A.Halûk Ünal: Küresel Askeri Savaş Kompleksi ve Yeni Faşizm

Yazarlar

Bundan böyle gerçeği anlamak için yapacağımız bütün tartışmaların ekseninde kapitalizmin küresel krizi ve bu temelde ihtiyaç duyduğu ekonomi ve siyaset formasyonları üzerine olacak sanırım. 

Savaşı, devletli toplumların normali; barış ise verdikleri mola dönemleri olarak tanımlamaya hazırsanız, mola döneminin bittiğini, tarihin bu evresinde perdenin yeni bir savaş dekoruna açıldığını kabul edebilirsiniz. 

Hatırlıyoruz ki 1929 bunalımı ile başlayan perde iki aşamalı büyük bir paylaşım savaşı sekansıyla “tamamlanmıştı.” 

1973 küresel bunalımı perdesi ise kapitalistler arası daha “akılcı ve adil” bir kurguyla sahnelendi. 

İthal ikameci modellerin halkların vergilerinden biriktirdiği kamusal kaynaklar, devlet yatırımları, özel sektöre peşkeş çekildi, “çayın taşı ile çayın kuşu vuruldu” adına “neo-liberalizm adını verdikleri, birikim/soygun modelini tarihe hediye ettiler.

2008 krizinin çözümü ise henüz sermayenin kolektif aklınca bulunabilmiş değil. Çözüm tartışmaları yirmi yıla yakın zamandır sürüyor. Ve giderek, kapitalist “think thank”lerde 1929 benzeri bir bunalımın ayak seslerinden sıkça söz edilir oldu. 

Bu süre içinde, yeni bir dönemsel çözüm olup olamayacağından emin olamasak da bir modelin yükselişine tanık oluyoruz: yeni faşist devlet.

Sevgili Tanıl Bora, “İsrail Modeli” başlıklı son yazısında bu konuyu ele aldı ve şöyle yazdı; 

[Daha yakında, 18 Ekim’de yazdığım bir yazıya pas atayım bir de… Hamas’ın saldırıları üzerine yazılmış bir cümle: “İsrail devleti, kıyıcı güvenlik devleti ve istisna rejimi operasyonlarıyla, ‘21. yüzyıl faşizmi’ diye bir şey varsa, onun ideolojik ve teknik know-how’ının öncülerinden olmuyor mu?”[3] .  Oluyor. İsrail rejimi, küresel güvenlik devletinin rol modeli olarak temayüz ediyor.] 

İsrail’in 1946’dan bu yana geliştirdiği soykırımcı, sömürgeci, işgalci model Batı’nın desteğiyle artık Ortadoğu’da model bir ülkeye dönüştü. 

Rusya ve Çin’den tek farkı Yahudi halkının binlerce yıllık bilgeliği ve zekasının yalnızca şerre değil hayra da taraf olabilme yeteneği. Siyonizm’e karşı duran önemli bir Yahudi topluluğu, İsrail’i, Siyonizm’i hem ülkelerinde hem de yaşadıkları bütün coğrafyalarda teşhir etmeyi sürdürüyor. 

Bedenin böyle önemli bir parçasından kurtulması kolay değil; ama öyle görünüyor ki Netenyanu, Ben-Gvir gibiler bunu yapabilecek kadar da tehlikeli ve ahlaksız olduklarını çoktan kanıtladılar.

Bora’nın işaret ettiği problematik üzerine yapılacak tartışmada ihmal edilmemesi gereken bir başka önemli çalışma da Prof. Dr. Şebnem Oğuz’un kaleminde vücut buluyor.

“AKP’li yıllarda siyasal rejimin dönüşümü: çelişkili bir süreç olarak yeni faşizm” başlıklı makalesinde o da konuya dikkate değer bir katkı yapıyor. 

Makalenin sunum özetinde; [Bu makale AKP’li yıllarda siyasal rejimin otoriterleşme doğrultusundaki dönüşümünü Marksist kuramcı Nicos Poulantzas’ın kavramsal çerçevesine referansla ele almaktadır. Yazı iki bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde 2000’li yıllarda dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkan yeni otoriterleşme sürecini tanımlamak üzere sıkça kullanılan kavramlar (rekabetçi otoriterlik, popülizm, kalıcı olağanüstü hâl, neoliberal otoriterlik) tartışılmakta ve süreci anlamak için en uygun kavramın ‘yeni faşizm’ olduğu iddia edilmektedir. Bu bölümde ayrıca yeni faşizmin klasik faşizmden farkları ve Türkiye’de aldığı özgün biçim üzerinde durulmaktadır. İkinci bölümde ise AKP’li yıllarda, özellikle 2013’ten itibaren olağanüstü bir devlet biçimi olarak yeni faşizmin nasıl şekillendiği üç tema etrafında tartışılmaktadır: Devletin var olan iktidar blokundan görece özerkliğinin artması ve bu özerkliğin yeni bir iktidar blokunun kuruluşu için kullanılması; devletin zor ve ideolojik aygıtlarının dönüşümü, bu süreçte devlet içinde ortaya çıkan yeni çelişkiler. Sonuç bölümünde söz konusu çelişkilerin siyasal rejimde çözülme anlamına gelmediği, aksine faşistleşme sürecinin çelişkileriyle birlikte derinleştiği vurgulanmaktadır.] satırlarını okuyoruz.

Sevgili Özgür Sevgi Göral da aynı nehre akıyor; Artı Gerçek’te yazdığı “Faşizm tartışmasının politik anlamına dair” başlıklı son makalesinde şöyle bir analiz yöntemi öneriyor.

[Türkiye’de faşist retorikler ve bu retoriklerle karmaşık bir biçimde ilişkili maddi faşistleşme süreçleri bence 4 temel başlık etrafında şekilleniyor. Bunlardan birincisi, daha soyut bir çerçevede ifade edersek, sömürgecilik ve ırkçılık temelli retorikle yayılan neofaşist politik eksendir. Daha somut ifade ettiğimizde ise, özellikle de Kürt ve Kürdistan meselesi temelli yayılan sömürgeci, Türk üstünlükçü, özcü ve kültüralist bir bakışla ırksallaştırılmış hiyerarşiler inşa eden, ırkçı ve sömürgeci politik retoriklerin yaygınlaşmasıdır. (…)

Türkiye’de neofaşist retoriklerin palazlandığı ikinci alanı aileci politikalar ve anti-gender olarak tarif edebileceğimiz eksende görüyoruz. (…)

Neofaşist retoriklerin güçlü bir biçimde dolaşımda olduğu üçüncü aks, geçmiş meselesidir. Adorno’nun söylediği şekliyle söylersek “geçmişin işlenme biçimleri” [4] burada esaslı bir yer teşkil eder. (…)

Dördüncü eksenin başlığını kabaca düşmanın/düşmanların inşa edilmesi süreçleri olarak tanımlayabiliriz.] 

Erdoğan’ın 2016’dan bu yana inşa etmeye çalıştığı; Trump’ın benzerini tanımladığı hedeflerle, Bora’nın, Oğuz’un ve Göral’ın işaret ettiği özellikler arasında büyük benzerlikler var. 

Daha önemlisi dostlarımızın tasvirleri Şangay Beşlisi kutbunun devlet biçimleriyle de rezonans içinde görünüyor. 

Konuya çalışan bütün dostlarımızın metinlerine baktığımızda kaçınılmaz olarak masanın merkezine şu iki soru yerleşiyor; bir; Kapitalizm 21. yüzyıl bunalımını “aşacak” modeli çoktan Doğu’da geliştirdi ve şimdi Batı, bu yönde bir transformasyon sürecinden mi geçiyor? İki; faşizm, sandığımız gibi kapitalizmin son savunma hattı değil, immün sistemi midir?

Psiko Kültürel hegemonya.

Bu tartışmada benim çok önemsediğim ve yazarların gelecek çalışmalarında başlıca ele alacaklarını umduğum tema, Göral’ın “düşmanın/düşmanların inşa edilmesi süreçleri” olarak tanımladığı eksen.  Söz konusu eksen, sosyalist geleneğimizin yaptığı yüz yıllık bir hatayı da aşacak kapıyı aralıyor. 

Geçtiğimiz 90 yıl boyunca yaptığımız Faşizm analizlerinin bence en önemli zaafı onu, dışsal bir süreç olarak ele almamız oldu. 

Söz konusu analizlerin hepsi, faşistlerin dışında kalan toplum kesimlerini ve özellikle de kendimizi faşizmin motivasyonunu sağlayan psikokültürel yönlerimizden münezzeh kabul etti. 

Bu yönde uyarılar yapan en bilineni Hannah Arendt olmak üzere irili ufaklı bir çok düşünürün anlamaya çalıştığı “bireyin her zaman gündelik hayatta nasıl ‘tekil’ iktidar pratikleri ürettiği ve iktidar pratiklerine nasıl eklemlendiği” problematiği bu tartışmanın eksenine alınmadan, yeni faşizmi de anlamak imkansızlaşacaktır.

Daha ötesi 90 yıldır olduğu gibi “faşizme karşı mücadele” salt askeri  ve siyasi araçlara indirgenecek; faşizmin kitlesel yayılması önünde psikokültürel bir dalgakıran oluşturulamayacaktır.

Birlikte bakalım; 7-8 Ekim’den bugüne devletlerin ve devletçiklerin (HAMAS, Hizbullah, ISIS vb.) temsil ettikleri toplumsal katmanlarda gelişen korku, nefret ve intikam duyguları çok açık.  

İsrail’in soykırım pratiğini alkışlayan, Gazze’ye ateş yağdırdıkça sevinç çığlıkları atan sivillerle, İran ve vekil devletçiklerin İsrail coğrafyasına attıkları her füzeye sevinç çığlıkları atan sivilleri izliyoruz. 

Tek ortak paydaları nefret. Motivasyonları intikam.

İsrail devleti gibi İran ve vekil devletçiklerinin sözcüleri de ötekini yok etmek, kökünü kazımaktan söz ediyor. Ötekine yaşam hakkı tanımadıklarını açıkça ilan ediyorlar.

Savaşan, kanayan coğrafyalarda bu, bir yere kadar “anlaşılabilir.” 

Ama dünyanın kilometrelerce uzak köşelerinde de toplumlar savaşan güçler ekseninde bölünüyor, birbirlerine nefret duymaya, intikam almaya yöneliyorlar.

Katledilenler iki tarafta da yoksullar, ezilenler. Kapitalizmin hiçleştirdikleri. Hiçleştirilmenin panzehiri ise, hiçleştirecek toplumsal bir kesim bulmak. Türkiye’de Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Suriyeliler, Afganlar, kadınlar, LGBTİ+ ’lar. Kısaca “Türk olmayanlar;” buralarda ise kısaca “Avrupalı olmayan” herkes, hiçleştirmenin nesnesi.

Bu, ABD’de en alttaki yoksul beyaz emekçilerin, kendi altına siyah emekçiyi çektiğinde hissettikleriyle tıpatıp aynı. 

Devlet ve devletçiklerin yapısal ve tarihi özdeşliği

Yeni faşizmin psikokültürel hegemonyası toplumların ezici çoğunluğu olan emekçileri bölüyor, bir kısmını diğerlerine düşman etmeyi başarıyor.

Açıklanmaya muhtaç olan tam da “her birimizin içindeki canavarın” nasıl harekete geçebildiği?  Canavarı nasıl adlandırırsanız adlandırın, nihayetinde savaşın psikokültürel hegemonyasıyla rezonansa girebilen yanımızdan söz ediyoruz.

Peki biz, genel olarak sol, bu açıdan ne durumdayız? Bizim de küçük patriyarkal, piramidal devletçiklerimiz ve bununla büyük bir uyum içinde olan tekilliklerimiz, hakim psikokültürel hegemonya ile rezonans içinde olmuyor mu?

Sol habitatta kurulu bütün devletçikler içinde kadınlar, hem devletle hem de erkeklerle mücadele etmek zorunda kalıyorsa, kim iddia edebilir ki devletçiklerimiz bu vahim rezonanstan münezzeh? 

Bu tartışma da iki büyük soruyu masaya bırakır; bir, Neo Liberalizmin yükseliş sürecinde toplumsal kültürü domine eden kültür endüstrisinden kopabildik mi? İki, kapitalist toplumun gündelik yaşamına, kurumsal ilişki formlarına alternatif kültürleşmeler oluşturabildik mi? 

Başka bir ifadeyle araçlarımız, amacımızın öncülleri kabul edilebilecek formasyonlar haline geldi mi?

Yükselen yeni faşizm sürecinde geçtiğimiz yüzyılın yenilgilerine yenilerini eklemek istemiyorsak, bu tartışmayı bence çok ama çok önemsemeliyiz. 

 

İlginizi Çekebilir

WFP: 2015 yılındakine benzer kitlesel bir göç hareketi yaşanabilir
Rutte’nin ilk rotası Kiev oldu: Ukrayna NATO’ya her zamankinden yakın

Öne Çıkanlar