Ali Engin Yurtsever: Merhametten Zulüm Doğar 

Yazarlar

Ezilenlerin tarihinde kuşaktan kuşağa devredilerek anlatılagelen binlerce yaşanmış öykü vardır. Hepsinin ana noktası, insani değerlerin en ağır koşullarda bile korunduğu, ideolojik ahlaki ölçünün yere düşürülmediğidir. Her ideoloji toplumsal yığınlara yaşanacak güzel bir hayatı vaad eder. Ancak yıkacağı düzenin sadece üretim güçlerini hedef almaz, üretim ilişkilerini de hedef alır. Bunların yerine de kendi üretim ilişkilerini koyacağını ilan eder. Bu yeni üretim ilişkileri eski düzenin ilişkilerinin ilerisindedir.

     Bir önceki düzenin çürümüş ilişkilerinin yerine insani değerlerin üstün olacağı yeni bir ilişki tarzını hedefler. Bu nedenle eski düzenin içinde yaşanırken, kurulmak istenen yeni düzenin ahlaki ilişkileri başta olmak üzere birçok ilişki tarzı uygulamaya konulur. Bu iki açıdan gereklidir: birincisi, kendi ideolojik görüşleri etrafında toplanan kitlelerin, yeni ilişki tarzını benimseyip uygulamaları, ikincisi de bu çevreler dışında kalan toplumsal yığınların bu ilişkilere bakarak iktidar değişikliğinde, nasıl bir hayatın yaşanacağına ilişkin fikir sahibi olmaları hedeflenir. Dünyanın neresinde olursa olsun devrimciler bu nedenden dolayı ilişkilerinde örnek, tutarlı ve saygınlık içeren bir tutum benimserler. Bu tutum en ağır koşullarda bile bırakılmaz.

    Empati… Bizlerin çokça kullandığı, sahip olduğu duygudur. Bu nedenle hayatımızın ister politik, ister özel alanında olsun örneklendirerek taşımaya çalıştığımız bir duygu tanımını kazanır. Öne çıkan anlatım ise: “bizler insanız, sizler gibi olamayız” şeklinde ifade edilir. Bu anlatım kanitlanmis gerçeği yansıtır. Gerek üslup, gerek düşünce anlamında karşıdakinin de insan ve bir onura sahip olduğunu düşünerek bir saygı ölçüsü belirtilir.

   Bir konu üzerindeki duygu ve düşüncelerimizin oluşması hem yetişme süreci içinde bize aktarılan, hem de kendi yaşam deneyimlerimizden oluşur. Çoğunlukla hazır bulduğumuz olguları taşırız. Bir ideolojik tutuma sahipsek, bunun da belirleyiciliği yandsınamaz.

Yakın tarihten örnek verecek olursak gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül dönemlerinde düşman tarafından kuşatılan devrimcilerin bir çatışma anında “yoksul halk çocukları” olarak tanımladıkları ve kendilerine kurşun sıkanlara karşı “size kurşun sıkmak istemiyoruz, sizler değil üstleriniz gelsin” türünden yaşadıkları anlatılır. Hatta en üst örnek olarak da şu anlatılır: İşkence görenlerin bazıları, yıllar sonra kendilerine işkence edenlerle karşılaştıklarında affettiklerini bazılarının ise oturup sohbet ettikleri belirtilir.

   Bir işkenceciyi affetmek, affedecek düzeye gelebilmek tek kelimeyle bir çöküntüden ibaret bri düşüncedir. Binlerce i̇nsanın hayatını cehenneme çevirmiş, can almış katilleri affetmek erdem değildir, savrulmaktır. Politika niye yapılıyor, niye yeni bir hayat vaad ediliyor? Mademki “dostane ilişkiler” çerçevesinde yaşanacak bir gelecek olacak, öyleyse mücadeleye gerek yok. Örneğin Amed 5 nolu cehenneminde yaşananlardan sadece E. O. Yıldıran’ın suçlu tutulması gerçeği yansıtır mı, tek başına mı yaptı onca işkenceyi, kimlerdi oradaki işkenceciler, neden o süreç tek kişi şahsında somutlaştırıldı?

Nazi Almanyası’nda da Hitler öne çıkmasına rağmen yine de az sayıda da olsa sorumlular yargılandılar. Belki de bize ait bir duygu ve düşüncedir bu kadar “mülayim” olmak. Eğer sadece somutlaşmış kişilerden hesap sorarak dönemi kapatacaksak, o zaman ne için mücadele ettiğimizi bilmiyoruz demektir. Bu devlet bireyleri şekillendirerek neredeyse her biri ayrı ayrı veya topluca potansiyel bir insanlık düşmanı olma özelliğini taşıyan insanlardan oluşuyor. Turk devletinde askerlik gorevini yerine getiren on binlerce insan vardi. Bunlarin cogunlugu Kurt gerillalari kestiler, tecvuz ettiler, en agir iskenceleri uyguladilar. Halen “yoksul halk cocuklari” diye konusuluyor.

    Paris Komünü sürecinde iktidarı ele alanlar, esir aldıkları askerleri ve destekçilerini bir süre sonra iyi niyet duyguları adına silahlarıyla birlikte serbest bırakırlar. merkez yönetim bunun hata olduğunu, ilk fırsatta o silahların kendilerine yöneleceğini söylese bile bu sözleri dikkate alınmaz ve bir süre sonra binlerce Komün üyesi onlar tarafından kurşuna dizilir.

    Türk devletinin kendi arenasında yer alan kişi veya medya kuruluşlarına çizgiyi aştığı gerekçesiyle çeşitli cezalar vermesi veya politik kimliğinden dolayı da bireyler hakkında mahkeme süreci başlatması bizim cenah tarafından da (fikirlerinizi ifade etmek özgürlüğünüzü sonuna kadar savunuyorum) teması altında eleştirildi, özgürlüğün herkesin hakkı olduğu gerekçesiyle karşı çıkıldı. Ancak Kurdistan Özgürlük mücadelesi söz konusu olduğunda, on binler tutuklandığında, öldürüldüğünde, işkence gördüğünde ya da temel olarak Kurdistan’ın işgal edildiği dile getirildiğinde devletin bu geçici kurbanları suskunluğa gömülüyorlar.

En solundan, en sağına kadar “tekçi” anlayışla hareket ediyorlar. Basit bir anlatımla; iki kişinin, birine saldırdığını düşünün, bu iki kişiden biri arada diğerine hafifçe dokunsa bile, kurban hemen ileri çıkıp (incitme, onun hakkını da savunuyorum) diye konuşuyor. Işte bizim durumumuz da tam olarak bu. Hep birlikte bize saldıranların arasındaki “kayıkçı kavgası”nı gerçek sanıp araya giriyoruz.

    Ulusal ve sınıfsal sorunlar taraf tutularak yürütülür. Ezilen tarafta yer alıp, ezen tarafa ah vah etmek, ezildiğini anlamamak demektir. Empati veya hümanizm ezen tarafa beslendiği sürece, ezilmeye devam edilir.

   Gerçeğin yerine kurgusallığı koyabilirsiniz, ama bir halkı temsil ediyorsanız, sadece tek şey yapmak zorundasınız: gerçeğin yakıcılığını kavramak. Çünkü gerçeklik duygulara göre hareket etmez…

 

İlginizi Çekebilir

Behice Feride Demir: Nebez’in Gözünden Çeviri Olayı
Kemal Okutan: Kürtler Masaya Değil Menüye Bakmalı

Öne Çıkanlar