Sosyalist kökenli bir bürokrat olan Elizabeth Borne, başarı ile başarısızlık arasında şansı yaver giden bir başbakandı.
Köklü siyasi geleneğinin yanı sıra çeşitli bakanlıklarda geçirdiği süre ve teknokratlıkla bürokratlık arası geçen yılların avantajı ile iki yıllık başbakanlık döneminde ülke tarihi için kritik işlere imza attı.
Yaşı, siyasi kültürü ve eğitimi nedeniyle hırslı bir siyasetçi imajı yerine uzun vadeli projelere odaklandı. Cumhurbaşkanı Macron’un gölgesine sığınmadı ama bağımsız bir siyaset izlemeyi de önemsemedi. Siyasetle değil, kapasite ile iş başına gelmiş ve icracı bir hükümet profili çizmek istemişti.
Ancak Fransa gibi imparatorluğun mekânsal ağırlığı, aydınlanma devriminin manevi sermayesi ve Avrupa’nın siyasî hamisi olma iddiasını sürdüren bir ülkede ister istemez iç politika dış politikadan etkileniyor. Sosyalist ve Komünist partilerin parlamento ve sendikal ağırlıklarının yanı sıra, sağ partilerin iktidar koltuğunu zorlaması bu paralelliğin uluslararası gelişmelere göre konum almasını da beraberinde getiriyor.
Ukrayna savaşı Fransa’yı sessiz bir şekilde etkilemiş ve iç politikasını Avrupa Birliği (AB) bağlamında baskı altına almıştı. Buna sağcılığın yükselişi, göçmenlere dair tartışmalar ,radikal dinciliğin yükselmesi ve iş yasası gibi Fransa’nın gelecekteki kader ağları sayılan anayasal tartışmaları eklediğimizde politikanın klasik sınıflandırmalarından giderek uzaklaştığını da görebiliriz. Borne’un istifasını 2027’deki cumhurbaşkanlığı seçimleri için çoklu bir başlangıç olarak okumak daha doğru olur.
Geçtiğimiz yıl Front National sürpriz bir kararla Le Pain geleneğine son verip, genç Jordan Bardella’yı başkanlığa getirmiş ve bu aday değişikliği sol ve liberal kamuoyunda kaygı ile karşılanmıştı. Her ne kadar hükümet son göçmen yasası , eğitim kalitesinin yeniden artırılması ve güvenlik vaatleri ile sağ seçmenin hassasiyetini dikkate alacağını ima etsede, cumhurbaşkanlığı seçimleri için bu tavizlerin yeterli olmadığı da biliniyor.
Özellikle Hamas’ın 7 Ekim’deki terörist saldırıları Avrupa’daki pek çok devlet gibi Fransa’nın da plan değişikliğine gitmesine sebep olmuşa benziyor. Global ölçekte ibrenin savaştan yana olduğu, Avrupa’da sağın sokak ve sandığı kuşatmaya aldığı bir dönemde Fransa’daki seçimler aynı zamanda AB’nin gelecek konsepti açısından da hayati önemdedir.
Sol ve liberal kitlelerin buluşabileceği bir adayın şimdiden kamuoyuna sunulması Fransa’nın yaklaşan ırkçı risklerin farkında olduğunu gösteriyor. Bu yüzden 34 yaşındaki Gabriel Attal’a geçici başbakan ve en güçlü cumhurbaşkanı adayı demek daha doğru olacak.
Zira Attal’da tıpkı halefi Borne gibi uzun zamandır Macron hükümetinde danışmanlık ve bakanlık düzeyinde görev yapıyor ve sorunlardan haberdar.
Başbakanlık sürecinde iş ve göçmenlik yasalarının yanı sıra işsizlik ve enflasyon gibi sorunlara karşı göstereceği performans genç başbakanın cumhurbaşkanlığı yarışındaki güvenliğini tescilleyecektir.
Kamuoyu Attal’ın Macron ve Sarkozy’den bağımsız biri olarak davranıp davranmayacağını merak ederken, Attal’ın solcu ve sağcı kesimlerden oy alacağı kesin. Adı açıklandıktan sonra Fransızların yeni başbakana güveni ℅50 den fazla olarak açıklanırken bu karar Fransız siyasetinin yeni bir döneme giriş yaptığını göstermek açısından oldukça önemli emareler taşıyor.
Deneyimin yerini bilgi, ideolojik liderliklerin yerini teknokratlar- bürokratlar, partilerin yerini kişisel vizyon ve güncel ihtiyaçlar belirliyor. Demokrasinin kendi otoritesini yapı bozumuna uğrattığı bir dönemin başlangıcı yine Fransızlara düştü galiba.
Madame Borne, selefine görevini devrederken bir siyasetçiden çok bir bürokrat tarafsızlığı ile küçük kızlara seslenerek kadın erkek eşitliği için daha çok çalışmaları tavsiyesinde bulundu.
Belkide asıl mesele buydu ve asıl mesajda buydu…