanları değil; aynı zamanda şiddet, tehdit ve toplumsal gerilimlerin mekânsallaştığı yerler hâline gelmiştir. Mültecilerin barınmasından ve güvenliğinden sorumlu olan COA (Centraal Orgaan opvang Asielzoekers) ve polis verilerine göre aşağıdaki olaylar yapısal bir nitelik kazanmıştır:

Etnik ya da bireysel düzeyde fiziki çatışmaların artışı,

Kadın ve LGBTİ+ bireylere yönelik cinsel taciz ve tehdit vakalarının çoğalması,

Uyuşturucu kullanımının ve ticaretinin bazı merkezlerde organize hâle gelmesi,

Gasp, hırsızlık ve tehdit olaylarının hem merkezler içinde hem çevre mahallelerde yoğunlaşması,

COA personeline yönelik fiziksel ve sözlü saldırıların sistematikleşmesi.

Bu örnekler, rastlantısal değil; süreklilik arz eden bir güvenlik ve insan hakları krizinin parçalarıdır. Ne var ki, koalisyon hükümetinin bu krize yönelik müdahale biçimi, çözüm üretmekten çok, sorunun daha da derinleşmesine neden olmaktadır.

Hükümet politikaları: Krizin aktif faili

Özellikle mevcut koalisyon hükümetinin merkezine aldığı ve Göç Bakanı Marjolein Faber’in öncülüğünde geliştirilen politikalar, güvenlik sorunlarına çare üretmek bir yana, krizi derinleştiren temel faktörler hâline gelmiştir:

Spreidingswet’in kaldırılması: Belediyelerin mülteci barındırma yükümlülüklerinin iptali, aşırı sağ partilerin yönlendirmesiyle bazı belediye seçmenlerinin mülteci karşıtı eylemlere yönelmesi ve yeni kampların kurulmasının engellenmesi; barınma merkezlerinde aşırı yığılmaya neden olmuş, bu da gerilimi artırarak hem mülteciler hem yerel halk açısından güvensizliği derinleştirmiştir.

İdari geciktirmeler ve hak kısıtlamaları: Oturum görüşmelerinin uzun sürmesi, mültecilerin çalışabilmesi için gerekli olan sosyal güvenlik numarasının bilinçli olarak geç verilmesi, oturum alan bireylerin kamptan çıkışlarının öncelikli olmaktan çıkarılması ve aile birleşimine getirilen kısıtlamalar, psikolojik çöküş, travmaların derinleşmesi ve sosyal kopuşlara zemin hazırlamaktadır.

Sade yada özensiz- Hollandalıların deyimi ile “sober”- merkez uygulaması: Entegrasyonu imkânsız hâle getiren, izole edilmiş ve sıkı denetim altındaki barınma merkezleri; bireylerin öfke, yalnızlık ve yabancılaşma duygularını pekiştirmektedir.

Siyasal söylem yoluyla kriminalizasyon: Mültecilerin kamusal söylemde “tehdit” olarak sunulması, yalnızca kamu desteğini zayıflatmakla kalmamakta; aynı zamanda mültecilerin kriminalize edilmesine yol açarak toplumsal şiddet eğilimlerini körüklemektedir.

Bu politikaların bütününe bakıldığında, hükümetin yaklaşımının çözüm üretmeye değil; caydırıcılık yaratmaya odaklandığı açıkça görülmektedir. Mülteciyi “sorun” olarak gören bu anlayış, yalnızca bireysel hak ihlallerine değil; toplumun tümünü tehdit eden bir güvenlik boşluğuna yol açmaktadır.

Psikososyal tahribat ve sosyal patlama riski

Mevcut politikaların doğrudan sonucu olarak mülteciler arasında şu eğilimler giderek yaygınlaşmaktadır:

Yaygın depresyon ve travmatik yeniden yaşantılama,

Topluma ve devlete karşı derin güvensizlik,

Entegrasyondan kopuş ve içe kapanma,

Toplumsal çatışmalara sürüklenme riski,

Radikalleşmeye açık zeminlerin oluşması.

Bu bağlamda, sivil toplum kuruluşları ve insan hakları savunucularının “bu kriz sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir yıkımı da beraberinde getiriyor” uyarısı son derece yerindedir.

Çoğul kimliklerin görünmez kılındığı alanlar: Kürt mültecilerin çifte kırılganlığı

Mülteci merkezlerinde yaşanan güvenlik krizinin en ağır bedelini, etnik, kültürel ve inançsal açıdan kırılgan gruplar ödemektedir. Kürt mülteciler —özellikle Êzîdî, Alevî ve seküler kimlik taşıyan bireyler— hem yapısal ihmalin hem de kamp içi ayrımcılığın hedefi hâline gelmektedir.

Ramazan ayında oruç tutmadığı gerekçesiyle bir Êzîdî gencin darp edilip ardından gasp edilmesi, bu kırılganlığın yalnızca dinî baskılarla değil; kültürel tahakküm biçimleriyle de beslendiğini açıkça göstermektedir. Bu tür vakalar bireysel değil; sistematik sessizlik ve hoşgörüsüzlüğün ürünüdür.

Ayrıca, genç Kürt mülteciler arasında madde bağımlılığı, depresyon ve kimlik çatışmalarının artış gösterdiği gözlemlenmektedir. Bu durum, yalnızca bireysel zaaflarla açıklanamaz; aksine, yapısal ihmalin ve sosyal güvencesizliğin doğrudan bir sonucudur. Bu bağlamda, mülteci merkezleri yalnızca bireylerin değil; bir halkın ruhsal bütünlüğünün de aşındığı alanlara dönüşmektedir.

Kürt diasporasına düşen tarihsel sorumluluk

Kürt diasporası, bu süreçte yalnızca gözlemci değil; aynı zamanda tarihsel ve etik bir sorumluluğu taşıyan aktif bir özne olmalıdır. Unutulmamalıdır ki bizler, sürgünün, inkârın ve kimlik mücadelelerinin tarihsel belleğini taşıyan bir halkız. Bu nedenle:

Kürt gençlere yönelik psiko-sosyal destek ve bağımlılıkla mücadele programları oluşturulmalı,

Êzîdî ve Alevî bireylerin güvenliği için özel hukuki ve sosyal koruma mekanizmaları kurulmalı,

Kürt kimliğine ve çok inançlı yapıya saygı temelinde güvenli ifade alanları yaratılmalı,

Diaspora ile mülteciler arasında dayanışmayı kurumsallaştıracak mentorluk ve hak savunuculuğu programları geliştirilmelidir.

Sonuç: çözüm siyasette değilse, dayanışmadadır

Hollanda’daki mülteci merkezlerinde yaşanan güvenlik krizi; geçici ve yüzeysel değil, yapısal ihmallerin, dışlayıcı politikaların ve sosyal duyarsızlığın ortak ürünüdür. Bu durumun en görünmez mağdurları ise, kendi ülkelerindeki şiddet ve baskılardan kaçan farklı etnik ve inanç gruplarıdır.

Dolayısıyla çözüm, yalnızca hükümet politikalarında değil; aynı zamanda demokratik kamuoyunun uyanışında, diaspora dayanışmasının örgütlü gücünde ve toplumsal eşitlik mücadelesinin yükseltilmesindedir.

Aksi hâlde, bugün görmezden gelinen travmalar, yarının geri dönüşsüz sosyal kırılmalarına dönüşecektir. Ve o gün geldiğinde, yalnızca mülteciler değil; hep birlikte kaybetmiş olacağız. ‎

İlginizi Çekebilir

Pakistan’dan Keşmir’den iki aylık gıda stoku yapmalarını istedi
32 yıl sonra tahliye edildi: Süreç umut verici

Öne Çıkanlar