Mecit Zapsu: Maxmur; Sürgünün Gölgesinde Direniş ve Umut

Genel

1990’lı yıllarda Kuzey Kürdistan’da artan çatışmalar, köy boşaltmaları ve devlet baskıları, binlerce Kürt ailenin zorunlu göçe tabi tutulmasına yol açtı. Bu göç, basit bir yer değiştirme değil; tarihsel, sosyolojik ve psikolojik bir travmanın izlerini taşıyan bir sürgündü. Göç eden binlerce kişi önce Etruş Kampı’na, daha sonra Maxmur Kampı’na yerleşti. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içinde, Birleşmiş Milletler’in resmî olarak tanıdığı bir mülteci kampı olarak kurulan Maxmur, aradan geçen yıllara rağmen yalnızca bir barınma alanı değil, toplumsal hafızanın, direnişin ve kimlik mücadelesinin bir sembolü haline geldi.

Maxmur’da yaşayanlar, yalnızca fiziksel sınırların değil, kimliksel bir mücadelenin de içine hapsolmuş durumda. Göç eden bu insanlar, göç sürecinde yalnızca evlerini değil, toplumsal aidiyetlerini, kültürel ritüellerini ve yerel hafızalarını da geride bırakmak zorunda kaldılar. Ancak kampta oluşturulan demokratik meclisler, eğitim komiteleri ve yerel yönetim yapısı, bu toplumsal hafızayı diri tutma çabasının bir yansıması oldu. Sosyolojik olarak bakıldığında, Maxmur’un kendi içinde örgütlenmesi, maruz kalınan dışlanmışlığa karşı bir direniş biçimi olarak değerlendirilebilir. Göçmenler, dayanışma kültürünü güçlü bir şekilde yeniden inşa ederek, yalnızca fiziksel değil, toplumsal bir varoluş mücadelesi de verdiler.

Toplumsal dayanışmanın en güçlü görünümlerinden biri eğitim yapısında kendini gösteriyor. Maxmur’da Kürtçe eğitim veren okullar, sadece bir bilgi aktarımı değil, dilin ve kültürün korunmasına yönelik direnişin de parçasıdır. Bu anlamda, kamptaki okullar, “sürgünde var olma” mücadelesinin en somut temsilcilerinden biridir.

Felsefi olarak Maxmur’un varlığı, devletlerin sınır kavramına ve ulus-devlet anlayışına eleştirel bir bakış sunar. Hannah Arendt’in “Herkesin bir yere ait olma hakkı” üzerine geliştirdiği argüman, Maxmur örneğinde trajik bir gerçekliğe dönüşür. Irak hükümetinin uyguladığı abluka, hareket özgürlüğünün kısıtlanması ve eğitim hakkının engellenmesi, yalnızca hukuki değil, ahlaki ve felsefi anlamda da bir adaletsizlik örneğidir.

Sınırlar, devletler tarafından çizilen yapay hatlar olmasına rağmen, Maxmur sakinleri için bu hatlar, hayatı belirleyen gerçek engellere dönüşmüş durumda. Felsefi olarak sorgulandığında, devletlerin egemenlik hakları mı yoksa bireylerin yaşam hakkı mı daha öncelikli sorusu gündeme gelir. Maxmur’daki abluka, insan hakları kavramının yalnızca teoride kalmasını değil, pratikte nasıl çiğnendiğini de gözler önüne serer.

Göç, bireylerde yalnızca fiziksel bir yer değiştirme değil, derin psikolojik yaralar da bırakır. Maxmur’da doğup büyüyen gençler, eğitim haklarından mahrum bırakılarak geleceğe dair umutlarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıyalar. Sürekli baskı altında yaşamak, hareket özgürlüğünün kısıtlanması ve temel ihtiyaçlara erişim sıkıntısı, psikolojik travmayı derinleştirir.

Bununla birlikte, travmanın içinde doğan bir direniş psikolojisi de var. Maxmur sakinleri, yıllardır maruz kaldıkları abluka ve ambargoya rağmen kimliklerini koruma, toplumsal dayanışmayı sürdürme ve gelecek nesillere umut taşıma mücadelesi veriyorlar. Bu bağlamda, travmanın bir yıkım değil, bir direniş biçimine dönüşmesi dikkat çekicidir.

Maxmur Kampı’nda uygulanan abluka, insan hakları ihlallerinin en somut örneklerinden biridir. Sağlık hizmetlerine erişimin engellenmesi, üniversite öğrencilerinin eğitim haklarının gasp edilmesi, hareket özgürlüğünün ortadan kaldırılması, uluslararası insan hakları sözleşmelerinin açık bir şekilde ihlalidir.

Uluslararası toplumun bu duruma kayıtsız kalması, adalet anlayışının da sorgulanmasını gerekli kılar. Küresel ölçekte insan hakları savunuculuğu yapılırken, Maxmur gibi kamplarda süregelen ihlallerin göz ardı edilmesi, adaletin kimler için işlediği sorusunu doğurur. Adaletin evrenselliği, sınırların ötesine geçebilme kabiliyeti ile ölçülür. Eğer bir coğrafyada insanlar kimlikleri nedeniyle izole ediliyor, temel haklarından mahrum bırakılıyor ve sesleri duyulmuyorsa, bu evrensellikten söz etmek mümkün değildir.

Sonuç olarak;

Maxmur, sadece bir kamp değil; modern dünyanın göz ardı ettiği adalet krizinin merkezlerinden biridir. Orada yaşayan insanlar, tarihin yükünü omuzlarında taşıyarak yalnızca hayatta kalmaya değil, kimliklerini ve kültürlerini korumaya da çalışıyorlar. Bu mücadele, yerel bir direnişten çok daha fazlasıdır; evrensel adaletin, insan haklarının ve felsefi anlamda “bir yere ait olma hakkı”nın yeniden sorgulanmasını gerekli kılar.

Maxmur’u anlamak, sadece bir kampı değil, sürgünün yarattığı toplumsal hafızayı, adalet arayışını ve insan olmanın özünü kavramak demektir.

İlginizi Çekebilir

Kuzey Kore lideri Kim, ordudan savaş hazırlıklarında “köklü değişime” gitmesini istedi
Kenan Azizoğlu: Ben Vicdanım

Öne Çıkanlar