Sınıfsal, ulusal veya inançsal düzlemde her teorik düşünce, pratiğe evrilip ideoloji haline dönüşmeden önce seslendiği toplumsal kitlelere sunmak ve uygulamak üzere altyapı olarak bir toplumsal mühendislik hazırlığında bulunur. Ideolojinin içinde bulunan ve toplumların nasıl düşünmesi ve yaşaması gerektiğini belirleyen bu düşünce sistematiği geçmişten bugüne hep var olmuştur. İnsanın insanlaşacağı: kendine, doğaya ve hayata karşı oluşan yabancılaşmanın ortadan kaldırılıp, üretim güçlerinin üretim ilişkileriyle olan ilişkisinin gercek anlamını bulduğu bir yaşama geçinceye kadar kaçınılmaz olarak toplum mühendisliğinin çeşitli boyutlarda bizlere dayatılmasını yaşayacağız. Bu mühendislik devletler ortadan kalkana kadar sürecektir.
Devletler ürünü oldukları egemen sınıfın yapısına uygun olarak kuruluşlarına gerekçe olan bir toplum mühendisliği önerisiyle ortaya çıkarlar. Bu öneri toplumların bütünü tarafından kabul edilmese bile, ‘zor’a dayalı olarak kabul ettirilir. Çünkü iktidar ‘zor’a dayalı olarak ele geçirilmiştir, ajandasında ne varsa ‘zor’a dayalı olarak da hayata geçirilecektir. Türk devleti de, birçok devlet gibi bu yöntemle kurulmuştur. Mirasını devraldığı Osmanlı İmparatorluğu sürecinde gerçekleştirilen halklara yönelik işlenen insanlık suçlarını ve soykırımları savunmaktan geri adım atmamış, günümüze kadar da farklı isimler ve uygulamalar altında sürdürmüştür. Kolay değildir, dünyayı kan ve gözyaşına boğan Nazi Almanyası’nın lideri Hitler’in teveccühünü kazanmak ve “Türkler soykırım yaptı, kim hesabını sordu, bizim Yahudilere karşı yapacağımızın hesabını da sormazlar” düşüncesine akıldanelik edebilmek.
Türk tipi toplum mühendisliği ilk zamanlar başarılı bir şekilde kendini görünmez kıldı diyebiliriz. Cumhuriyetin kuruluşuna canla başla katkı sunan halklar, kurulacak yeni toplumun birer mühendisi olduklarını sanarak hak taleplerinde bulunmayı bir yana bırakalım, bu taleplerde bulunanları (yerli-yabancı demeden) neredeyse aforoz ettiler. Ancak iktidarı elinde tutan M. Kemal, iktidar ortaklarını ve “mühendislik aparatlarını” birer birer tasfiye etti. Kimi zaman “sosyalist” komşusunun desteği, kimi zaman “kapitalist” destekler ve kimi zaman da konjonktürel koşulların sunduğu katkıyla ortaya bir “Türk Tipi” toplum mühendisliği sundu. Rumların isyanı kanla bastırıldı, geriye çok az bir nüfus kaldı. Kürtler Qoçgiri’den başlayarak Kurdistan’ın neredeyse her bölgesinde isyanlar çıkardılar ama kaderleri Rumların ve Ermenilerin kaderleriyle birleşti. Ülkeleri boydan boya kanla sulandı.
M. Kemal, çıktığı iktidarın tepesinden aşağıya baktığında karşılaştığı manzara: gerici, bağnaz, yüzyıllarca halk veya ulus kimliği olmadan yaşamış, Osmanlı tarafından “akılsız”, diğer ülkeler tarafından da “barbar” olarak nitelendirilen bir güruhla karşılaştı ve öyle beyinlere kazınmak istenen “Türk milleti, zekidir, çalışkandır” gibi propaganda sözleriyle bir kimlik verilmeye çalışılan bir toplum değil, yönetilmek zorunda olan bir toplumdu. Ancak imparatorluktan geriye kalan halklar içinde yer alan Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler öyle değildi. Binlerce yıllık bir geçmişleri vardı ve o toprakların sahipleriydiler. Kültürel birikim, maddi birikim ve toplumsal yaşam olarak değişip, dönüşebilen bir yapıya sahiptiler.
İktidarın yeni sahiplerinin yapılması gerektiğini düşündükleri şey: yeni toplumun “Türk” kimliği etrafında şekillendirilerek, herşeyin buna odaklı olarak belirlenmesiydi. Bunun için de ne gerekliyse çekinmeden yaptılar. Soykırımda bulundukları halkların kültürlerini yağmalamak yetmedi, başka halkların kültürlerini de yağmaladılar. Nasılsa hesap soran yoktu.
Şimdi, “tek führer”den başlayarak her şey ‘tek’leştirilip halkların, dillerin, dinlerin ve kültürlerin “tek”e dayalı olan yeniden inşa edilmesine başlanabilirdi. Toplum mühendisliği görünürde kusursuz olarak işleyecek, bir iki nesil sonra herkes “Türk” olacaktı. “Ebedi Şef”in deyimiyle “ilelebet payidar” kalacak bir devlet ortaya çıkmıştı.
Ancak hayat kağıda yazıldığı gibi yaşanan bir plan değil. Kürtler 1984 yılına gelene kadar çeşitli dönemlerde güçleri ve bilinçleri yettiği kadar bu toplum mühendisliğinin işlemeyeceğini göstermişlerdi. Ancak günümüze kadar uzanan ve halen de bastırılamayıp devam eden, yapısı itibariyle da “Türk Tipi toplum mühendisliğini” kaldırıp çöpe atan bu isyan 1984 yılında başladı.
Ulusal bilinç, sınıfsal bilinçten farklı bir duygu ve düşünceyi temel alarak gelişir. Sınıfsal bilince tam anlamıyla ulaşılamadığı zaman, elde edilen maddi olanaklar bireylerin sınıf savaşımını sürdürmelerinden vazgeçmelerinin önünü de açabilir. Ancak ulusal bilinç çok farklıdır. Bir defa kazanıldı mı, geriye dönüşü yoktur. Düzenin olanaklarından yararlanıp ulusal mücadeleden uzak durulabilir ama sömürgeci güç bunu unutmaz. Artık ‘tek’çilik çöpe atılmış, sömürge birey kendini inkar etse bile, sömürgecinin ‘kara kaplı kitabında’ ulusal bilinci taşıyan bir birey olarak yerini almıştır.
İster kabul edilsin, ister edilmesin bugün Kürd ve Kurdistan bilinci genis bir kesimin beyninde yer etmiş bulunuyor. Kimlik sorunu, bütün sorunların önünde yer alıyor. Bunca zulmün karşılığı başka birşey olamazdı zaten. Olması maddenin doğasına aykırıdır.
Gerçekliği ve geçerliliği olmayan bir toplum mühendisliği uğruna denemedikleri zulüm kalmadı. Kurdistan Özgürlük Hareketinin mücadelede ısrar ve çizgisine baktığımızda uzun olmayan bir süreçte “Türk Tipi Toplum Mühendisliğinin” ait olduğu yere, tarihin çöp sepetine atılacağını hep birlikte göreceğiz…