Prof. Dr. Bülent Bilmez, üzerinden 88 yıl geçen Dêrsim Tertelesi’nde yüzleşme ve adaletin toplumsal mücadeleyle sağlanacağını vurguladı.
Kürtlerin “Tertele” olarak isimlendirdiği, 4 Mayıs 1937’de gerçekleştirilen Dêrsim Katliamı’nın üzerinden 88 yıl geçti. 1924 Anayasası’nda kendini güçlü bir şekilde gösteren Türk ulus eksenli ulus devlet inşası amacıyla asimilasyon ve katliamlar öngören “Şark Islahat Planı”, bu sürecin çerçevesini oluşturdu. Adım adım uygulanan plan kapsamında 2 Şubat 1926’da Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey tarafından hazırlanan raporda, Kürt Aleviliğinin merkezi Dêrsim, “çıbanbaşı” olarak tanımlandı.
Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın 18 Eylül 1930’da Başbakanlığa sunduğu raporda da Dêrsim’e acilen askeri operasyon düzenlenmesi gerektiği ifade edildi. Hazırlanan raporlar, homojen ulus yaratma hayalleri sonucu 4 Mayıs 1937’de dönemin Bakanlar Kurulu karar aldı ve katliama başladı. Tarihte eşi benzeri görülmeyen katliam planı kapsamında 15 Kasım 1937’de Pir Seyit Rıza, oğlu Resik Hüseyin ve arkadaşları, Xarpêt’te kurulan özel mahkemede yargılanarak, idam edildi.
Seyit Rıza’nın idam edilişinin ardından Dêrsimliler için sürgün günleri başlarken, Dêrsim halkının “tertele” şeklinde dillendirdiği katliamda, resmi rakamlara göre 1937’de bin 737, 1938’da ise 6 bin 868 kişi katledildi. Ancak, tarih araştırmacıları ve birçok kaynağa göre, katliamda aralarında binlerce çocuk, yaşlı, kadın olmak üzere 70 bin civarında insan katledildi. Yine, on binlerce kişi sürgün edildi, ailelerinden alınan kız çocukları ise askerlere verildi. Aradan geçen 88 yılda katliamın izleri hala sürerken, devlet tarafından aydınlatılmasına ilişkin hiçbir adım atılmadı. İdam edilen Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezar yeri ile Dêrsim’in kayıp kızlarının adresi bilinmiyor.
‘DÖNEMİN İKİ NUMARALI AKTÖRÜ BASIN OLDU’
Kürtlerin inkârıyla başlayan katliamlardan olan Dêrsim Tertelesi’ni ve o dönem yaşananları Mezopotamya Ajansı‘na değerlendiren Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bülent Bilmez, tüm önemli “dönüm noktaları” gibi, 4 Mayıs 1937’nin de hem bir başlangıç hem de bir sonuç olarak görülebileceğini söyledi. Bilmez, “Bir ‘sonuç’ olarak kabul ettiğimizde, Cumhuriyet’in başından itibaren bölgeyi modern Türk ulus devletine entegre etmek için ve hatta ondan önce yüzyıllar boyunca Sünni Osmanlı’nın bölgeyi merkezin dolaysız kontrolüne sokmak için sürdürdüğü ve kolektif hafızada ‘sel seferleri’ olarak yer eden mevsimlik kısa operasyonların sona erdiği gün olarak kabul edebiliriz 4 Mayıs 1937’i. Her şeyden önce 1935 yılının son günlerinde ve 1936 yılının ilk günlerinde yapılan yasal-idari düzenlemeler ile kurulan Tunceli Vilayeti ve IV. Umum Müfettişlik ile başlayan ‘hazırlık sürecinin’ tamamlandığına karar verilmesi anlamında bir sonuç olarak görülebilir. Nitekim bu düzenlemeler sonrasında adeta sömürge valisi yetkilerine sahip olan komutan-vali-müfettiş Abdullah Alpdoğan önderliğinde hummalı bir şekilde yürütülen askeri, bürokratik, altyapısal ve sosyo-ekonomik hazırlıklar 1937 baharında tamamlanmıştır. Bu operasyonun bir numaralı aktörü ordu ve bürokrasi ise iki numaralı aktörü adeta rejimin sözcüsü gibi davranan dönemin basını olmuştur” ifadelerini kullandı.
Dêrsim’in adeta yok edilmek istendiğini kaydeden Bilmez, “Dili, inancı, çoğul yaşam biçimi ve özellikle merkezi otoriteye karşı direnci büyük kırıma uğratılan Dêrsim’den geriye bırakılan, ‘muti (itaatkar)’ ve ‘medeni’ Tunceli devlete, – en azından 1960’lara kadar – büyük bir ‘zafer’ duygusu yaşatmıştır” dedi.
‘YÜZLEŞME ONARICI ADALET İLE MÜMKÜN’
Kürt sorununun demokratik çözümünün tartışıldığı bir dönemde “tertele” ile yüzleşme çağrılarını da değerlendiren Bilmez, “Yüzleşme, geçmişle olduğu kadar (ve hatta belki ondan daha ziyade) gelecekle ilgilidir. Bu nedenle yüzleşme veya hesaplaşma çabaları, intikam duygusuyla değil, ‘onarıcı adalet’ ve ‘bir daha asla olmasın’ gibi çok önemli iki amaçla yürütülmelidir. Ancak aylardır tüm dünyanın gözü önünde yaşanan ‘Filistin soykırımı’ bugün bu konuda kamuoyu ve siyasetin içinde bulunduğu sefil durumu açıkça göstermektedir” diye konuştu.
‘YÜZLEŞME MÜCADELE İLE SAĞLANIR’
Yüzleşme ve adaletin siyasi ve toplumsal mücadele ile sağlanabileceğini vurgulayan Bilmez, “Gözleri ve gönülleri buna hazır kılacak çaba ve mücadele ise her şeyden önce siyasal ve toplumsal mücadeledir ve demokrasi mücadelesinin ayrılmaz parçasıdır. Son aylarda Türkiye’de yürütülen (ve bence esasen Suriye ve İran merkezli olan) adı konulmamış ‘süreç’ bağlamında konuya baktığımızda, ‘çözüm’ ve ‘barış’ amaçlı bir sürecin, genelde demokratikleşme konusunda olduğu gibi, ‘geçmişle yüzleşme’ ve ‘hesaplaşma’ konusunda da uygun bir ortam yaratacağını kabul etmek gerekir. Her şeye rağmen sürecin devamı ve başarıya ulaşması bu nedenle de çok kıymetlidir ve hayati önem taşımaktadır” şeklinde konuştu.
/Mezopotamya Ajansı-Müjdat Can/