Azad Barış: Parrhesia; Slogan ve halayın ötesindeki hakikat 

GenelGündem

Hakikat ve söylem; teoloji, mitoloji ve felsefe tarihinin en temel konularından biri olarak Sümerlerden Mısır, Antik dönem ve bugüne kadar tartışılan bir konudur. Felsefe tarihi fikirleri, olayları ve olguları kat kat giyindirip sonra onu adım adım soyarak çözümsüzlüğü ve giriftliği metheden bir külliyatı da ihtiva ettiğinden, hakikat konusu perdelenen, üzeri örtülen bir konu olmuştur. Pejoratif anlamda, insanlık tarihinde yalan söylemeye yabancı hemen hemen hiçbir kültür yoktur. Yalan, manipülasyon evrensel bir fenomendir; her yerde hazır değil, ama her zaman ve her yerde kaşlarını çatarak hazır bekler. 

Parrhesia, Antik Yunan ve Latince kökenli olup “açıkça konuşmak” veya “gerçeği söylemek” anlamına gelen ve hakikatin görünmez ve anlamsız kılınmaya çalışıldığı günümüzde birçok tartışmaya ışık olabilecek bir kavramdır. Bu kavramın anlam derinliğini idrak etmek için baskıcı ve otoriter yönetimlerin hakikatle kurduğu ilişkiye ve bir olguya dönüşen post-truth tartışmalarıyla hakikatin muktedir olanlarca nasıl tersyüz edilmeye çalışıldığına bakmak faydalı olabilir.  

Michel Foucault, bu kavramı özellikle 1980’lerdeki derslerinde detaylı bir şekilde ele almış, politik alanla ilişkisini muhkem kılmış ve felsefi bir derinlik kazandırmıştır. Foucault’ya göre parrhesia, risk alarak gerçeği söylemek, bu eylemi gerçekleştirirken kendi yaşamını ve güvenliğini tehlikeye atmak, dahası ve özcesi kamu yararı için doğruyu söyleme yükümlülüğünü ifade eder. Yani parrhesia, sadece bir ifade özgürlüğü meselesi değil, onun da ötesinde ahlaki ve politik bir eylemdir. Bu bağlamda, parrhesiast (doğruyu söyleyen kişi) doğruyu söyleme yükümlülüğü taşır ve bu yükümlülük, toplumsal ve politik normlara karşı bir duruş sergilemeyi gerektirir. 

Son dönemde sokaklarda, meydanlarda ve düğünlerde Kürt gençlerinin “Bijî Serok Apo” sloganı eşliğinde halay çektikten sonra ırkçı marşlarla gözaltına alınıp tutuklanmaları, öte taraftan bu gençlerin politik söylemlerinin de basit bir folklorik aktivite olarak indirgenmesine yol açtı. Bilinçli ya da bilinçsiz, baskıların sebep olduğu korku atmosferinden kaynaklı ya da retorik düzeyde olsun, bu durum her şeyden önce bir hakikat ve söylem konusudur. 

Türkiye’nin kendi yasalarında “bile” “suç” olmayan bu ifadeler, her şeyden önce, gençlerin politik bir bilinç ve cesaretle gerçeği ifade etme arzusunu yansıtmaktadır. Nitekim slogan atıp gözaltına alınan gençlerin tutuklanma gerekçelerinde bu bağlam açık bir şekilde görülmektedir. Foucault’nun parrhesia kavramı ışığında, bu gençlerin sloganları, onları toplumsal ve politik riskler alarak gerçekleri ifade etmeye zorlayan bir eylem olarak değerlendirilebilir ve içinde bulunduğumuz karanlık atmosfere ayna tutabilir. Bir taraftan devlet ve bürokrasi tarafından kriminalize edilen diğer taraftan da “içeride” ısrarla folklorize edilen bu durum, basit anlamıyla toplumsal ve politik yapının karşısında gerçeği söyleme yükümlülüğünü yerine getirme isteği olarak tezahür etmektedir.  

Düğün, halay ve müziğin coşumcu duygusundan bağımsız olarak, Kürt gençlerinin bu sloganları kullanmalarının temelinde, onların sadece kimliklerini ifade etmeleri değil, aynı zamanda politik bir muhalefet sergilemeleri yatmaktadır. Kürt kolektif hafızasının 90’lardan itibaren yarattığı politik birikim bu muhalefetin kaynağını oluşturmaktadır. Foucault, parrhesianın, güç ilişkileri ve iktidar yapılarıyla dolu bir alanda gerçekleştiğini, gelişim ve yayılım gösterdiğini tespit eder. Bu bağlamda, Kürt gençlerinin eylemleri, herkesin susturulduğu bir dönemde iktidarın baskıcı politikalarına karşı bir direniş ve hakikat arayışı olarak değerlendirilebilir.  

Gençlerin bu sloganları atarken karşılaştıkları baskı ve gözaltılar, onların doğruyu söyleme yükümlülüğünü yerine getirme çabalarının ne denli “tehlikeli” ve “riskli” bir alan olduğunu ve bu bağlamda sadece kendileri değil bir bütün olarak toplumun karşı karşıya kaldığı kriminalizasyon sarmalını göstermektedir. Yani olgusal olarak bu mesele esasında gençleri de aşmakta ve bu konu ilgili söz kurulduğunda, toplumun diğer bileşenlerine, sivil toplum kuruluşlarına, aydınlara ve siyasetçilere de hakikati söyleme sorumluluğu yükler.  

2015’te sona erdirilen Çözüm Süreci ile birlikte medyanın abluka altında olduğu, doğruyu söyleyenin gözaltına alınarak tutuklandığı bir ortamda Foucault’nun parrhesia kavramı, Kürt gençlerinin politik söylemlerini anlamak için derin bir felsefi ve politik çerçeve sunmaktadır. Gençlerin bu sloganları kullanmaları, basit bir folklorik aktivite değil, iktidarın elindeki bütün imkânlarıyla tersyüz etmeye çalıştığı hakikat kavramına karşı toplumsal ve politik bir eylem ve gerçeği söyleme yükümlülüğünün yerine getirilmesidir. Bu konuyu basit anlamıyla bir ifade özgürlüğü konusu olarak ele almak ve salt folklorize etmek, bu fiilin toplumsal-politik şuur ve cesaret boyutu görmezden gelmektir. Bu açıdan parrhesia, bireyin gerçeği söyleme cesaretini ve bu uğurda aldığı riskleri idrak etmemize yardımcı olurken, aynı zamanda toplumsal ve politik yapılarla nasıl bir ilişki içinde olunması gerektiğini de sorgulatır. 

Daha önce benzer uygulamalar çokça görülse de özellikle son bir haftada farklı şehirlerde, meydanlarda, düğünlerde ve kamusal alanlarda Kürtçe müzik dinleyen, halay çeken ve slogan atan birçok kişi hedef gösterilerek ırkçı marşlar eşliğinde psikolojik, fiziksel ve sembolik şiddet uygulamalarıyla gözaltına alındı. Mersin’den Doğubayazıt’a, İstanbul’dan Batman, Hakkâri ve Siirt’e kadar uzanan bu dalga, Kürtlerin kimliklerine, kültürlerine ve siyasi duruşlarına yönelik histerik, ırkçı ve milliyetçi bir cadı avına dönüşmüş durumda. Belediyelerin Kürtçe trafik uyarı yazılarına yönelik saldırılarla birleşen bu dalga, Türkiye’de Kürt meselesinin Kürtler ve devlet nezdinde nasıl algılandığını ve atılan sloganların temel konusu olan muhataplık konusunu tarihsel bir bağlama çekmektedir.   

Kürtlerin yüzyıllık inkâr politikalarına karşı geliştirdiği kendini koruma ve varoluş mücadelesi, beraberinde stratejik liderlik, örgütlenme ve öz gücüne yönelik kolektif bir şuur yarattı. Kürtler için bu durum bir haysiyet ve varoluş konusudur. Her şeyden önce belirtmek gerekir ki bu baskılar, Kürtlerin siyasi taleplerini bastırmayı amaçlayan geleneksel, kurumsal ve sürdürüle gelen devlet politikalarının bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Bu uygulamaları sadece konjonktürel olarak yorumlamak, bağlamından koparmak, içini boşaltmak, folklorize etmek ve buna karşı retoriği aşamayan bir siyaset ortaya koymak bu dalganın daha da şiddetlenme ihtimaline katkı sunacaktır.   

Burada hem çekilen halaylar ve atılan sloganlar hem de söz konusu gözaltı, şiddet, tutuklama ve sistematik saldırıların arka planını anlamak ve verilen mesajın içeriğine odaklanmayı cesurca ifade etmek tarih ve topluma karşı sorumluluğun bir gereğidir. Açıkça ifade etmek gerekirse her iki durum da bizi doğrudan Öcalan’ın bu meseledeki rolüne, misyonuna ve muhataplık pozisyonuna getirmektedir. Ve bu bağlam sadece güncel ve konjonktürel bir bağlam değil, tarihsel bir bağlam olarak ön plana çıkmaktadır. Kürt halkının özgürlük ve eşitlik arayışı, Öcalan’ın fikirleri, vizyonu ve stratejik önderlik rolü etrafında şekillenmiştir. Kürtlerin yüzyıllardır süregelen hak arayışının bir yansıması olan bu durumun yok sayılması imkânsızdır. 

İktidar artık Kürt meselesinin varlığını reddetse de her şeyden önce belirtmek gerekir ki, Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesi, yaklaşık iki yüzyıldır devam eden ve dünya tarihinin en uzun soluklu özgürlük hareketlerinden biri olarak bugün de Orta Doğu’nun en köklü, güncel ve önemli sorunlarından biridir. Bu mücadele, günümüze kadar çeşitli aşamalardan geçmiş, Kürt halkının kimliğini ve varlığını koruma çabası olarak şekillenmiş ve bugünlere kadar gelmiştir. Başından itibaren bu mücadele belli lider ve öncüler etrafında ortaya çıkmış, gelişim göstermiş ve bir olgu olarak bugünkü Kürt meselesinin kaynağını oluşturmuştur. Kürt meselesinin önderlik ve muhataplık realitesi, bu sorunun çözümünün anahtarını oluşturur. Bu bağlamda Öcalan tarihsel süreklilik anlamında Kürtlerin hak mücadelesinde yeni bir dönemin başlangıcını simgelemektedir. 

Tarihsel olarak, Kürtler, kendi kimliklerini ve kültürlerini korumak adına birçok direniş hareketi sergilemiştir. Bugüne kadar Kürt liderler Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri için mücadele etmiş, büyük bedeller ödemiş, Kürt halkının direniş ruhunu ve özgürlük taleplerini temsil etmiş, Kürt meselesinin ulusal ve uluslararası alanda tanınmasında önemli rol oynamışlardır. 25 yılı aşkın bir süredir tecrit koşullarında tutulan Öcalan, Kürt halkının özgürlük arayışını teorik bir zemine oturtarak, Kürt meselesini demokratik ve barışçıl yollarla çözmeyi hedefleyen bir model sunmaktadır.  

Bugün alanlarda atılan sloganların konusu olan Öcalan, parrhesiastik anlamda aynı zamanda bir barış elçisi olarak da değerlendirilmelidir. 2013-2015 yılları arasında Türkiye’de yürütülen Çözüm Süreci, Öcalan’ın barışçıl çözüm arayışının somut bir örneği olarak Kürdistan, Türkiye ve Orta Doğu tarihinde önemli bir süreç ve dönüm noktası olarak yerini almıştır. Bu süreç, son yarım asırda Türkiye siyasi tarihinin en barışçıl ve çatışmasız dönemlerinden biridir. Öcalan, Kürt meselesinin diyalogla, barışçıl yollarla çözülmesi için kendi misyon ve vizyonunun farkında olarak bu hassas ve tarihi dönemde devlet yetkilileriyle yürütülen müzakerelerde baş müzakereci olarak kabul edilmiş ve önemli adımlar atılmıştır. Devletin bile reddetmediği bu süreç, Öcalan’ın varlığını, rolünü ve misyonu adalet, hukuk, tarih ve toplum huzurunda tescil etmiştir.  

Ancak bu süreç, devletin çözüm sürecini sonlandırması ve yeniden geleneksel kodlarına dönerek baskıcı politikalara rücu etmesiyle kesintiye uğramış ve daha çatışmalı ve maliyetli bir sürece evrilmiştir. Öcalan’ın bu süreçteki çabaları, Kürt halkı başta olmak üzere bölge halklarının barış ve demokrasi taleplerine yanıt vermek için gösterdiği kararlılığın bir göstergesidir. Buna karşın devletin gösterdiği tutum ise tarih boyunca Kürt liderlerine ve hareketlerine karşı takındığı yaklaşımın bir devamı olarak tezahür etmiştir. Sessiz çoğunluğun gönüllü körlüğüne dayalı, yazılı olmayan bir mutabakat olan “bilgisizlik sözleşmesiyle-Ignorance contract” bağlamında görmezden gelinen bu realitenin reddedilmesi, yok sayılması her şeyden önce tarihe, topluma ve hafızaya karşı sorumsuzluktur.  

Öcalan, sadece Kürtlerin onu konumlandırdığı yer açısından değil, devletin kendisine karşı muamelesinden de anlaşılacağı üzere sıradan bir lider değil, Kürt meselesinin çözümünde önemli bir aktördür. Öcalan’ın ideolojik rehberliği altında şekillenen Kürt Özgürlük Hareketi, Orta Doğu’da barış ve demokrasi arayışının önemli bir parçası haline gelmiştir. Bu bir realitedir ve bu realiteyi görmezden gelmenin, bağlamından koparmanın ve içini boşaltmanın kimseye faydası olmayacaktır. Öcalan, gelinen noktada Kürt halkının özgürlük, eşitlik ve barış arayışının güçlü bir ifadesine dönüşmüştür. Bu arayış halaylarla, zılgıtlarla, sloganlarla kamusal alana mal olmuş ve devlet nezdinde muhatabını aramaktadır. Öcalan için atılan sloganlar ve Türkiye’nin kendi yasalarında “bile” suç olmayan o sloganların içeriği sadece Öcalan’ı bir lider tespit etmekle ve realite olarak ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda Kürt halkının özgürlük, barış, eşitlik ve adalet arayışının da simgesi haline getirmiştir.  

Öcalan’ın tarihsel rolünü işaret eden sloganların içeriği, Kürt meselesinin yüzlerce yıllık tarihsel arka planından bağımsız ele alınamaz. Bu gençlere karşı uygulanan baskı ve tutuklamalar, ırkçı marşlar eşliğinde icra edilen Kürt düşmanı uygulamalar, Kürtlerin özgürlük mücadelesini kriminalize etmenin, Öcalan’ın rolünü görünmez kılmanın, tecrit uygulamasını sürdürmenin ve Kürtlerin kolektif hafızasına yönelik sistematik bir saldırının parçasıdır. Ancak daha önce olduğu gibi bu baskılar, Kürtlerin özgürlük taleplerini ve muhataplık konusundaki irade beyanını daha da güçlendirmiştir. Kürtler, Öcalan’ın barışçıl ve demokratik çözüm vizyonuna olan inançlarını sürdürerek, bu mücadelenin önemli bir bileşeni olmaya devam etmektedir.  

Bu hakikatten hareketle, atılan sloganların, çekilen halayların ve dinlenilen müziklerin hem devlet hem de mündemiç Kürt siyaseti tarafından doğru anlaşılması için çağrı yapmak parrhesiastik bir zorunluluktur. Burada tarih, toplum ve hakikate karşı sorumluluğumuzun bir gereği olarak şunları belirtmekte fayda vardır: Adını yasakladığınız bu coğrafyaya atanan mülki amirlerin her şeyden önce haddini bilmesi gerekir; görev aşımından bağımsız olarak. Şairin dediği gibi, “burası Havva anaya beşikler vermiş, Nuh ise dünkü çocuk sayılır, burası Mezopotamya’dır, Kürdistan’dır; Kürtler bu diyarın çocuklarıdır.”  

Meselenin yalnızca bir halk oyunundan ibaret olmadığını hepimiz biliyoruz; Kürt kültürel ve sosyal varlığına karşı bariz bir hazımsızlık durumu giderek histerik bir hal almakta. Dolayısıyla, yasaklayıcı zihniyetin temel saiki Kürt kimliğinin inşa öznelliği ile ilgilidir ve yapısal bir ırkçılık deneyimi-külliyatı etrafında şekillenmektedir. O yüzden meseleyi folklorik bir düzlemde ele almak yerine, yorumlamanın öznelliği ve nesnelliği sorunu olarak görmek gerekir.  

Başka bir ifadeyle, hedefte olan haliyle onun etrafında cereyan eden kronografik nesneler değil, modern Kürt kimliğinin özneleştirdiği sembollere karşı bir tahammülsüzlüktür. Onun için eşyayı adıyla çağırmak ahlaki ve etik bir sorumluluk olduğu kadar parrhesiastik bir gereksinimdir. Yani lafı dolandırmadan “açıkça konuşmak” veya “gerçeği söylemek” gerekir. Dolayısıyla bu konuyla ilgili söz kuracak herkesin ama özellikle aydınlar ve siyasetçilerin hakikati söyleme sorumluluğu vardır. Buradan hareketle konuyu bağlamından koparmak ve saldırganların yıkıcı niyetlerini sıradanlaştıran söylemlerden uzak durmak gerekir. Aksi takdirde bu durum hedefte olan öznenin gözden kaybolması anlamına gelecektir.  

Gençlere, atılan sloganlara, çekilen halaylara ve kamusal alana taşan irade beyanına yönelik bu tahammülsüzlüğün Kürtlerin kimliksel uyanışı ile birebir alakalı olduğunu herkes biliyor artık. O nedenle, herkesin anlayacağı şekilde eşyayı adıyla çağırmak ahlaki bir buyruktur. Kürtler vardır, vatanları Kürdistan’dır ve şimdiden sosyal hareketlerin tarihinde yerini almış siyasi özneleri ve aktörleri vardır; yoruma kapalı olan bu hakikat yalnızca Türkiye’de değil, bütün Orta Doğu’da, hatta dünyada var olmaya devam edecektir. 

*

/Sosyolog- Ezidi Kültür Vakfı Kurucusu-Spectrum House-TR Yöneticisi/

 

İlginizi Çekebilir

Kızıltepe Belediye Eş Başkanı DEM Parti’den istifa etti
BM: Filistinli mahkumlara tecavüz edimesi savaş suçu teşkil edebilir

Öne Çıkanlar