Türkiye ve Kuzey Kurdistan’da erken seçim aralıklarla da olsa gündeme yerleşmeye başladı. Geleneksel olarak bir defa gündeme gelen seçimlerin gündem dışına çıkarılması veya zamanında yapılması yerine erkenden yapılmasından kaçmanın olası olmadığını geçmiş yıllardan biliyoruz. Ancak bu seçimlere gidilirken sosyal ve siyasal koşullar daha önceki seçim süreçlerinden farklı olarak devletin geleceğinin ve i̇deolojik değişiminin yeniden yapılandırma sürecinin bir karar kavşağına gelmesi anlamını taşıdığı için bir anlamda farklı bir öneme sahip seçim niteliğini taşımaktadır.
Uzun yıllardır metal yorgunluğu taşıyan AKP-MHP iktidari ekonomik ve politik olarak Türkiye ve Kuzey Kurdistan halklarını çözülmesi kolay olmayan sorunlarla yüz yüze getirdi. Cumhuriyetin Kürtlere bakışı hükümetlerle ilgili olmayan, kuruluş felsefesine dayalı (inkar ve imha temelinde) i̇deolojik bir anlam taşıdığı için değişen bir şey olmayacak. İktidarın Türkler açısından geldiği nokta ise; geçen yıllarla kıyaslanamayacak bir yoksulluğun, ahlaki çöküntünün ve kurumlarının çökmesinden ibaret bir “kendiliğinden yönetim” olduğudur. Geçmiş iktidarların (az da olsa) taşıdığı topluma karşı utanma düşüncesinin tamamıyla yürürlükten kaldırıldığı, bütün gelir kaynaklarının talan edilmesi karşısında toplumsal bir itirazın yükselmesinin önündeki baskı ve engellemelerden kaynaklı , itirazın bir avuç kitle örgütünün omuzlarına yüklendiği ve ahlaki çöküntüden kaynaklı toplumun geniş yığınlarının da bu talandan pay alma umuduyla sessiz kaldığı bir dönemdeyiz. Toplumun genelinin kanunların insan hakları ve adalet bağlamında sadece kağıt üzerinde kalması, bireysel silahlanmanın çoğalması ve sorunları kendini mahkeme yerine koyarak adaletin dağıtılması noktasında çözüme kavuşturmasına bakarsak bir değil, on seçim bile olsa bir düzelme imkanı olmayacak.
Toplumsal yığınların “en ağır sorununuz nedir” denildiğinde, adlandırdığı başat sorun ekonomik sorunlar olarak öne çıkıyor. Bunun temelinde yatan belirleyiciliğin Kürtlere karşı açılan savaş ve bunu perdeleyerek sürdürülen soygun düzeninin olduğu öne çıkarılmıyor. Kitleler her zaman olduğu gibi geleceğe sarkıtılan umutlar ve geçici kemer sıkma politikalarıyla avutuluyor. Günümüze kadar tarihin her döneminde kitleler soyulmaya, baskıya, yalana ve ajitasyona bağımlı şekilde yaşamaktan bir sıkıntı duymadılar, kendi kaderlerini kendileri yazana kadar da duymayacaklar. Bu çelişkiyi kavrayıp, teorik ve pratik olarak öncülük etmesi gereken örgütlü yapıların büyük bir bölümü hem bu anlayıştan uzak, “devletin sadece biraz daha hukuki davranması temelinde) politika yapıyor, hem de büyük bir direniş sergiliyor gibi gür sesle haykırıyorlar. gerçek anlamda direnenler ise çok ağır bir baskıyla karşı karşıya kalıp direnmeye çalışıyorlar.
Türk devleti kimlik ve yapı değiştirdi. Bunu henüz kavramayan başta Kemalistler olmak üzere diğer bütün yapılar kaybetmeye mahkumdurlar. Yaşanan sarsıntıların büyük bir bölümü bu değişikliğin henüz tam anlamıyla oturmamış olmasındandır. Bütünsel bir kültüre sahip olmayan devşirme ve toplama bir niteliğe sahip Türk toplumsal yapısının bir itirazı yok. Cumhuriyet kurulurken yüzlerce yıllık hanedanın yıkılmasına ses çıkarmadıysa, askeri darbelerle sözüm ona “demokrasi” rafa kaldırıldığında sokaklara dökülmediyse şimdi de ister tek adam olsun, ister tek adamlı yönetim olsun sesini çıkarmayacaktır. Bir ekmeğe razı olup şükreden bir halk yaşadığı derin yoksulluga bile itiraz etmiyor, devlet yönetiminin değişmesine hiç etmez.
Erken seçim isteyen bir parti yok, görünürde dillendiriliyor ama bunu pratiğe dökmeye niyetli bir adım yok. Çünkü emeklilik haklarına ancak iki yılda kavuşacak oldukları için, halkın yoksulluğu geri planda kalıyor. Oysa DEM Parti bu konuda öncülük edebilir. Güçlü bir halk ilişkisi yaratarak gerekirse meclisten çekilip erken seçime zorlayabilir. Ancak seçimden sonra değişen yönetimin ilk aylarında gördüğümüz enerji sönmeye yüz tutmuş gibi. Ne Rojava’ya, ne Güney Kurdistan’a, ne de Kuzey Kurdistan’daki Türk devletinin plan ve eylemliliklerine karşı yeterli bir öncülük gerçekleştiremiyor.
Erken seçim olursa ne değişecek? Bu konuda herhangi bir partinin tutarlı, açık ve uygulanabilir bir manifestosu yok gibi. Seçimlere yakın onlarca vaat verilecek ama biz en somut sorunumuzu merak ederek sorabiliriz; işgal ettiğiniz yerlerden çıkacak mısınız, Kürtlerin gasp edilen haklarını, topraklarını, kültür ve kimliğini geri verecek misiniz, on binlerce tutsağı serbest bırakacak mısınız? Hepimiz biliyoruz ki bu sorulara olumlu yanıt verecek bir Türk partisi yok. Kürtlerin sırtından temsilcilik kazanan şanlı sol! partiler bile bu konuda ölü balık taklidi yapıyorlar. Ancak DEM Parti ile yaptıkları toplantıda da ittifakın elzem olduğundan bahsedip, genişlemeyi talep ediyorlar. Demek ki daha vekil olamamış, olması da mümkün olmayan bir kaç kişi daha var, Kürtlerin sırtına biraz da onlar basarak meclisin kırmızı halılarında yürüsünler diye düşünüyorlar.
Seçim vaatlerinin öncülüğünü “ekonomiyi düzelteceğiz, parlamenter sisteme geri döneceğiz” sloganı oluşturuyor. Ancak neyin nasıl yapılacağı belli değil. Görünen o ki, Kürtler bu sefer de “devleti düzeltiyoruz, taleplerinizi şimdi öne çıkarıyoruz çıkarmayjın” diye uyutulacaklar.
Ortadogu’da İsrail’in Lübnan’a yönelecegi, burdan da istediği sonucu alırsa rotayı Suriye’ye çevireceği gizli bir bilgi değil. İran’a gidecek olan yol bir şekilde Türk devletini de içine çekecek. Kürtlerin Rojava’da statü elde etmesinin önüne çektikleri set, sadece Kürtlerin akılcı ve ulusal düzeyde bir birlik oluşturarak yıkılabilir. Güney yönetiminin işbirlikçi politikası Kürtler için soykirimini sadece erteliyor. Sanıyorlar ki Kurdistan Özgürlük Hareketi yenilip, direniş kırılırsa kendileri krallıklarını koruyacaklar. Oysa o direniş onlara da kısmen de olsa dokunulmazlık sağlıyor.
Kürt ve Türk halklarının arasında olan ucurum 2010’lardan günümüze gelen ve iyice derinleşti. İyimser bir olasılıkla önümüzdeki on yıllar boyunca da kapanması mümkün değil.