Değişim maddenin hareketinin özünü oluşturur. Hiçbir şey hareketsiz değildir ve her şey hareket halindedir. Bireyler, toplumlar ve örgütlenmiş yapılar da hangi nitelikte olurlarsa olsunlar değişimden ayrı kalamazlar. İradeleri dışında bu döngünün içinde yer alırlar. Ancak bu gerçekliğin farkına varamayanlar veya varıp da kurulu düzenin değişmesini istemeyenler, değişimin karşısına bir barikat örerler ve bu barikat din, ekonomi-politik, kültür gibi üretim ilişkileri ve güçlerinden oluşur. Binlerce yıldır yaşanan toplumsal sorunların temelini bu karşıtlık oluşturmaktadır. Köhnemiş ve “yeni ilişkilere” cevap olamayan “eski ilişkiler” direnişini sürdürmekte, bunu da ellerinde bulunan ve iktidarı oluşturan her türlü olanakları kullanarak yapmaktadırlar.
Sömürgeci ve faşist yönetimler bir anda oluşan bir egemenliğe sahip değillerdir. Adım adım biriktirilen güç, ezilecek ve üzerinde hüküm sürülecek olanın direnç noktalarının zayıflatılmasından yola çıkarak uzun zamanlara dayalı bir egemenliği bir duvar gibi örerler. Süreklileşen bu durumun asıl hedefi baskı altına alınanın var olan bu durumu değişmez olarak kabul etmesi ve direniş kültürünü bırakması, giderek de unutmasıdır. Bugün dünya genelinde kapitalizm tarafından ezilenlere dayatılan “kapitalizmin son üretim ilişki biçimi olduğu ve değişmeyeceği” düşüncesinin altında da bu yatmaktır. İstenilen, bir avuç asalağın kasalarının sürekli dolması ve bizlerin boğazındaki lokmaların da gittikçe azalmasıdır. Kısaca altyapıdan başlayarak oluşturulan üstyapı hep buna hizmet etmektedir. Hukuk, din, siyasal sistem ve benzerleri.
Amerika ve Avustralya kıtasında bulunan yerliler bu mantıkla sömürgeleştirildi. Kültürleri geri olarak empoze edildi ama diğer taraftan da o kültür çalınarak sömürgecilerin kendi kültürleri gibi dayatıldı. Diğer yerlerde bulunan ve sömürgeleştirilen halklar da aynı kaderin yazısını paylaştılar. Yüzyıllar boyunca barbarlar ele geçirdikleri her coğrafyayı kanla suladıkları yetmezmiş gibi, oralarda yaşayan kadim kültürleri de gasp edip “modernleştirdiklerini” ileri sürdüler. Kendi kültürlerinin değişmez temel taşı olan barbarlığı kuşaklar boyu yeşermesi için değişmez kılmaya çalıştılar. Ancak başaramadılar çünkü binlerce yıl aynı coğrafyada kuşaklar boyu yaşamış, o coğrafyanın rüzgarıyla, dağıyla, ovasıyla bütünleşmiş ve bir kültür yaratmış halkları değil onlarca yıl, yüzlerce yılda bile silmek mümkün değildir. Bireylerin ve toplumların hayatına yön veren kültür olgusu nasıl yaşanacağı konusunda belirleyicidir. Günlük hayattan başlayarak siyasal alana kadar damgasını vurur. Örneğin gezginlerin gözünden baktığımızda Kürtlerin savaşçılığı, yiğitliği ve fedakarlığı hep vurgulanır. Bu durum kültürün yarattığı bir olgudur.
Kurdistan’ı bölüp parçalayan devletlerden Iran kültürel anlamda farklılık göstermektedir. islam öncesi ve sonrası devam eden bir kültüre sahiptir. Buna rağmen Türk devleti, Irak ve Suriye gibi bütün çabalarına rağmen Kurdistan’ı yok edememiş, diğerleri gibi Kürtlerin binlerce yıllık kültürünü kendi kültürüymüş gibi sahiplenerek üzerine oturmaya çalışmıştır. Bugün bu devletlerin arşivlerinin hepsine ulaşma imkanımız maalesef bulunmuyor. Türk devletinin Osmanlı’dan başlayarak soykırımlardan geriye kalan mülklerin kimlerin eline geçtiğine dair bilgiler, demografik oran, kültürün içeriğini oluşturan dil, şarkı, kıyafet, tarih gibi bilgilerden kismen yoksunuz. Sayıca az olan araştırmacıların değerli emekleriyle deyim yerindeyse samanlıkta iğne arar gibi yürütülen çalışmalarla ilerliyoruz.
Türk devletinin valilerinin aldığı yeni bir kararla düğünlerde Türk bayrağı asılması zorunlu kılındı. Pratikte çöpe atılacak olan sömürge hukuku kurallarından biri daha gündeme girdi. Govende duran insanları gözaltına alıp tutukladılar. Bir halkı kendi kültüründe eğlenmesini veya üzülmesini “örgüt propagandası” olarak değerlendiriyorlar. Böyle bir örgütsel durum söz konusuysa zaten kaybetmişler demektir. Sevinçlerden kederlere kadar kültürel belirleyiciliği olan bir “örgüt” halkın kılcal damarlarına kadar girip, yer bulmuş demektir. Bu bağı da söküp atacak yasalar bir yana hiçbir kuvvet yoktur.Yüzyıl önce de Türkçe dilini benimsetmek için konuşanlara para cezası kesiyorlardı. Zamanla değiştirerek zindanlarda, okullarda uygulamaya koydular ama yine de o binlerce yıllık kültürü ele geçiremediler, geçiremeyecekler de. Bugün “Türk” diye nereyi kazırsak altında çoğunluğu Kürtlere, Rumlara, Ermenilere ve coğrafyanın diğer halklarına ait olan bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Yedi yüz yıllık Osmanlı yıkılıp yerine kurulan “cumhuriyet” zafer marşları diye başka ülkelerin şarkılarına söz yazarak kitlelere sundu. Hırsızlık geleneğini devam ettirmekte bir beis görmediler. Ne de olsa kurucu liderlerini “Türklerin Atası” diye yutturan bir devlet bu.
Kürtlere ait ne varsa düşmanlar. Istiyorlar ki Kürtler kültürleriyle beraber tarihten silinsin yerine “Türk’ün güneşi” parlasın. Ama olmuyor bazen bir şarkı, bazen bir kıyafet, bazen tarihi bir belge “ben burdayım” diyor. Kürtlerin “Girê Miraza” dediği yer birdenbire “Göbeklitepe” oldu ama geçerliliği yok, olmayacak da. Bir işkence aracı olarak dinletilen “Ölürüm Türkiyem” de öyle. Koma Denge Qamişlo’nun Dayê isimli stranı, değiştirilerek faşizmin burçlarına bayrak olarak çekilmeye çalışıldı ama “Serhat Eyalet Lordu” isimli sosyal medya kullanıcısı bir Kurdistanlı, o bayrağı yere çaldı. Stranın aslını bulup çıkardı. Rezillikleri yanlarına kar kaldı diyemiyoruz çünkü rezillik karakterlerinin temel yapıtaşı görevini görüyor.
‘Aslına rücu etmek’ deyimi tam da bunlara uygun. Ne kadar medeni görünmeye çalışırlarsa çalışsınlar, barbarlık, hırsızlık ve soykırım gelenekleri mutlaka bir yerden çıkıyor. her koşulda mutlaka asıllarına rücu ediyorlar.
K. Marx Türkler için şöyle bir belirlemede bulunur:” Türkler işgal ettikleri yerlerden daha alt bir kültürü temsil ettikleri için tam anlamıyla sömürgeleştiremezler” ve Engels devam eder:” Eğer Türkler devlet ve asker gücü tekelini ellerinde tutmasalar, kısa sürede yok olup giderlerdi. Türklerin sahip oldukları bu tekel ve uygarlık önünde engel oluşturan güçleri, artık güçsüzlüğe dönüşecektir. Gerçek şu ki, Türkler ortadan kaldırılmalıdır”… (1853 Türk Sorunu makalesi)