Samuel Beckett’in, “Godot’yu Beklerken” adlı eserinin tiyatro dekoru son derece sadedir: Sahnenin ortasında kuru bir ağaç, kır yolu ve gün ışığı. Bu sadeliğe iki ana karakter eşlik eder, Vladimir ve Estragon. Oyun umutsuzluktan, hareketsizlikten ve çözüm bekleyen sorunlardan kurtulmak üzere birşey yapmayan ama kendilerini kurtarmak üzere gelecek olan Godot isimli birini beklemekle zamanı geçiren Vladimir ve Estragon üzerine kurulmuştur.
Günümüz dünyasında homojen bir halk, homojen bir kitle bulunmuyor. Irkçılığın ana zeminini oluşturan “saf ırk” iddiası dayandığı argümanı çoktan yitirdi ancak bunun kendi kitlelerince ve düşünme yetisi uyuşturulmuş halk kitlelerince anlaşılıp, kabul edilmesi ve insanlığın temel sorunu olan emek-sermaye çelişkisine yoğunlaşılmasına daha uzun zaman gerekiyor. Genel anlamıyla feodalizmin burjuvazi karşısında yenilmesiyle hızlanan, burjuvazinin üretim fazlası metayı satmak amacıyla ülke sınırlarını geçerek halkların kabuğunu kırmasıyla süreklilik kazanan halkların homojenliğini yitirme özelliği durdurulamaz bir hızda ilerlemektedir. Emek gücünün pazara çıkması, daha iyi yaşam koşullarının sağlanmaya çalışılması, savaşların yarattığı göçlerin etkisi gibi faktörler şimdi olmasa bile uzun vadede sınırları anlamsız hale getirecektir. Bu nedenle yaşadığımız gerçekliğe bağlı olan günümüz sorunlarına elbette sınıfsal uzlaşmaz çelişkiyi de unutmadan yoğunlaşmamız bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor.
Binlerce yıldır kendi topraklarında yaşayan Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Asuriler ve diğer halklar Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla görece olan homojenliklerini yitirmeye başladılar. Daha önceden başlayan göç alma süreci hızlandı ve anılan halklara yenileri katılmaya başladı. Günümüzde empoze ettirilmiş şekliyle Türk denilse bile Türk olmayan halkların (bir bölümünün Atila, Mete gibi) barbarların yönetimine girmemek için yaşadıkları yerleri bırakarak coğrafyamıza geldiklerini biliyoruz. Genel kabul gören deyimiyle bin yıldır Türklerin kılıç zoruyla gelerek ve süreç içinde bir sömürgecilik statüsü oluşturarak kurdukları yönetim anlayışının sonuna gelinse bile yaşadığımız dönem itibariyle etkisini ağır bir şekilde gösterdiğini biliyoruz.
Kürtleri ve diğer halkları sömürge haline getirmelerinin bir bedeli olacaktı elbette, oldu da. Bin yıldır süren başkaldırıları yok edemediler. Geçen yüzyılda başlattıkları soykırım süreciyle Ermenilerin ve Rumların büyük bir çoğunluğunu en barbar yöntemlerle yok ettiler, kalanların bir bölümü göç etti. Bugün az sayıda olan Ermeni ve Rum halklarının devşirilerek Türkleşenleri hariç, kendi kimliklerini korumaya çalıştıkları sevindirici bir gelişmedir.
Kürtler ise adeta bin yıldır biriktirdikleri öfke ve nefreti ete kemiğe büründürerek başlattıkları son isyanı halen sürdürüyorlar. Sömürgeci güç, fiilen olmasa bile düşünsel anlamda da her Kürdün bir şekilde desteğini alan bu isyanı durduramadı. İsyan bugün dünyanın birçok yerinde desteklenen bir yapıya dönüştü.
Sömürgeci ve sömürge ilişkisi her toplumda kaçınılmaz olarak bir ilişkiler zinciri oluşturur. Sömürgeci, sadece çıplak baskıyla değil, toplumsal ilişkilerin içinde yer alan başta hukuk sistemi olmak üzere birçok yöntem kullanarak varlığını devam ettirir. Bir bütün olarak başkaldırılsa bile, bu ilişkileri ve sömürgecinin elinde bulundurduğu üstünlüğü söküp atmak kolay değildir. Bu nedenle sömürge halka dayatılan ilişkiler bir anda sökülüp atılamıyor.
Doğal olarak sömürgecilerin yaşamımızın büyük bir çoğunluğunu yönlendirdiği bir hukuk sistemiyle yönetiliyoruz. İşkence ediyorlar, tutukluyorlar, öldürüyorlar, sürgünlere gönderiyorlar, maddi varlıklarımıza el koyuyorlar. Karşılığında bir yaptırımla karşılaşmıyorlar çünkü hukuk sistemleri bunları yapanları korumak üzere kurulmuş. Öyle pervasız ve öyle güç sarhoşu olmuşlarki, kendilerinden hesap sorulmayacağının rahatlığıyla her gün yeni bir zulme imza atıyorlar. Canımıza kasteden sömürgeci katiller ordusunun üyeleri gönül rahatlığıyla geziyorlar ve taltif ediliyorlar. Bu güven toplumun bütün kesimlerine öylesine yayılmışki, hırsızlık yapmaktan yakalanan, kadın kırımı uygulayanlar bile savunmalarında “ben vatanımı seviyorum, Kürtlere çakıl taşı vermeyeceğiz” edebiyatıyla gündemde yerlerini alıyorlar. Yerleşim alanlarımızdan başlayarak bize ait ne varsa isimlerini değiştirdiler, tarihimizi yeniden kendilerine göre yazdılar. Bütün bu ilişkiler ağı içinde sömürgeciyle hukuksal anlamda nasil bir ilişki kurmalıyız, toptan reddetmeli miyiz, kısmen kabul etmeli miyiz?
Elbette toptan reddedilmelidir, bu, bu kadar nettir aksi halde karşı çıkmanın anlamı yoktur. Gandi bir avuç tuzu eline alarak sömürgeci hukuku yerle bir etmiştir, biz neden etmeyelim? Gerekçe olarak “herkes isyana destek vermiyor, gücümüz az, hukuk sistemi başta olmak üzere bütün olarak bir yönetime hazır değiliz” gibi sunulanlar açıktırki, var olan ilişkileri sürdürmeye yaramaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Ortada bir sömürgeci yönetim varsa yapılacak tek şey: her anlamıyla reddetmek, kendi sistemini kurmaktır. Eksik olabilir, güncel sorunlara ilk adımda çözüm üretemeyebilir ama sömürgeci sistemin çarkları arasında ezilmekten iyidir. Bu karışıklık öyle bir hale gelmişki: sol denilince sadece Türklere ait sanılıyor ve kendi cephemizde neredeyse sol düşünce vebalı bir yaklaşım görüyor.
Yaşanılan sorunlarda sömürgeci mahkemelere başvurup adalet beklemek gercek anlamıyla ayaklarımıza vurulan bir prangadır. İşte bu yüzden cenazelerimizi aylarca vermiyorlar, çocuklarımızı top ateşleriyle parçalıyorlar, kargo ile kemik gönderiyorlar. Yıllarca zindanda esir tuttukları, ömürlerini çürüttükleri binlerce insanımız var. Ve bizler hala sömürgecilerden adalet istiyoruz, adil yargılanma talep ediyoruz. Bizi yok etmek üzere kurulan bir devletten adil yargılanma, eşit haklara sahip olma gibi taleplerimizin olmasının güneşin batıdan doğmasını beklemekten bir farkı yoktur. Adalet veya hukuk sistemi güçlünün elinde olandır, geçmişten günümüze herkes için adaletin sağlanması diye bir kavram, sadece soyut olarak vardır. Ister iktidar olsun ister olmasın, bu kural değişmez: güçlü olan kendi anlayışı içinde adalet sistemi kurar ve güçsüz olana boyun eğdirmeye çalışır.
Başkaldırıyı sadece silaha bağlamak, ütopik bir anlayışın ürünüdür. Özgürlük ve bağımsızlık hayatın her alanında alınacak karşı duruşla varlığını gösterir. Örneğin: sömürgecilerin mahkemelerini, eğitim kurumlarını, vergi sistemlerini yani bize dayattıkları ne varsa toptan ve sonuç alana kadar reddetmek toplumsal olarak göstermemiz gereken bir tavırdır ve bu tavır alındığı zaman, ne sömürgeciler ne de destekçileri bize boyun eğdiremeyeceklerdir.
Katilden adalet bekliyoruz. Bize, kan, gözyaşı ve ölümden başka birşey vermeyenden hakkaniyetli olmasını talep ediyoruz, sonra da çözüm bekliyoruz. Zalime adalet için el uzatmanın utancı bizimdir, zalimin değildir. Sömürgeciden adalet beklenebilir ama sömürgecinin adaleti sömürgeyi kapsar mı?
Beckett’in eserinin sonunda Estragon Vladimir’e sorar: Gelmedi değil mi? ve Vladimir yanıtlar: Hayır…
Sömürgecinin adaleti Godot’tur, asla gelmeyecektir…