Her ne kadar yaklaşık 200 yıllık makus talihimizden dolayı halkımız daha içe dönük bir siyasal kurgu ve beklenti alemi içinde olsa da etrafımızda olup biten gelişmelerin sebep ve sonuçları itibarıyla hepimizi ilgilendirdiği gerçeğini en baştan ifade etmek istiyorum. Hakikatin eğilip büküldüğü, imajların gerçeğin yerine ikame edildiği bu çağda, onurlu bir duruş göstermek, halkımıza, insanlığa, barışa ve özgürlüğe hizmet etmeyi varoluşsal bir sorumluluk olarak görmek ve dibine kadar çürümüş sistemin çarklarına çomak sokmak hedef haline getirilmek için yeterli bir bahanedir sanırım.
Êzidî olmak, Kürt olmak, fermanlar, sürgünler ve katliamlar cenderesinden geçmiş bir topluluğun parçası olmak, yeter de artar hedef haline getirilmek için.
Bir medya ve yargı kurgusunun konusu olan 19 Mart operasyonunda şahsımı hedefe koymalarının nedeni, yalanın yalnızca dilde değil, varlıkta hüküm sürdüğü, simülasyonların ve sahte suretlerin hakikatin yerini aldığı bu büyük sis çağında, kirlenmemiş bir hakikatin ve lekesiz bir masumiyetin, varoluşsal bir skandal, sistemin kolektif inkâr mekanizmalarına yönelik dayanılmaz bir teşhir biçimi olmasıdır. Çünkü masumiyet, burada yalnızca bir etik pozisyon değil, aynı zamanda düzenin temel yalan çarkını durmaksızın hatırlatan ve o yüzden her koşulda yok edilmesi gereken bir varoluşsal aynadır. Evet tam da bu yüzden, o tarihten itibaren saldırılar ne söylediklerime, ne yaptıklarıma, ne de yapmadıklarıma yöneliyor: doğrudan varlığıma, varlığımın içinde bilinç kazandığı, sorumluluğa dönüştüğü ve o sorumluluğun içerdiği isyana yöneliyor. Bu isyan şahsımın değil, 200 yıldır devam eden bir topluluğun isyanıdır; saftır, temizdir, haklıdır…
Benim varlığım, düşüncem, emeğim, kendi gücüm ve imkanlarım çerçevesinde topluma sunmaya çalıştığım katkının bir tehdit olarak kodlanmasıdır. Çünkü etik sahibi olmak, sorumluluk duygusu içinde hareket etmek, pak olmak ve dik durmak, çürümüş bir düzen için daima tehlike sinyalidir. O nedenle ilkeli bir duruşa sahip olmak bu rejim için kırılması gereken bir dalga, yargılanması gereken bir sapma hâline geldi. Ve ben, tam da bu nedenle bütün imkanlar, algı mühendisleri, kirli odaklar ve işlevsiz aparatlar eliyle bir “suç unsuru” olarak yansıtılmaya çalışılan muhayyel bir kumpasın ve amansız bir suikast cellatlığı girişiminin merkezine yerleştirildim 19 Mart operasyonunda.
Haftalar boyunca bir milletin zihnine kazınmaya çalışılan kirli senaryo, yalnızca bir kumpas değil, aynı zamanda bir hakikat tasfiyesi, bir irade imhası ve masumiyet karinesini kirletme faaliyeti işlevi gördü. Üstelik benim şahsımda bir topluluğun masumiyet karinesi olarak ifade edilebilecek bir faaliyet. Bütün varlığıyla hayatın orta yerinde olan birinden “azılı bir terörist” çıkarmaya çalışmaktı bütün senaryoları. Çünkü terörizm yaftası, bütün kirli oyunların üstünü örtmek için yıllardır mayaladıkları bir hakikat panzehiri olarak işlev göreceğine kanaat getirdikleri bir senaryo. Bir halk bu yaftayla yıllardır cendereye alınmışsa bizim payımıza düşen de elbette buydu. Öyle büyük ve pervasızca yalanlar söylediler ki artık neredeyse kendileri bile inanmaya başladılar. Öfkeleri, hınçları ve garezleri anlaşılır, çünkü kirli çarklarının dişlileri işlevini yitiriyordu artık…
Onun için beni bu kirli tertibin merkezine yerleştirdiler—çünkü bir rol biçtiler, kabul etmedim; bir dil dayattılar, susmadım; bir yalan önerdiler, eğilmedim. Eğer tekliflerini kabul etseydim, bugün belki de alkışlanan, kimliğinden soyundurulmuş bir kukla olarak, “terörist” yaftasıyla karaladıkları o sahte ekranlarda arz-ı endam ediyor olacaktım. Ama ben reddettim; işte bu yüzden hedefe yerleştirildim. Ve böylece yalnızca ben değil, benimle birlikte toplumun hafızasını, iradesini, kökü çok derinlere inen bir hakikat ağacı da hedef alındı. Haysiyetime, düşünceme, yoldaşlarıma, aileme, mülküme, geçmişime ve geleceğime kirli elleri uzandı. O kirli eller hakikatin saf ayaklarının altındadır…
Beni hedefe koymalarının nedeni, halkın iradesini esas alan, meydanlarda bas bas bağırılan ve şeffaflıkla yürütülen bir seçim stratejisi. Bilgi üretimiyle, stratejik analizlerle, özgür düşüncenin ve demokratik temsiliyetin kurumsal dilinde yürüttüğüm bağımsız ve tarafsız çalışmalar, sahte bir “ulusal güvenlik” diskurunun gölgesinde kriminalize edilmeye çalışıldı. Oysa ben yalnızca bilgimi sundum; bilimsel araştırmalar, stratejik analizler ve sahadan beslenen veri temelli çözümlemelerle, halkın taleplerine tercüman olmayı amaçlayan çalışmalar yaptım. Üstelik bunu halkımız için, bu ülkenin bütün halklarının aydınlık ve barış dolu yarınları için hiçbir kişisel menfaat gütmeden, bir sorumluluk duygusu içinde ifa etmenin onur ve gururu ile yaptım.
Bu çalışmalar, herhangi bir örgütsel angajmandan değil; siyasal alanın çoğulluğunu, temsilin meşruiyetini ve demokratik tahayyülün genişletilmesini esas alan topluma ve tarihe karşı bir sorumluluk anlayışından kaynaklanıyordu. “Kent uzlaşısı” ve “İstanbul ittifakı” gibi stratejik açılımlar, iktidarın siyasal kurgusunu bozan ve hegemonik temsil rejimini sarsan müdahalelerdi. Üstelik bu halkın iradi tasarrufunun bir izdüşümüydü ve bize düşen buna tercümanlık yapmaktı. Zira verilerle konuşmak bu işin etik ve politik sorumluluğunun bir parçası. Bu türden, demokratik, şeffaf ve çoğulcu girişimler, Carl Schmitt’in tanımladığı “istisna hâli” mantığını süreklileştiren otoriter sistemler açısından doğrudan tehdit olarak kodlandı. Çünkü bu rejimlerde bilgi, ancak iktidarın tasarladığı hakikat rejimiyle hizalandığında makbul görülür. Aksi hâlde bilgi, potansiyel bir suçun taşıyıcısına; bilgi üreticisi ise kriminal bir figüre dönüştürülür. Tam da bu bağlamda, sadece bilgiye dayalı katkım ceza hukukunun konusu hâline getirildi ve ben, var olmayan bir suçun hem faili hem de mimarı olarak inşa edildim.
Beni hedefe koymalarının nedeni, temsil ettiğim kimliğin taşıdığı tarihsel ve kültürel hafızadır. Bu saldırı yalnızca şahsıma değil; diline az yazılmış, arşivine girmemiş, külliyatına kaydedilmemiş bir halkın hafızasına yönelik bariz bir mekruhluğun adıdır. Êzidî kimliğim, sadece bir aidiyet beyanı değil; bin yıllık bir dirilişi, yok sayılmaya karşı gösterilen ontolojik ısrarın adıdır. O yüzden saf kimliğim delil, sözüm tehdit, duruşum isyan sayıldı. Oysa ben sadece vardım; görünür, savunmasız, sahici ve dirençliydim. Bu direnç kaynağını yüzyıllardan alan bir haklılıktan alıyor. Her ne kadar bugün “evin içinde” bilinçli bir yalnız bırakılmanın konusu olsak da…
Beni hedefe koymalarının keyfiyeti, bedenimin politik bir alanda var olmasıdır. Judith Butler’ın kavramlaştırdığı biçimiyle, kamusal alanda bedenle görünürlük kazanmak, sadece ontolojik bir varoluş değil, aynı zamanda politik bir eylemdir. Benim bedenim/kimliğim, bastırılmış bir kolektifin belleği, inkâr edilen bir halkın yankısı, unutulmak istenen bir temsilin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Kimliğim, onlar için yalnızca bir varlık değil, aynı zamanda bir anlatıdır—itiraz eden, konuşan, hatırlayan bir anlatı. Muktedirler itirazdan, anlatıdan ve hakikatin saf yansımasından korkarlar; tarihi bize bunu öğretmiştir.
Beni hedefe koymalarının sebebi, akademik özgürlüğe, tarafsız ve eleştirel bilgiye, sivil toplumun özerkliğine sunduğum katkıdır. Düşünsel angajmanlardan arınmış, eleştirel mesafeyi koruyan, epistemolojik özenle yürütülmüş bir bilim anlayışı iktidar için daima bir tehdittir. Çünkü bilgi, eğer biata değil sorguya açılıyorsa, sistem için tehdit hâline gelir. Ben, bu tehdidi temsil ediyorum—bilgiyle, analizle, kelâm ile. 19 Mart operasyonu benim şahsımda bunu teyit ettiği gibi konjonktürel faktörlerin muhtemel gelişmelerine de gebe bir hakikati herkesin önüne koymuştur.
Beni hedefe koymalarının nedeni, kafatasçı zihniyetin çekmecelerine sığmamamdır. Ne sözüm ne dilim ne tahayyülüm onların kalıplarına uymadı. Kürt özgürlük hareketinin vicdanında büyümem, Êzidî kimliğimi inkâr etmemem, Kürtlük bilincimin idrakıyla hareket etmem, düşüncemi halkın dilinden konuşmam, mevcut entelektüel figürlerin konformizmine karşı bir başkaldırı oldu. Ve evet, başkaldırının bedeli her zaman yalnızlıktır; fakat aynı zamanda tarihsel bir sorumluluktur. Bu sorumluluk duygumu ortadan kaldıracak, bu varoluşsal mücadelemi sekteye uğratacak hiçbir kumpas icat edilmemiştir henüz. Bilakis bu kirli senaryolar, hakikate olan inancım gereği mücadele azmimi kamçılamaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Beni hedefe koymalarının nedeni, düşüncenin kendi dilinde filizlenmesini engellemektir. Çünkü bir düşün insanı, kendi grameriyle konuşabildiğinde, kendi kaderini de tayin edebilir. O yüzden ben, halkımın entelektüel, ruhsal ve siyasal söz varlığını korumaya çalıştım. Bu çaba, sadece dilsel değil; ontolojik, politik ve kültürel bir direniştir. Ve bu direniş, susturulmak istendi. Çünkü ben susarsam, bir dil susacaktı. Ve ben, susmadım. Susmamak da hedef haline getirilmek için yeterli sebeptir iktidarların lügatında. Bugünden sonra ise susmak değil, yalanın dolanın, kumpas ve karalamanın üstüne daha kararlı ve inandığım bütün değerler adına gideceğimin bilinmesini isterim. Benim de halkıma ve tarihe karşı sorumluluklarım buradan itibaren başlıyor…
Beni hedefe koymalarının nedeni, hakikatin peşinden gidenlerin susturulmasıdır. Foucault’nun tarif ettiği “parrhesiastik özne” gibi, iktidarın tehdit saydığı çıplak hakikati dillendirdim. Bu dillendirme, yalnızca bir bilgi eylemi değil, aynı zamanda etik bir yükümlülüktür. Parrhesia, yalnızca konuşmak değil; risk alarak konuşmaktır. Ve ben, bu çağın semantik yalanlarına karşı hakikatin çıplaklığını dillendirdiğim için hedef alındım.
Beni hedefe koymalarının nedeni, meşruiyetin sınırlarını yeniden sormamdır: Kim, neyi meşru kılar? Kim, neyin temsil edilmesine izin verir? Siyasal partilerin demokratik işleyişine, seçim stratejilerine tematik ve veri kaynaklı sunduğum katkı, içeriksel, şeffaf ve yasal zeminde cereyan etti. Ancak bu katkı, iktidarın dizayn ettiği dar anlam evreninde bir sapma olarak kodlandı. Çünkü bu düzen, katkıyı yalnızca biat olarak tanır.
Beni hedefe koymalarının nedeni, bu toprakların kadim halklarının sürekli bastırılan, dışlanan hafızasında saklıdır. Haysiyetim—kişisel bir vakar değil yalnızca—tarihsel bir yükümlülüğün, unutulmuş bir onurun, inkâr edilmiş bir temsilin yeniden hatırlanmasıdır. Êzidî olmanın yalnızlığını, Kürt olmanın inkârını, hakikatin suskunlukla gömülmesini bildim. Yazmak, üretmek bir tanıklıktır. Tanıklık bir sorumluluk. Ve bu sorumluluğu kendi adıma değil; büyüklerim, çocuklarım ve dilini kaybetmiş her halk adına taşıyorum. Bunu her zaman taşıyacağımın bilinmesini de istiyorum.
Beni hedefe koymalarının nedeni, Benjamin’in “tarihin her anı patlama gücü taşır” sözünü hayata geçirecek o ihtimalin benliğimde taşıdığı potansiyeldir. Çünkü ben, yalnızca bugünün değil; bastırılmış bir geçmişin ve muhtemel bir geleceği başka bir gramerle okuyan biriyim. Ve biliyorum: Ne kadar susturmaya çalışsalar da, kadim olan nihayetinde yankılanır.
Beni hedefe koymalarının nedeni, zamanın tortularında saklı kalan hakikatin, sahte imgelerin kristalleştiği bu çağda hâlâ soluk alabiliyor olmasıdır. Çünkü hakikat, eğilip büküldüğünde bile bütünüyle yok edilemez; yalnızca susar, yalnızca görünmez olur. Benim varlığım, bükülmüş zamanın içinde, kayıp hakikatin beklenmedik bir yankısı gibi çınladığı için hedef seçiliyor; çünkü sistemin inşa ettiği yapay evrende, kirlenmemiş bir masumiyet, çatlaklardan sızan su gibi, her şeyi çürütme tehlikesi taşır.
Bugün bana yönelen saldırı, bir bireye değil, bu çürümenin teşhir olmasına duyulan ilkel korkudur; çünkü imgeler çağında en tehlikeli isyan, hiçbir sahte surete sığınmadan, vakur kalabilmektir. Çünkü hakikat, her dönemin değil her çağın sonunda galip gelir. Teyide ihtiyaç duymaz, zamanın peteklerinin gözünden süzülerek ispatlanır.
Ve ben buradayım. Temsilî olarak hayatın orta yerinde. Kelâmım berrak, alnım açık. Yazıyorum, çünkü susmak diz çökmektir. Üretiyorum, çünkü yokluk iktidarın dilidir. Tanıklık ediyorum, çünkü adalet önce hatırlamak ve yeniden hatırlatmakla başlar! Hatırlamak, hatırlatmak ve hafızanın mücadelesini vermek varoluş mücadelemizin en ulvi ve inatçı safhasını oluşturur. Harici ve dahili haramzadelere karşı bu mücadeleyi yürütmek, boynumuzun borcudur.