Toplumsallık, hareketin doğası gereği sürekli değişen gündemlerle ilgilenir. Bu gündemler çoğunlukla bir sorun etrafında şekillenir. Her birey veya toplum Marx’ın anlatımıyla önüne çözeceği sorunları koyar. Söz gelimi, hava trafiği henüz arabaların kullanımına tam anlamıyla uygun olmadığı için bir toplumun bununla ilgilenmesini gerektirecek bir durum yoktur, dolayısıyla gündemine almaz. Bunun yerine kara trafiğinin yarattığı sorunlarla uğraşır, ki bu gerçekliğe karşılık gelen bir tutumdur.
Bu nedenle bireysel veya toplumsal olarak yaşanan sorunların çözümünün (şimdilik) olmayışı, çözümsüz olduklarından değil, çözüme yönelik gerekli irade ve koşulların henüz olmamasından kaynaklanmaktadır. Ertelenen her sorun, daha da büyüyerek kendini gösterir. Bir sorunun tarafları olarak iki özne görevini görenler bu ertelemeden paylarını alırlar. Öznenin iktidarı bir yandan sürekli gündemi elde tutmaya çalışarak enerjisini buna harcar, öznenin muhalefeti ise yaratılan gündemin ana konusunu gözden kaçırmamaya çalışarak güç biriktirmeye başlar. Elbette toplumlar da bireyler gibi duygusallıkla yüklüdürler ve çoğu zaman davranışlarına bu duygusallık yön verir. Sömürgeci kişilik “üstün olduğuna inanmanın” duygusuyla, sömürge kişilik ise, sömürgecinin yarattığı “insanlık dışı” kimlikten sıyrılmanın inancıyla hareket eder.
Gündemimizin en gerçekçi konusu sömürge ve sömürgecilik ilişkisidir. Bu gerçekliği besleyen onlarca gerekçe doğal olarak üretilir. Başka bir deyimle ana çelişki ve tali çelişkiler varlıklarını gösterir ve korurlar. Elbette sorun çözme irade ve yeteneği olmayan her sömürgeci devlet gibi Türk devleti de sürekli olarak ana sorunu gözden kaçırıp, farklı sorunlarla uğraşmayı ana hedef olarak önüne koymuştur. Bu gelenekleşen politik tutum 1923 yılında başlayan bir şey değil, Osmanlı’dan itibaren sürdürülen bir politikadır. Kürtler ve Kurdistan o zamanlarda da vardı, ancak Osmanlı Kurdistan’a yönelik işgali kaldırmayıp, Kürtlerden savaşçı ve vergi alarak karşılığında da belirli imtiyazlar sağlayarak sorunun çözümünü ileri zamanlara erteledi. 1804 yılında başlayan ve Osmanlı’ya karşı ilk isyan olarak kabul edilebilecek Sırp isyanı, Avrupa’daki isyanlarla değişen sınıfsal yönetimlerin ağır ağır Ortadoğu’ya yol aldığını gösterdi.
Nitekim Yunan, Bulgar, Arnavut derken Osmanlı sınırları değişmeye başladı. ITC darbeyle ele geçirdiği yönetime i̇deolojik hattı çizdi ve o yönde yürümeye başladı: “Türk ve müslüman”… Müslümanlıktan da ileriye giderek “sunni” olmayı gizli bir gerekçe olarak belirledi. Ancak Kürt sorunu yine ertelenmiş gündem dışına çıkarılmıştı. Isyan yıllarında Osmanlı’nın birliğini, vatanın ortaklığını savunan Ermeniler ve Kürtlerden, önce Ermeniler soykırım kurbanı oldular. Kürtler ise gerek nüfus, gerek savunma bakımından daha geniş örgütlülüğe sahip oldukları ve müslüman için onlara uygulanan soykırım zamana yayıldı. Cumhuriyetin kuruluşuyla sorun yine ertelendi ama daha da ağırlaşarak. Bu isyanlar bastırılırken kullanılan ve insanlık suçları içeren yöntemlerin hepsi sorunun daha çözülme aşamasına gelmediğini gösterdi. Her iki taraf kendi iradeleri dışında tarihsel zorunluluktan kaynaklı güç biriktirmeye başladılar.
Sürekli değişen bir gündem olması doğaldır ancak bu gündemin bir ana gündemi olmalıdır. Türk devleti açısından ana gündem: Kürtlere sömürgecilik ve sömürge ilişkisini unutturacak her politik adımın uygulamaya konulmasıdır. Bu nedenle kimi zaman halay, kimi zaman dil, kimi zaman kayyum, kimi zaman da başka bir gerekçe ortaya atılır ve Kürtlerin toplumsal enerjisinin harcanmasına ve mücadelenin umutsuzluğa yol açmasına gidecek süreç gündemi meşgul eder. Elbette saçma olarak bile kabul edilen bu yasaklara karşı mücadele edilmelidir, ancak unutmamamız gereken temel nokta; bütün bu yasaklamaların altında sömürgeciliğin imzasının olduğu gerçekliğidir. Eğer sadece bu yasaklamalara geri adım attırıp o noktada kalacaksak şu sözü hiç unutmayalım:” Eğer burada durup daha ileri gitmeyeceksek, niçin bu noktaya geldik?” Hume…
Asıl gündemimizi doldurması gereken savaşın gerçekliği yanıbaşımızda sürüyor. Bütün bu yaşananlar soykırıma karşı direnişin öncülüğünü yapan Kurdistan Özgürlük Hareketinin direnişini kırarak, elde edilen kazanımların (ki bunların en başında yaratılan ulusal bilinç oluşuyor) yok edilmesi değil mi? I. Haniye’nin öldürülmesi başta olmak üzere birçok konu öylesine gündeme yerleşiyor ki, yaşadığımız zulmü unutuyor gibi oluyoruz. Oysa daha yeni açıklamalar yapıldı Kurdistan Özgürlük Hareketi yönetimi tarafından. KDP-Türk devleti ortaklığına karşı dikkat çekildi. Güney Kurdistan’ın nasıl ilhak edildiği belge ve bilgilerle anlatıldı.
Her halkın uğradığı zulme kayıtsız değiliz. Ancak şu gerçeklik de var: kendi evimizde yangın sürerken, bir başkasının evindeki yangını söndüremeyiz. İsrail’in gün geçtikçe yükselttiği ve Iran’a doğru yol alan bir süreç var. Bu sürecin yürüdüğü yol Lübnan, Suriye Türk devletinin üzerinden geçerek İran’a doğru ilerliyor. Bu, bu devletlerin sınır ve yönetimlerinin değişmesini de beraberinde getirecektir. Bizler ne ölçüde buna hazırız? Bir anda tarihsel bir sıçrama yapıp kendimize ait bir devlet, bir federasyon, bir özerk yönetim veya benzer bir yönetimle yönetilen özgür bir Kurdistan bulabiliriz. Bin yıldır olması gereken gündemimiz bu değil mi?
Ortadoğu savaşı veya üçüncü dünya savaşı sürüyor. Barış çağrıları şimdilik anlamını yitirmiş bir şekilde boşlukta yankılanıyor. Genel anlamda da “barış” diye bir şey yok. Galip gelenin dayattığı kurallar var. Barış dönemi ise yenilenin güçlü olduğuna inandığı ana kadar süren savaşa hazırlık dönemidir. Bu nedenle Türk devleti veya diğer sömürgeci devletlerle bir barış anlaşması yapmamız; ya yenmemiz, ya da yenilmemiz demektir. her iki tarafı da memnun edecek bir anlaşma yoktur.
Bütün olgular Türk devleti ve diğer sömürgeci devletlerin bu süreçten bütün olarak çıkamayacağını gösteriyor. Bize düşen temel gündemimiz olan sömürgecilik ve sömürge ilişkisi üzerinden adım atabilmektir. Bir kez daha soralım:”Eğer burada durup daha ileri gitmeyeceksek, niçin bu noktaya geldik?”