Dışarıdan bakıldığında sıradan bir su bardağı görünümünde olup içinde bir tahliye kanalı bulunmaktadır. İçine doldurulan içecek, bardağın içinde bulunan belirli bir seviyeyi geçince bardağın içinde bulunan kanaldan akıp gitmektedir. Ancak seviyeyi geçmediği sürece herhangi bir boşalma olmamaktadır. Böylelikle bardak verilen herkesin eşit derecede içmesi amaçlanmıştır. Açgözlülük eden, daha fazla hakka sahip olmak isteyerek bardağını işaret bulunan seviyesinin üstünde dolduran herkesin bardağı boşalacaktır.
Samoslu Pisagor’dan günümüze geldiğimizde, neredeyse değişen herhangi bir şey görünmemektedir. Gerek bireyler, gerek halklar, gerekse devletler bardağı tepeleme doldurmak için çabalıyorlar. Elbetteki bardağı seviyeye uygun bir şekilde doldurup, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” diyenler hariç.
Kabul edilen tarihsel sürece göre, Türklerin Kürdistan’a gelişi bin yıllık bir zaman dilimini içeriyor. Birkaç bini geçmeyen barbar göçebe ve paralı askerlerin gelişinin ardından günümüze kadar gelen süreçte milyonlara ulaştılar. Bu sayının içinde devşirmeler, kendini “Türk” kabul edenler ve zorla Türkleştirilenleri çıkarsak, gerçek Türk sayısının fazla olmadığı gerçekliğini unutmadan devam edelim. Kılıç zoruyla ele geçirdikleri bir coğrafyada bulunan bütün bardakları alıp, hiç kimseye vermeden ne bulurlarsa tepeleme doldurup içmeye çalışıyorlar. Bardağın içindeki seviyeyi geçtikleri için, doldurulan ne varsa hepsi içindeki kanaldan tahliye oluyor. Bu duruma gittikçe daha fazla sinirlenip, daha fazla gaddarlaşıyorlar. Bardağı sadece kendilerine ait görüyorlar, başkası içmesin diye düşünüyorlar ama kendi aralarında bile adaletli bir bardak doldurmak yerine “ Rabbena, hep bana” sözünden hareketle iktidarı elinde tutan, kendisinden başkasının bardaktan içmesini istemiyor.
Sınıfsal veya ulusal sorunların temel çelişki olduğu dönemler tarihin her döneminde yaşanmıştır. Egemenler iktidarlarının ayakta kalması için her iki çelişki döneminde de bardağın içine doldurulan içeceklerden bir damlayı ezilenlere verirler, böylelikle iktidarlarının süresini uzatmaya çalışırlar. Ancak uzun erimli düşünmeyen egemenler, hiçbir toplumsal yapıyla, hiçbir zenginliği paylaşmazlar. Böylelikle çelişkiler keskinlesir. Diğer bir ifadeyle hayat her iki taraf için keskinleşen bir döneme evrilir. İktidarın el değiştirmesine uzanan bir süreç başlar. Böyle dönemlerde çelişkinin her iki tarafında bulunanları yani ezen ve ezilenlerin arasında uzlaşma sağlamaya çalışanlar da olacaktır. Beraberce huzur içinde yaşamak için bardaktan bir damlanın da ezilenlere verilmesinin çözüm olacağını savunanlar da bulunur. Bunlar sınıfsal literatürde ideolojik olarak kibarca “sosyal demokrat” olarak adlandırılırlar. Ulusal sorunlarda ise en hafifinden “harki” denilir.
Türk devleti bardaksız geldiği ülkemizde, hem bardakları ele geçirdi, hem de içine, binlerce yıldır ürettiğimiz bütün toplumsal zenginlikleri doldurarak kendi başına içmeye çalıştı.
Yüzlerce kez isyan edildi, sadece Kürtler değil Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Araplar ve diğer halklar da isyan etti. İsyanlar kanla bastırıldı. Halklar soykırımdan geçirildi.
Ulusal ve sınıfsal sorunların çözümünü uzlaşıyla çözmek, tercihe dayalı bir politik adım olarak kabul edilebilir. Bundan farklı olarak bu sorunların kaynağının iktidardan kaynaklandığını ileri sürüp, sorunu sert bir şekilde yani savaşarak çözerek iktidarı ele geçirmek de politik bir tercih içerir. Öyleyse bu çözümlere bakmamız gerekiyor. Çünkü her iki tercih bizleri farklı sonuçlara götürecektir.
Türk devletinin kuruluşundan itibaren gerek sınıfsal, gerekse ulusal tercihi bellidir. “Türk, müslüman ve sünni” olarak kabul edilen bir ulus anlayışından hareketle, bu anlayışın dışında kalan herkes ya öldürülmüş, ya da zorla bu tanımın içine sokulmaya çalışılmıştır. Öyle ki, toplumsal yapılara baktığımızda farklı kimlik ve inançlardan gelenlerin önemli bir bölümünün kendini “Türklüp sözleşmesi” içinde görüp, bağlı oldukları kimlik veya inanca düşman olmaları bu yüzdendir.
Bir tanınma sağlanarak iktidarın kabul edeceği bir alanda yaşamak düşüncesi her seferinde Türk devleti tarafından vahşetin en üst boyutuyla reddedilmiştir. Zaman zaman kabul edileceği yönünde atılan adımların da taktiksel olduğu süreç içinde ortaya çıkmıştır. Bunun böyle olacağı diyalektik olarak belliydi çünkü, Türk devletinin kuruluşu itibariyle desteğe ihtiyacı olduğu dönemlerde Kürtler tanınır gibi yapılmış, “et ve tırnak” terennümüne sığınılmıştır. Süreç atlatıldığında ise “meclise Kürt kıyafetiyle gelmek” suçlamasıyla idam edilmiştir. Çarpıcı bir örnektir.: Hasan Hayri Türk devletinin taktiğine inanarak Kürtlerin ve Türklerin beraberce yaşayacağını savunmuş, bu yönde Lozan’a telgraf çekmiş ama sonunda idam edilmiştir. İdam edilmesinin gerekçelerinden biri de giydiği kıyafettir. Son söz olarak da: “… dünyada en kıymetsiz şey, Türk’ün verdiği şeref sözüdür” diyerek idam sehpasında canını vermiştir.
Elbette tarih değişir, hayat değişir. Devletler de bireyler gibi değişebilir kendilerini yeniden oluşturmak yönünde tutum takınabilirler. Ulusal olarak birçok devlet bu anlamda değişimi kabul etmiştir. Bu nedenle sömürgesi olan devletlerin büyük bir bölümü, istemeyerek de olsa sömürgeciliğin çıplaklığını bırakmış ama yine süreci farklı sekillerde de olsa sürdürmüşlerdir. Temel nokta: sömürgelerin özgürlüklerine/
Pisagor’un yüzyıllar öncesinden bizlere sunduğu bardak önümüzde duruyor. Ya o bardağı kendimiz, ürettiğimiz toplumsal zenginliklerle doldurup eşit ve özgür bir şekilde içeceğiz, ya da sömürgecilerimiz kanımızı icmek için bardağı dolduracak ama bardağın sınırlarını geçtikleri için kanımız sürekli akacak çünkü bardak hiç dolmayacak.