İster politik araçlarla olsun, ister askeri araçlarla: Türk devletinin Kürtlere ve Türkiyeli devrimci güçlere karşı ilan savaşı bütün olanaklarıyla sürdürmesi, bu iki temel muhalefet anlayışını taşıyan toplumsal kitlelere yönelik devletin bütün olanaklarını kullanması anlaşılır bir tutumdur. Tarih boyunca her egemen anlayış karşısındaki gücü ezmek için ne gerekiyorsa yapmıştır.
Ezilenler mücadele sonucunda iktidarı ele aldıkları zaman ezenlere “çiçek” demeti vermeyeceklerdir. Sürekli tekrarlanan “hukuk herkese lazım olur” sözü gerçeklikten uzak, sadece egemenlerin ekmeğine yağ süren bir anlayışın ürünüdür. Yıllarca faşizme, işkenceye, yoksulluğa mahkum edilenler kendilerine bu zulme uğratanları gülücüklerle karşılayacaksa, o ezilenler zaferi hak etmiyor demektir. Ne yaşadıklarını anlamamışlar demektir. Tarihten verilecek örnekler içinde ilk akla gelen Paris Komünü’dür. Komüncüler tarafından serbest bırakılanlar, ilk kurşunları kendilerini serbest bırakanlara sıktılar. Bu nedenle “hukuk herkese lazım olur” demek; “bizi kendi kanunlarınızla yargılıyorsunuz biraz insaflı olun, biz de yönetime geçersek sizi, sizin kanunlarınızla yargılayacağız ve insaflı olacağız” demektir. Böylelikle aslında demek istenilen şudur:” kurulu düzeni kabul ediyoruz ama biraz daha ılımlı olsa fena olmaz”.
Bir ülkede herhangi bir konuda kanunlar çerçevesinde muhalefet yapılır. Örneğin emeklilerin ücretlerinin daha da yükseltilmesi, enflasyona ezdirilmemesi konusunda gösteri, toplantı yapılır, kamuoyunun desteği sağlanarak hükümete baskı uygulanabilir. Ancak yine o ülkede sınıfsal ve ulusal mücadeleler konusunda bir mücadele yürütülecekse bu mücadele kaçınılmaz olarak başta ceza kanunu olmak üzere birçok kanunu temelden reddederek yapılır. Güç elde edilince o kanunların yürürlükten kaldırılması mücadelenin ruhuna uygun kanunların yürürlüğe girmesi hedeflenir. Öyleyse kabul etmek gerekir ki sınıfsal ve ulusal mücadeleler yürürlükteki kanunların verdiği cezalarla veya beraat kararlarıyla ilgilenmezler. Şêh Saîd Efendi, Seyit Rıza, Mahirler, Denizler, İbolar, Kemaller, Mazlumlar ve daha niceleri bu kararlılık ve bilinçle donanmış oldukları için halen yaşıyorlar.
Kobane davası kararı genel anlamda bir hukuksuzluk olarak değerlendirildi ve iktidarın siyasi karar verdiği belirtildi. Üst yapı denilen kavram bize öğretmiştir ki: bir toplumun alt yapısı neyse, üst yapısı da ona göre şekillenir. Her şeyden önce kabul etmek gerekir ki: Hukuk her zaman siyasetin emrindedir. Bu bağlamda Kobanê kararı elbette bize göre hukuksuz, onlara göre de hukuki olacaktır. Ne de olsa “bağımsız Türk mahkemelerine hiç kimse etki edemez” !.. Bu tür kararlar siyasi olduğu için ömürleri karşı mücadelenin gücü kadardır. Ne kadar güçlü bir muhalefetle karşılaşırlarsa o kadar çabuk geri adım atarlar.
Bu kararın çıkacağı belliydi, sadece “yumuşama belirtileri var” diye bekleyenler şaşırdılar. Mücadelenin içinde olanlar biliyor ki bu devlet tarafından adı konulmasa bile tam olarak bir “savaş” tanımı içerir. Buna uygun olarak da yürütülmektedir. Elbette dönem dönem devlet geri adım atabilir, savaşın görünürlüğünü gözden düşürmek adına kitlelerin gözünü boyamak için bir süre sonra geçici olarak yumuşamaya gidebilir, ancak ne olursa olsun niteliği değişmez. Herkesin kabul etmesi gerekir ki Türk devleti kuruluşundan itibaren Kürtlere karşı savaş ilan etmiştir. Bu savaşı da insanlık ve savaş suçları işleyerek sürdürmektedir. Kobanê kararının
yaratacağı iç ve dış muhalefeti ortadan kaldırmak için (kimilerince) beklenmeyen bir saldırı gerçekleştirebilir. Rojava bölgesine ağır bir saldırı gerçekleştirebilir. Kendi gündemimizi dayatamadığımız için devletin gündeminin arkasından sürükleneceğimizi geçmiş tecrübelerinden hem biz, hem de onlar biliyoruz.
Bu karar Erdoğan’ın iktidarının ömrü kadar olacak gibi görünüyor. Türk devleti bir iki yıl içinde Erdoğan yerine CHP’nin başını çekeceği yeni bir iktidara doğru evrilecektir. Yeni iktidar muhtemelen gerilen toplumsallığı sakinleştirmek ve Kürtleri hem düzene entegre etmek, hem de öfkesini dindirmek için bir kaç kanuni değişiklik yapacak ve karşılığını da “barış geliyor ama acele etmeyelim, Türk toplumu hassas” yorumcularının desteğini alacaklardır. Uzun süredir zaman zaman sorulan ama güçlü bir çıkış içermeyen bir soru var: ”neden Türk devletinin başta parlamentosu olmak üzere diğer kurumlarında kalmakta ısrar ediliyor, Kürtlerin varlığını hiçbir koşulda kabul etmeyen bu devleti neden meşrulaştırıyoruz?” Bu ısrar aynı zamanda karşı tarafın elini sürekli güçlendiriyor. Sadece Türklerle değil aynı zamanda komşu olduğumuz Arap ve Farslarla da birlikte yaşamak, ezenin ve sömürenin olmadığı ezilenlerin eşit haklar temelinde ortak yaşaması savunulan ve olması gereken bir tutumdur. Ancak hiçbir komşumuz bu anlamda yeterli bir niyet taşımıyor. Örneğin Türk toplumu iktidara göre hareket eden bir anlayışa sahip. Doğal evrimsel sürece sahip olarak bir halk olmak yerine, bir araya getirilmiş bir halk olduğu için devletle aynı reflekse sahip olmasından kaynaklı devletin refleksine uygun davranmak zorunda.
Kürtlerin sürekli aynı yazgıda ilerlediğini görüyoruz. Devlet baskıyı arttırıyor, daha sonra iktidar değişikliği yapıyor ve bizler “galiba değişiyorlar” diye düşünüyoruz. Zamanında “Kürt realitesini tanıyoruz” diyen S. Demirel’in bu sözüne umut bağlayanlar çok değil bir iki sene sonra “Susurluk” gerçeğiyle tanışmışlardı.
Farkına varılması gereken bir gerçekliğimiz var. Kürtler ve Türkler ayrıştı. Zaman zaman suskunlaşan toplumsal ilişkiler aslında bağrında derin bir ayrılığın tohumunu taşıyor. Bir halkın tarihsel hafızası süreç içinde oluşur. Bu hafızayı bir kaç siyasi sözle silmek mümkün değildir. Kürtler için devlet: militarizm, işkence ve yok sayılmaktan ibarettir. Türkler için Kürtler: olmayan, olsa bile en fazla pespaye filmlerde kapıcı, cahil veya çağı yakalamamış aşiret ilişkileridir. Eşit olunması mümkün olmayan bir halktır. Böyle derin yarılmaya sahip bir yerde eşit ve ortak ilişki kurmak en az yüzyıla dayanır. Dilini özgürce konuşamayan bir halk kiminle, niye ortak olsun ki?
Bizler için üzerinde derin olarak düşünmemiz gereken nokta: sömürgeci devletin kanun ve uygulamalarını niye böyle kabul edip, uyguladığı haksızlıkları niye yine ondan düzeltmesini istiyor olmamızdır. Bir başkaldırı karşısındaki güce tabii olmakla değil, onu yerle bir etmekle sorumludur. Bu netlik sağlanmadığı sürece süren silahlı direniş, geniş toplumsal tabandan yeterli desteği almakta zorlanacaktır. Çünkü ekonomik, hukuki ve siyasi ilişkileri kuranlar günü geldiğinde o direnişi de mahkum etmekten çekinmezler.
Hayat bizi “böyle yaşanmaz” noktasına getirdi. Kabul edip etmemek bu gerçekliği değiştirmez. Bir halkın önderine “verilen disiplin cezaları” toplumsal karşılıktan yoksunsa, o toplum “yolun neresindeyiz” diye kendine sormalıdır. Kabullenişin karşılığı kölelik, reddedişin karşılığı ise özgürlüktür.