Robert Musil, Niteliksiz Adam romanında imparatorluk sisteminin yaşadığı yozlaşmayı anlatırken tarihin gücünden çokça söz etmektedir. Hatta edebiyatın kalıcı bir etkiye sahip olması için tarihin işlev ve içerik üzerindeki gücünü göz ardı etmemesini sıklıkla dile getirmektedir. Bu yüzden Edebiyatın bir amacınıda ” İleriye doğru yanılmamak”olarak tarif etmektedir. Kuşkusuz “ileriye doğru yanılmamak “sözü bireyden topluma, sanattan ticarete, askeriyeden inanca hatta tarihten teknolojiye dek geçerlidir. Ancak uluslar için” ileriye doğru yanılmamanın” en önemli yanı kendi geçmişlerini bilmeleri ve ona göre ileriyi hesaplamalarıdır. Geçmiş ve gelecek arasında bağlantı kurmayan hiçbir millet geleceğin güç dengesinde yer, yasa, yurt ve yaşam sahibi olmamaz.
Kürdistanlılar, geçte olsa tarihlerini inceleyip araştıran bir tarihçi kuşağına sahiptir artık. Bu kuşak geç kalınan, ertelenen, çalınan, el konulan, değiştirilen ve asimile edilen her şeyi, aslına kavuşturma şans ve sorumluluğuna sahiptir. Bu yüzden yeni dünya sistemine doğru giderken ithal ezber ve yönlendirmelerle değil, kendi özelliklerimizle şekillenecek bir düşünce ve tarih bilinci oluşturmak geleceğe yapacağımız en önemli yatırım olacaktır.
Sayın Seîd Veroj, yakın dönem Kürt tarihi üzerine yazdığı makale ve incelemelerle diğer meslektaşları ile beraber önemli bir kültür ve tarih hizmeti sunmaktadır. Artık tarihimizi başkalarının suç defterinden değil, ” Tarihte neler oldu-yu” kendi gerçekliğimizle yorumlamaktayız. Sayın Seîd Veroj’a yakın yüzyılı sorarken bizi bekleyen kimi risklerinin dünden muaf olmadığını bilerek birkaç soru sordum ve güzel cevaplar aldığıma inanıyorum. Bize zaman ayırdığı için teşekkürlerimizi sunuyor ve röportajımızı ilginize sunuyoruz.
İyi okumalar!
İyi pazarlar…
Son yazınızda Kürt Teali Cemiyeti’nin (KTC) organizasyonel gücü hakkındaki yeni bilgileri okurlarınızla paylaştınız. Bundan hareketle Kürt Teali Cemiyeti’nin İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) gibi başarılı olamamasının sebebini neyle açıklayabiliriz?
Bahsettiğiniz yazıda Kürdistan Teali Cemiyeti’nin (KTC) merkez şubesinin faaliyetlerinden daha ziyade Kürdistan’da açmış olduğu şubeler üzerinde durmak istedim. Çünkü KTC’ne yapılan eleştirilerden biri de, “Kürdistan toprakları üzerinde bir kurtuluş hareketi örgütleyemediği ve İstanbul’da oturup Kürdistan topraklarını Kemal Paşa’ya terkettiği” şeklindedir. Yayımı devam eden bu yazı dizisinde, KTC’nin yaklaşık bir buçuk yıllık faaliyeti süresince Kürdistan’da ne kadar örgütlenebildiğini ve kaç şube açabildiğin araştırmaya çalıştım. Cemiyetin yayın organlarından biri olan Jîn dergisinde “Kürd cemiyetinin şubeleri niçin sed edilmiştir (kapatılmıştır)” başlığıyla yayımlanan yazıda örgütün Kürdistan’da toplam 19 şubesinin açıldığın öğreniyoruz. O günün koşullarında ve yaklaşık bir buçuk yıllık faaliyet süresince 19 şubenin kuruluşu, doğrusu örgütleme faaliyetlerini Kürdistan topraklarına taşıma amacı doğrultusunda oldukça önemli bir performans. 1920’nin ilk yarısı dahi dolmadan önce şubeleri olmak üzere M. Kemalin ve İstanbul Hükümeti’nin ortak hareketiyle KTC dava edilerek kapatılmaya başlandı. Daha sonra da örgüt kendi içinde Seyid Abdülkadir’in temsil ettiği Kürdistan için “Otonomi” taraftarları ile Mehmed Emin Bedirhan’ın temsil ettiği “Bağımsızlıkçı”lar olmak üzer iki guruba ayrıldı. Bağımsızlıkçı gurup, Kürd Teşkilatı İçtimaiye Cemiyeti adıyla yeni bir örgüt kurdular ve onun bünyesinde çalışmalarını sürdürdüler.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince; evet imparatorluk bakiyesinden kalan ve en kalabalık nüfusa sahip Müslüman topluluklardan bir olan Kürdler, KTC örgütlemesiyle hedefledikleri Wilson Prensiplerinin Kürd milleti için de uygulanması amacına ulaşamamıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ve onun ardılları ise, sünni Müslümanlığın baskın olduğu Türk etnisitesininin egemen olduğu bir “devlet-ulus” ya da “ulus-devlet” kurmayı başardı. Dönemin iç ve dış toplumsal-siyasi dengelerine fazla girmeden, bu iki cemiyet arasında çok özet olarak bir kıyaslama yapılırsa, bazı temel hususların gözönünde bulundurulması önemlidir. İTC’nin kökeni ta İttihad-ı Osmanî Cemiyeti ve daha sonra da Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi adları alan ve KTC’inden yaklaşık 30 yıl önce kurulmuş olan cemiyetlere dayanmaktadır. Adı geçen cemiyetlerin kuruluşunda dönemin bir kısım Kürd aydınları, eşraf ve uleması da yer almıştır ancak 1900’lerin başlarında cemiyet Türkçü kanadın egemenliğine geçince, Abdülhamid’in istibdad rejimine karşı olmakla beraber Kürdlerin önemli bir kısmı İTC’inden uzaklaşmış. 1908’de Osmanlı askeri ve sivil bürokrasisinin desteğiyle gerçekleşen İkinci Meşrutiyetle birlikte İTC, artık bir iktidar partisidir ve Birinci Dünya Savaşı’na kadarki uygulamalarıyla adeta Abdülhamid’in istibdat rejimini aratır olmuştur.
Bu dönemde; başta Mevlanzade Rıfat’ın çıkarttığı Serbestî gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi olmak üzere, birçok muhalif gazeteciye suikastlar yapılmış, sürgün edilmiş, başta Kürdlerin cemiyetleri olmak üzere birçok muhalif cemiyet ve örgüt kapatılmış, en sonda maddi çıkarlar karşılığında Osmanlı imparatorluğunu Almanların yanında savaşa sürükleyerek sonunu getirmişler… Fazla uzatmadan söyleyeyim İTC, imparatorluk askeri ve siyasi bürokrasisinin oluşturduğu bir teşkilat olup örgütsel deneyimi, birikimi, iktidar gücü, kadro ve maddi olanaklarıyla Osmanlı toplumu üzerinde kurduğu etkinlik ile adeta paralel bir devlet gücü gibi. Hiçbir statüsü ve devlet deneyimi olmayan Kürd aydınlarının oluşturduğu KTC’nin sahadaki örgütlü gücü, bölgesel ve uluslararası ilişkilerini İTC ile mukayese etmek pek doğru olmaz.
Tanımakta geç kaldığımız birçok Kürt aydının biyografisini yeniden gün yüzüne çıkardınız. Bu kişilerin geç tanınması, bilinmesi ve duyulması modern Kürt aydınlanmasının başarısını gölgeledi mi ya da Kürt düşün dünyasını dış tehlikelere karşı korunaksız kalmasında bu kayıp zamanın etkisi var mıdır?
Hemdemlerimize göre uluslaşmada geç kalmış bir millet olduğumuz apaçıktır dolaysıyla uluslaşma sürecinde ve mücadelesinde yer almış birçok Kürd aydınını tanımakta da geç kalmışız. Tarihçi ve deneme yazarı Thomas Carleyle’nin biyografi yazımına dair söylediği “Tarih büyük adamların biyografisidir” sözüne dayanarak, Kürd aydınları ve şahsiyetlerinin biyografisini yazmakla Kürdlerin uluslaşma sürecini aydınlatmak ve biraz da yaşadıkları dönemin kültürel, toplumsal-siyasal olaylarına ışık tutmak istedim. Çünkü biyografi yazımı, bireysel ve toplumsallığın kesiştiği bir alandan hareketle kişinin kendisini keşfederek bireysellikten toplumsala/ulusala doğru giden yolu aydınlatır. 18. yüzyılda Avrupa’da başlayan Aydınlanma Hareketi, aslında uluslaşmayla sonuçlanan bir süreç olarak değerlendirildiğinde, elbette ki Kürd aydınlanmasının öncülleri olan bu şahsiyetlerin yeterince bilinmemesi ve tanınmaması, bir yönüyle kendi tarihinden model alınabilecek şahsiyetlerinden bihaber olmaktır ve dolaysıyla fikirsel-ideolojik dış etkilere açık olmak ve hata savrulmak demektir. Kolonyalist ve egemen uluslar, işgal ettikleri topraklarda varlığını kalıcılaştırabilmek için, yaptıkları en önemli faaliyetlerden biri de, yerleşik toplumu bütün kültürel-tarihsel değerleriyle yok sayıp farklı yöntemlerle tarihi şahsiyetlerini itibarsızlaştırarak kendi bakışını, düşünce biçimini ve fikirlerini işgal ettikleri toplumun bireylerine rahatlıkla belletebilmektir. Ben de biyografi türü çalışmalarla Kürd şahsiyetlerini, fikir bahçesinin zenginliğini ve çeşitliliğini yeni nesillere aktarmak istiyorum.
Aşiretler, mirlikler, beylikler ve aydınlar şeklinde uzanan bir Kürt siyasi tarihi var. Bu silsilenin ortak ve öngörülür bir Kürt aklı üretememesinin sebebi nedir ?
Kürdlerin tarihine ve Kürd toplumunun sosyal yapısına baktığımızda, aşiretsel yapı, modern öncesi dönem Kürdlerinin sosyal örgütlenmesinin en önemli unsurlarından biridir. Mirlikler ise kale, şehir ve bölge devletleri biçiminde belli bir coğrafik alan üzerinde sürekli egemenlik hakkı şeklinde tezahür etmiştir. 1514’te Osmanlı yönetim sistemine karşılıklı bir anlaşma sonucu katılan Kürdler, kendi kendini yönetmek üzere “Sancak”, “Hükümet” ve “Eyalet” gibi statülerle Kürdistanı yönetmek için yeni bir yapılanmaya gitmişler ve bu anlaşma 1800’lerin başlarına kadar devam etmiştir. Osmanlının merkezileşme politikasına karşı, 1800’lerin başlarından sonlarına kadar yaklaşık 100 yılık bir dönem boyunca Kürd Mirlikleri kendi egemenlik alanlarını korumak için Osmanlı imparatorluk yönetimiyle savaşmışlar. Aydınların dahil olduğu süreç ise, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarıdır. Bu dönemde ilk olarak modern anlamda Kürd cemiyetleri ve örgütleri kuruluyor, bu örgütlenmeler vasıtasıyla peyderpey Kürd aydınlarının rolü artıyor. Söylediğiniz ortak Kürd aklının üretilememesi, yukarıda da belirtiğim gibi geç uluslaşmadan kaynaklı bir etken olmakla beraber, tek neden değildir. Asıl olarak Kürdler ve Kürdistan’ın jeopolitik, kültürel, inanç, sosyal-siyasal yapısından kaynaklı nedenlerden dolayı bütün kesimlerin etrafında toplanabildikleri bir ulusal proje ve siyasetin ortaya konamamasıdır. “Geç uluslaşma” kavramını kullanırken de, Batı Avrupa’da başlayan uluslaşma hareketiyle kıyaslamadan daha çok Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki Müslüman unsurların uluslaşma hareketleriyle mukayese anlamında kullanıyorum. Çünkü böyle bir kıyaslama yapıldığında, Kürdler ile diğer Müslüman toplulukların ulusal uyanışları arasında pek fazla bir zaman olmadığı görülecektir.
İncelediğiniz dönemler itibariyle Osmanlı Saray ve Entelektüel çevrelerinde Kürtlerin etki oranları nedir? Ya da Osmanlı Saray çevresinde en etkin etnik güç hangisidir?
Gördüğüm kadarıyla Saray çevresinde Kürdlerin etki oranı oldukça zayıftır. Ermenilerin, Arapların ve Arnavutların Saray çevresinde ve bürokrasi içerisindeki etkileri çok daha fazladır. Aydın ve entelektüel çevrede de, zamanın deyimiyle diğer “unsurlar”la karşılaştırıldığında Kürdler özellikle Ermeniler başta olmak üzere Araplar, Arnavutlar gibi kendi kimlikleriyle pek etkin olmamışlar. Bu durum, o dönemde Kürd aydınlarının, ulemasının ve kalem erbabının olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine o gün de ve bugün de çok sayıda Kürd düşünce adamı, kalem erbabı, uleması olduğu halde kalemini ve ilmini kendi milletinin hizmetine sunmamıştır. Bu durum, o dönemin Kürd aydınları tarafından biliniyor ve şiddetle eleştiriliyor. Örneğin aslen Liceli olan yayıncı ve yazar Kurdizade Ahmed Ramiz, 1911’de yazdığı “Reşbelek” adlı hitabetinde, bu durumda olan Kürd aydınları ve ilim erbabını şiddetle eleştirmektedir. “Mübalağasız olarak binlerce Kürd alimin, faziletlisinin ve edebiyatçısının adını sayabilirim. Bunlardan bir kısmı Araplara, bir kısmı Türklere ve bir kısmı da Acemlere (Farslara) hizmet etmiştir! Yani bunlar belirtilen dillerde değerli ve makul eserler vermişler. Şimdi Arap, Acem ve Türkler onların eserlerinden istifade ediyorlar. Bugün de ve daha sonra da, o eserlerden istifade edecekler. Bakın işte, Kürd olduğu halde kimlere hizmet etmiştir?
Kürleri cehalet yaşında bırakmışlar, kendi eserleriyle yabancı elleri nimettar ve şadan (faydalandırıp mutlu) etmişler. Fakat o kişilerin ismini veremiyorum; çünkü halk onları “mukaddes evliyalar” olarak biliyor. Kendimde o kudreti bulamıyorum ki o sıfatlar üzerinden onların adlarını söyleyeyim; benim inancıma göre eğer onlar isteseydi, katil cehaletin zehrini kendi milletinden uzaklaştırabilirlerdi. Mademki uzaklaştırmamışlar, onlar da bu cehaletin sebebi ve ortağıdırlar.
Bugün de Kürd edipleri (edebiyatçıları) vardır, ancak bunların büyük çoğunluğu (kesinlikle) sözü ve kalemiyle Kürd değiller, diğer önemli bir kısmı da aslen Kürd olmadıklarını söylemektedirler. Kürd edipleri, Kürdlükten uzaklaşmakla zannediyorlar ki bu uzaklaşma onlara bir paye ve şeref kazandıracaktır, bunun bir rezalet ve ahmaklık olduğunu bilmiyorlar. Kürdlerin sayesinde ve onların ekmek ve nimetiyle büyüyüp varolan, aslen, neslen ve fazileten Kürd olduğu halde başkalarına hizmet etmektedirler. Allah, bizi bu tür insanlardan korusun, çünkü kökünü (aslını) kaybeden haramzadedir ve haramzadeler aslını inkâr eder.”
Bu konuda, dönemin önemli Kürd aydınlarından olan Mehmed Mihri Hilav da 1918’de yayımladığı Mukadimet’ûl İrfan adlı eserinde, kendi milleti için gerekli hizmetleri ve sorumluluğu yerine getirmeyen Kürd alim ve münevverlerini şiddetle eleştirir. “Bu millet arasında birçok faziletli dahiler bulunmuş ve bilfiil bulunmaktadır. Bunlar kendi milletine karşı gerekli hizmetleri yerine getirmemiş, fakat şimdiye kadar hizmetinde bulundukları tarafından yaptıkları hizmetlerden dolayı tebrik ve teşekkürler takdim edilmiştir. Buna mukabil müjde makamında ihtiramla onlara şu beyti takdim ediyorum: Fazilet sahibi olup da faziletini kavmine karşı gizleyip göstermeyenler için, itimat edilmediği gibi yerilirler.”
20. yüzyılın başlarındaki Osmanlı aydınlarının çok önemli bir kesiminin Kürdlere bakışı, bugünkü yaygın ve resmi bakıştan pek farklı değildi; benmerkezci ve üstenci bir yaklaşımla Kürdleri ayrılıkçı olarak yerilmişler. Örneğin Abdullah Cevdet’in 6 Temmuz 1329’da (1913’te), Rojî Kurd dergisinin ikinci sayısında “İtihad Yolu” başlığıyla yayımlanan makalesinde, dönemin popüler bir Osmanlı aydınıyla Rojî Kurd dergisine dair aralarında geçen bir diyalog, bu yaklaşımı çok açık bir şekilde göstermektedir. “Rojî Kurd mecmuası yazısını masamın üzerinde gören saygın ve aziz dostum birdenbire: “Nedir bu mecmua?” dedi. Ben “Kurdolocya organı” yani Kürdlük hakkındaki toplumsal ve ırksal araştırmanın yayın organı, dedim. Arkadaşım mecmuayı açtı, gözü bir makaleye ilişince: “Madem Türkçe değil, mademki Kürdçe’dir “ayrılık” gazetesi demektir dedi ve Rojî Kurd’ü masamın üzerine bıraktı.” A. Cevdet bu yaklaşım ve yargı şekline dair, “Çok sıradan ve geneldir, buna çok teessüf ederim. Bu sahte felsefenin, aydınları dahi içine almış olmasına çok yanarım.” der.
Bu kadar üreten, yazan, tartışan, bir araya gelen ve çeşitli girişimlerde bulunan bir aydın topluluğunun bir başarı hikayesi oluşturamaması biraz tuhaf değil mi? Kürt aydınları güçlü bir siyasi ortamı beslemekte neden başarısız oldu?
Evet 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında kimliğine sahip çıkarak Kürdler adına kurulan cemiyetlerin faaliyetlerine katılan ve bu cemiyetlere bağlı olarak çıkarılan yayın organlarında yazan, üreten önemli bir gurup Kürd aydını vardır. Belki bu potansiyelden daha fazlası da kimlik aidiyetine sahip çıkmayıp dönemin yaygın siyasal akımları olan “İtihad-ı Osmanî”, “Ümetçilik” ve “Batıcılık” içinde veya periferisinde yer almışlar, bu akımların etkisinde yayımlanan gazete ve dergilerde yazmışlar. Önceki sorunun cevabında verdiğimiz iki örnekte belirtildiği gibi, Kürd kimliğine sahip çıkan ve Wilson Prensipleri çerçevesinde Kürd milli taleplerini öne çıkaran aydınlar doğal olarak diğer Kürd kökenli aydınları şiddetle eleştirmişler.
Bir milletin aydınları ve entelektüelleri elbette ki öncelikle ait olduğu milletin kültürel, toplumsal ve ulusal meselelerine karşı sorumludurlar ve farklı boyutlarıyla bu sorumluluğun gereğini yerine getirdikleri müddetçe, o milletle veya toplumla bağları güçlenir. Kürdlerin sorunu sadece dil, edebiyat, eğitim, tarih vb. bir sorun değildir ki aydın inisiyatifi öne çıksın. Kürdlerin sorunu, aslında Kürdlerin rızası dışında parçalanmış, bölünmüş, paylaşılmış bir toprak sorunudur ki o da tarihsel ve siyasal literatürde Kürdistan sorunu olarak bilinir. Kürdistan sorunu siyasal bir sorundur ve bu sorunun çözümünden de öncelikle Kürd siyasi kurumları sorumludur. Kürd aydınları farklı alanlarda üretimleriyle siyasete katkıda bulunabilirler ancak aydın hareketi siyaset kurumunun yerini alamaz. Aydın hareketi ve siyaset ilişkisi, hem dünyada hem bizde bugüne denk konuşulan ve tartışılan bir konudur. Bu alanda farklı yaklaşımlar da vardır. Siyaset kimi zamanlar kendini dar, rijit kalıplar ve ideolojiler içerisine hapsedebilir. Bu yaklaşımıyla siyaset aydınları kontrol etmeye çalıştığında aydının üretim alanını daraltır, güdükleştirir, pasifleştirir ve kısırlaştırır. Genelde ve bir bütün olarak Kürd siyasetinde egemen olan yaklaşım da budur. Dolayısıyla bu yaklaşım ön açıcı değil, Kürd aydın üretimi ve hareketini çoraklaştırıp zayıflatıyor.
Bildiğiniz gibi Türkiye Cumhuriyeti Yüzüncü yılını kutladı. Kemalistlerin alışıldık nutuklarının aksine silahlanma, teknoloji ve milliyetçi bir teoloji ile süslenen yeni bir rejimin sessiz uyarlamalarına yer verildi kutlamalarda. Gerçekten Türkiye’de rejim değişti mi, yoksa olanlar eski rejimin revizyonu mu?
Eskiyle kıyaslandığında usul yönünde bazı aşınmalar olsa da kanımca bir rejim değişikliği falan yoktur. İttihat ve Terakki kuruluşundan beri iki ana eğilim içerisinde barındırmaktadır; batıcı laik eğilim ile doğucu İslamcı eğilim. Türk devlet sistemi içerisinde bu iki eğilim bugün de varlığını devam ettirmektedir. Bu iki eğilim arasında zaman zaman iktidar kavgası kızışır, hamaset yapılır ancak sonuç itibarıyla “Devlet-i aliye”nin çıkarları belirleyici olur. Bu tür teolojik söylem ve değişimlerin revizyon olarak dahi adlandırılması tartışılmalıdır.
Bir yazınızda “Kürtler Kemalistlerin oyalamacı ve kurnaz tavrını daha Erzurum kongresinde görüyor ve buna göre hazırlık yapıyorlar.” Şeklinde bir tespitte bulunuyorsunuz. Tam olarak buradaki süreç nasıl gelişti. Kürtler hangi kongreye katıldı, hangisine katılmadı? Mustafa Kemal, kongrelerdeki politik hamlelerini hangi amaç ve dengeler üzerinde kurguladı?
Mirliva Mustafa Kemal daha Samsun’da iken, bu işin Kürdlerin desteği alınmadan olamayacağını düşünüyor. Bu amaçla Kürt şahsiyetlerine ve aşiret liderlerine telgraflar çekip bir önyoklama yapar, oradan Amasya’ya gider ve ağırlıklı olarak askeri kadroların katılımıyla bir dizi karar alınır. O, Amasya’da iken, bölgede işgal güçlerine karşı varolan rahatsızlık nedeniyle arayış içerisinde olan şahsiyet ve grupların Erzurum’da “Vilayat-ı Şarkiye-i Müdafa-i Hukuk Cemiyeti” adı altında bir ortak toplantı düzenleyeceklerini haber aldığında, girişimlerine bir sivil taban oluşturmak amacıyla asker arkadaşlarıyla birlikte Erzurum toplantısına katılıp elinde bulunan Bab-ı li’nin “hat-ı hümayun”u kararını göstererek inisiyatifi ele almak istemiş ve böylece kongrenin başkanlığına geçmiş. Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919’da başlar ve bir hafta devam eder. Bu toplantının M. Kemal açısında en önemli özeliği, grubu içerisinde bir lider pozisyonuyla öne çıkmasına yol açıyor.
Erzurum Kongresi toplandığı süreçte Kürdler içerisinde bir belirsizlik ve kafa karışıklığı vardır; Kürdler bu toplantıya fazla bir önem vermezler ve Kürdler adına kongreye doğrudan ve üstdüzey bir katılım da olmamıştır ancak yine de sonuç beyannamesinin açıklanmasını beklerler. Çünkü Kürdlerin önemli bir kesimi ümitlerini Wilson Prensiplerine bağlamıştılar ve bu konuda Erzurum Kongresi’nde nasıl bir karar çıkacağını merakla beklemekteydiler. Fakat kongrede Wilson Prensipleri gündeme geldiğinde, bu konu tartışmaya açılmaz lakin Kürdleri ümitvar kılmak için sonuç beyannamesinde şöyle bir ibare yerleştirilir “Milli Meclis toplantısında bu mesele tartışmaya açılacaktır” denerek geçiştirilir.
O zaman Erzurum’da bulunan Cibranlı Halit Bey, kongreye davetli olduğu halde örgütsel faaliyet içerisinde olduğu için davetiyeye icabet etmemiştir. Bu dönemde Halid Bey, Erzurum’da Kürdistan İstiklal Komitesi adıyla illegal bir örgüt kurmuştu. Kürdistan Teali Cemiyeti başkanı Seyid Abdülkadir, kongreyi gözlemek üzere resmi olmayan bir gözlemci heyet Erzurum’a göndermişti. Gözlemci heyet dönüşünde KTC yönetimine sunduğu rapor değerlendirilir ve başkan Seyid Abdülkadir toplantıdan sonra şöyle bir açıklamada bulunur: “Her kes kendi başının çaresine bakmalı.”
Erzurum Kongresi’nde Kemalistlerin yaklaşımı anlaşıldıktan sonra, 4 Eylül 1919’da Sivas’ta gerçekleşen kongreye Kürtler hiçbir şekilde katılmazlar. Seyfi Öngider’in Kuruluş ve Kurucu adlı kitabında aktardığına göre, “Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi’ne göre daha az katılımla gerçekleşir ve toplam katılan delege sayısı 20’dir”, ana gündemi, manda yönetimini kabul edip etmeme konusundaki tartışmalardı.
Türk resmi tarih tezinde ‘Kurtuluş Savaşı’nın Sultan’dan ve büyük devletlerden habersiz olarak örgütlendiği yönünde propaganda edilmektedir. Gerçekten süreç nasıl işledi, kim kime yardım etti, kimler kimi destekledi veya ortadaki anti emperyalist imaların gerçeği nedir?
Evet Sultan Mehmed Vahdeddin’in “Anadolu’da milli bir kuvvet hazırlamak ve vücuda getirmek için, güvendiklerinin telkinleriyle yaverlerinden Mirliva Mustafa Kemal Paşa’yı geniş yetkiler ve özel talimatla gizlice Anadolu’ya gönderdiği.” farklı kaynaklarda yazılmaktadır. Aslında Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderen Damad Ferid Paşa hükümeti idi, kuvvet veren de Sultan Mehmed Vahdeddin idi. Ancak başta Sultan Vahdeddin’in kendisi, başkent İstanbul ve Damat Ferid Paşa hükümeti bir bütün olarak İttifak güçlerinin sıkkı denetimi altında iken, nasıl oluyor da Mustafa Kemal galip devletlerin İstanbul’da bulunan istihbarat birimleri ve temsilcilerinden habersiz olarak elini kolunu sallayarak İstanbul’dan çıktı.
Resmi ideolojinin iddia ettiği gibi Mustafa Kemal’in İstanbul’dan Samsun’a gidişi ve oradan da Anadolu’ya geçerek arkadaşlarıyla beraber “Milli Mücadele” adıyla yürüttüğü faaliyetler ne işgale karşı bir başkaldırı idi ve ne de emperyalist güçlere karşı verilen bir savaş idi. Özü itibariyle Fikret Başkaya hocanın deyimiyle, “Milli Mücadele, bir veçhesi itibariyle bir Türk-Yunan savaşı, diğer veçhesi itibariyle bir iç savaş ve nihayet üçüncü bir veçhesi de diplomasiyi etkilemeyi amaçlayan politik bir hareketti.”
Mehmet Mihiri Hilav üzerine hem bir kitap yazdınız hem de dört makale ile haftalık yazılarınıza konu ettiniz. Öncesi ve sonrasıyla Hilav’ın Kürtçe’ye yaptığı katkılar nedir? Onu ustaların ustası sayabilir miyiz dil araştırmaları konusunda?
Mehmed Mihri; Kürdistan’ın Sıne şehrinde 1885’te doğmuştur, tahsilinin ilk evresini kendi ailesini medresesinde tamamlar, daha sonra Sıne ve Hewlêr’e kadar farklı Kürdistan şehirlerinde tanınan alimlerden ders alır. Tahsilini tamamlayan Mehmed Mihri, Cıwanro mıntıkasında bulunan aile medresesine döner ve buradaki medresede bir müddet okuma, hitabet ve felsefe derslerini verir. 1907’lerde Van’a gelir ve oradan da 1909-10’larda İstanbul’a gider.
İstanbul’da Osmanlı İmparatorluğu son döneminde kurulan Kürt örgütlerinin kurucu ve aktif üyelerinden biri olup çok yönlü işleyen kalemiyle dilbilimci, edip, şair, yazar, müderris, hukukçu ve siyasetçi gibi kimliklere sahip olan fakat pek tanınmayan meçhul Kürt münevver ve mütefekkirlerinden biridir. O, aynı zamanda Kürdistan Teali Cemiyeti yayın organlarından bir ve 1919-1920 yılarında yayınlanmış olan Kurdistan dergisinin imtiyaz sahibiydi.
Mehmed Mihri Bey’in Kürd diline olan özel ilgisi, dil alanındaki yetkinliği, 1908’de daha Van’da iken ve ondan sonra da 1913-1914 yıllarında İstanbul’da Hêvî Cemiyeti tarafından yayınlanan Rojî Kurd ve Hetawî Kurd dergilerindeki yazılarından, 1955-1956 yıllarında Hewlêr’de yayınlanan Hetaw dergisindeki seri yazılarından anlaşılmaktadır.
1918’de yeniden başlayan bu alandaki çalışmaların ilki ve belki de en kapsamlısı da Mehmed Mihri’nin “M. M.” kısaltmalarıyla yazdığı “Mukaddimet’ûl İrfan” adlı eseridir. Eser, 1918 yıllının sonlarına doğru basılmış. Mukaddimet’ûl-İrfan”ın tanıtımı ilk kez 14 Teşrin-i Sanî 1334 (14 Kasım 1918) tarihinde Jîn dergisinin 2’ci sayısında yapılmıştır. Yapılan tanıtımda yazarın adı verilmeden, “Kürd dilinin gramer kuralları konusunda “Mukaddimet’ûl-İrfan” adlı bir küçük kitap yayınlandığı duyurusu yapılmıştır.
Yazarın Kürd dili ve lehçeleri alanındaki sistematik çalışmaları, bir giriş mahiyetinde bu eserin basımıyla başlamış ve daha sonra sahibi olduğu Kürdistan (30 Kanun-i Sani 1335/30 Kasım 1919) dergisinin farklı sayılarında “İrfan” ve “Esas” başlıkları altında devam etmiştir.
Mehmed Mihri’nin “Esas: Kürdçe sarf ve nahiv” başlığı altında, Kurdistan dergisinin 1, 2, 4, 10, 15, 16, 18, ve 19. sayılarında yayınlanan seri yazıları, muhtelif lehçelerden oluşan Kürd dilinin dilbilgisi kaidelerini tespit etmeye yönelik yapılmış kendi alanındaki ilk çalışmalardan biridir. Yazarın ifadesiyle bu çalışmayla hedeflenen maksat, Kürd dilinin düzeltilmesi, ayıklanması ve birliğinin sağlanmasıdır.
Dil üzerine yazıların devamı mahiyetinde farklı Kürd aşiretlerinin konuştukları lehçe ve şivelerin yakınlık ilişkisi, bu aşiretlerin farklı tarihsel dönemlerdeki demografik hareketliliği ve yayılma alanlarını da inceleyen seri yazıları, 1955-1956 yıllarında, “Yekîtî Zimanê Kurdî” (Kürd Dilinin Birliği) başlığı altında ve 27 bölüm halinde Hewlêr’de basılan Hetaw dergisinde yayımlanmış. Mehmed Mihri, Kürd dili ve aşiretlerine dair yazılarıyla adeta bir dil ve diyalektler haritasını meydana getirmeye çalışmıştır. Bu çok değerli çalışmalarıyla elbette ki ilk üstatlardan sayılabilir.
“Lozan’ın Üç Sürgünü” adlı kitabınızda üç tarihi kişiliği anlatıyorsunuz. Biraz bu kitabınızdan söz eder misiniz? Ali İlmi, Zeynelabidin ve Mesut Fani’yi neden Lozan’ın sürgünleri olarak adlandırıyorsunuz?
Lozan Antlaşması’yla başta İngiltere olmak üzer İtilaf Devletleri, Ankara Hükümetine o kadar tavizler verdi ki pes dedirtecek derecede. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla, Mustafa Kemal ve “Kuvvayi Milliye” hareketine muhalif olan siyasetçiler, Vahdettin’in maiyetindeki bürokratlar, mülki ve askeri mensuplar, aydınlar, gazeteciler, askerler vd. mesleklerden birçok farklı şahsiyetlerden oluşan 150 kişilik bir sürgün listesi de anlaşmanın bir maddesi olarak onaylanmıştı ki bu olay Türk siyasi tarihinde “150’likler listesi” yada sürgünü olarak bilinir.
Bu kitapta bahsedilen üç portre, bir aileden 150’likler listesinde yer almış üç kardeşin serüvenini anlatıyor. Her üç kardeş de Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyesi olup Ali İlmi, sürgün listesinin 106. sırasında Adana Ferda Gazetesi sahibi olarak adı geçmekte; Zeynelabidin Fani, KTC’ni son sekreteri olup listede Hürriyet ve İtilaf umumi katibi olarak 37. sırasında yer almaktadır; Mesut Fanizade ise, listenin 27. sırasında sabık Cebelibereket Mutasarrıfı olarak kaydedilmiştir. Adı geçen üç şahsiyet de, eğitimci Abdülbaki Mehmed Fanî Efendi’nin çocukları olup aslen Güney Kürdistan’ın Süleymaniye şehrinden 1850’lerin sonunda görev gereği Adana Kadirli’ye gelip yerleşmişler. Üç kardeşten Ali İlmi Fanî ve Mesut Fanî sürgünden sonra hattın öte tarafına yani Suriye’ye geçerek orada kurulmuş olan Xoybûn Partisi içerisinde çalışmalarını sürdürmüşler. İkisi de parti yöneticisi olan Memduh Selim ve Ali İlmi 1930’lardan itibaren uzun süre Fransa yönetiminde olan Antakya lisesinde öğretmenlik yapmışlar. KTC son sekreteri olan Zeynelabidin Fani ise, Güney Kürdistan geçip Seyit Taha’yla birlikte çalışmıştır.
“Dersim’in feryadına giden Şeyh Abdurrahim ve 1937 Bismil Olayı” Üzerine oldukça detaylı makaleler yazdınız. Bugün hala Kürdistan’ı Dersim isyanı üzerinden ayırmaya çalışan yaklaşımlar var. Sizce Kürt siyaseti Dersim’i neden Kemalistlere kaptırdı daha sonra?
Sorunuzun cevabına ikinci kısımdan başlarsak, kanımca Kürdistan’ı Dersim üzerinden aramak doğru değildir çünkü Dersim’in kendisi Kürdistan’ın bir bölgesidir ve 1937-38 Dersim Kürd Harekti de Kürdistan ulusal bağımsızlık hareketinin bir halkasıdır. Ulusal bağımsızlık mücadelesinin tarihi zincirini oluşturan halkaları ya da dönemleri incelerken, tam olarak aydınlatılmamış halkaları, manipülasyonların akıntısına kapılmadan aydınlatmak gerekir. Rûdaw.net’te sekiz bölüm halinde yayımlanan “Dersim’in Feryadına Giden Şeyh Abdurrahim ve 1937 Bismil Olayı”, aslında sahada Şeyh Said Efendi’nin liderliğini yaptığı ve arka planda Cibranlı Halit Bey’in liderliğindeki Kürdistan İstiklal Komitesi’nin (mahkemelerde geçen adıyla Kürdistan İstiklal ve İstihlâs Cemiyeti) örgütleyicisi olduğu 1925 Kürd ulusal hareketiyle başlayan, Xoybûn örgütünün organize ettiği Agirî (Ağrı) hareketiyle devam eden sürecin bir halkasıdır. Bu konuda birçok versiyona dayalı farklı sözel anlatımlar vardı, bu olayın tarih olarak aydınlatılması gerektiği düşüncesi bende çoktan hasıl olmuştu. Olaya tanıklık etmiş yerel kaynaklara, dönemin Türk gazetelerine yansımış boyutuyla ve Kürd yazılı kaynaklarına dayanarak bu olayı aydınlatmaya çalıştım. Dönemin gazetelerinin olayla ilgili verdikleri haberlerin başlıklarına baktığımız zaman, öldürülen Şeyh Said’in Kardeşi Şeyh Abdürrahim “Dersim’deki Seyit Rızaya yardıma gidiyormuş” başlığıyla verilmiş.
Sorunuzun son bölümüne gelince, bunun birçok nedeni olmakla beraber temel bazı nedenlere değineceğim; 1925’te Diyarbekir Pîran’da başlayan Kürd ulusal hareketi, 1927-1930 Agirî ve 1937-38 Dersim Kürd ulusal hareketlerinden sonra Cumhuriyet devleti yönetimi bütün tedbirlerini belli bölgelerde yoğunlaştırdı, buralarda büyük katliamlar ve olağanüstü tedbirlerle toplumu sindirip denetim altına alarak yoğun bir asimilasyon programı uygulamıştır. Cumhuriyet hükümetleri döneminde ve özellikle de İsmet İnönü’ye sunulan raporlara baktığımızda Dersim, Erzincan ve Erzurum hattına çok büyük önem verilmiş. Buraların kontrol altına alınmasıyla, “Kürdlük davası”nın da kontrol altına alınabileceği belirtilmiş ve bütün ağırlığıyla bu bölgeye yüklenilmiştir. İkincisi, mezhep (Alevi-Sünni) ve dil farklılığı kullanılarak burası diğer bölgelerden ayrıştırılmak istenmiş. Diğer bir önemli husus ta, bölgedeki Kürdlük sindirildikten sonra, Kemalistlerin kısmi laiklik yaklaşımıyla bölgedeki Ehlî Haq (Alevi) mezhebine mensup Kürdler üzerindeki sünni İslami baskıyı gevşetmekle oradaki Kürdlerin sempatisini kazanmasından kaynaklanıyor. Daha sonra da Dersim’de zemin bulan Kemalist sol akımlar ve devlet destekli “resmi Alevilik” eksenli dernek ve örgütler aracılığıyla Dersim Kürdleri ulusal kimliğinden uzaklaştırılarak mezhepsel bir kimlikle tanımlanmak istendi.
Bugüne dek otuza sayıya yakın iki dergi, bir o kadar da kitap, sözlük ve belli tarihsel dönemleri ve şahsiyetleri konu edinen makaleleriniz bulunmaktadır. Bu geniş çalışma perspektifiniz tarihsel bir misyondan mı kaynaklı yoksa, kişisel tutkunun mu eseri?
– Evet WAR ve BÎR adıyla 3 ayda bir yayımlanan iki inceleme-araştırma dergisinin editörlüğünü ve bir dönem de sahipliğini yaptım. WAR dergisi, Haziran 1997’de yayına başladı ve 2004 yılına kadar toplam olarak 16 sayı yayınlandı. BÎR dergisi de, 21 Mart 2005’te yayına başladı ve toplam olarak 12 sayı yayınlandı, 2011 yılından bu yana da dijital olarak www.kovarabir.com üzerinden yayın yapıyor ve ben de bugüne kadar adı geçen sitenin başyazarı ve editörüyüm. Şimdiye kadar bir seti çocuk kitabı (altı adet) olmak üzere toplam 28 kitabım yayınlanmış. Çalışmalarımın önemli bir kısmı Kürd şahsiyetlerinin biyografileridir, diğer bir kısmı Osmanlı son döneminde yayınlanmış Kürd gazete ve dergileri üzerinedir. Ayrıca Kürd dili ve diyalektleri üzerine yaptığım çalışmalar var; Karşılaştırmalı Kurmancca- Zazaca Grameri 2014 yılında Yüksek Lisans Tezi olarak sunmuştum ve aynı yıl kitap olarak basıldı, yine dil-diyalekt alanında biri rahmetli Abdurrahman Uçaman’la ortaklı olmak üzere iki karşılaştırmalı lehçeler sözlüğü yayınlanmış.
Bu çalışmaların hepsi de bir tarihsel misyonu amaçlamaktadır; bilimsel bir metotla Kürd dili, edebiyatı, tarihi ve kültürel değerlerine dair bugüne kadar ortaya konulmamış veya yeterince araştırılmamış konular ve tarihsel dönemleri biraz da olsa açığa çıkartmak ve aydınlatabilmektir.
Üzerinde çalıştığınız yeni dosyalar var mıdır? Ve bugüne kadar yabancı dillere çevrilen eserleriniz oldu mu?
Şimdilik elimde uzun bir zamandan beri üzerinde çalıştığım ve baskıya hazır üç dosya vardır ve pek yakında yayınlanacaklar. Birincisi, 20. Yüzyılın Başlarında Kürd Dili Üzerine Çalışmalar (1900-1923); ikincisi, Mehmed Mihri Hilav’ın sahibi olduğu ve toplam 19 sayı yayınlanmış olan Kürdistan Mecmuası (1919-1920) ve üçüncüsü de Serbestî gazetesinin imtiyaz sahibi Mevlanzade Rıfat’ın Mücadele Yolunda Hatıralarım adlı dosyalardır. Sorunuzun ikinci kısmına gelince, maalesef hiçbir eserim şimdiye kadar herhangi bir yabancı dile çevrilmemiştir.
Çalışmalarınızda karşınıza çıkan bulgularda dönemine göre öne çıkabilen Kadınlar var mı? Ya da Kürt Kadınları Kürt aydınlanmasında nasıl bir role sahipler?
Elbette vardır. Çalıştığım portrelerden bir de Kürd Kadınları Teali Cemiyeti’nin aktif üyelerinden bir olan Mustafa Paşa’nın kızı Encûm Yamûlki’dir. Serbestî gazetesinin 26 Nisan 1919’da “Yeni bir Kürd müessesi: Kürd Kadınları Teali Cemiyeti” başlığıyla yayımlanan bir haberde cemiyetin kuruluşu ve amaca şöyle açıklanmaktadır: “Merkezi İstanbul’da bulunup Kürdistan’da sayısız şubelere malik olmak üzere “Kürd Kadınları Teali Cemiyeti” kuruldu. Bu cemiyetin maksadı: Kürd kadınlığının çağdaş zihniyetle yükselmeyi ve inkişafı temin etmek, aile hayatında esası, sosyal hayatta üretimi artırmak, tehcir ve öldürme münasebetiyle sefil bir hale gelen Kürd yetim ve dullarına iş bulmak ve nakdi yardımda bulunmak suretiyle sefaletten kurtarmaktır. Cemiyet müessislerini tebrik ve yüce maksatlarının gerçekleşmesini temmeni ederiz. Bu suretle birlik halinde çalışmak, ferdi kuvvetleri, cemiyet teşkilatı dahilinde yoğunlaştırmak mümkün olursa, müsterih ve mutlu bir Kürd kadınlığı, Kürd aileleri vücuda getirmek kabil olur.”
Aynı şekilde Kürdistan Teali Cemiyeti merkez üyelerinden ve Serbestî gazetesi imtiyaz sahibi Mevlanzade Rıfat’ın eşi Nuriye Ulviye Mevlan Hanımın çıkarttığı “Kadınlar Dünyası” gazetesinin basımında Mevlanzade Rıfat’ın önemli bir rolü olduğu bilinmektedir. Bu gazetenin pek çok sayısı Serbesti matbaasında basılmıştır. Hatta Mevlanzade Rıfat “Kadınlar Dünyası” gazetesine nazire olsun diye bir sayı olmak üzere “Erkekler Dünyası” gazetesini çıkartmıştır.
Erkekler Dünyası’nı “İki Söz” başlıklı önsözünde, “Erkekler Dünyası basın sahasına atıldı ve vazifesine başladı. İhtimal ki bu isimden, Erkekler Dünyası isminden “Kadınlar Dünyası”na, kadınların meşru mücadelesine zıt bir konum, zıt bir meslek takip olunacağı zannedilsin. Hayır; Erkekler Dünyası, bu hastalıklı fikir ve itikadı takip etmez ve etmeyecektir. Erkekler Dünyası; beyhude zorbalıklara, tehlikeli gururlara kapılan cahil tabakanın efkâr ve dimağını aydınlatmak ve terbiyeye çalışarak kadın haklarını da daha geniş çerçevede müdafaa edecektir.
Emin olalım; kadın ve erkek, kadın ve erkeğin aydın tabakası el ele vererek çalışıyorsa, memleketimizin muhtaç olduğu fikri ve toplumsal inkılap kolaylıkla vücuda getirilir. Bununla birlikte Erkekler Dünyası’nın takip edeceği gayelerin en büyüğünü kadınlık meselesi teşkil edecektir.
Kadınlar Dünyası, kadınların muhtaç oldukları hayatın, hürriyetin elde edilmesine çalışıyor. Fakat bazı toplumsal meseleler vardır ki Kadınlar Dünyası’nın muhterem yazarları o meseleleri tamamıyla serbest olarak açıklayamıyorlar. Serbest kalem yürütemiyorlar. Nezaketen düşünecek ve aydın tabakanın yardımıyla problemlerini çözmeye muvaffak olacaktır…”
Kadınalar Dünyası gazetesi sayfalarında Bedirhanî ailesinden Meziyet Bedirhan, Fahriye Bedirhan ve Mes’adet Bedirhan’ın yazıları da yayımlanmıştır. Bu tür faaliyetler bize göstermektedir ki, 20. yüzyılın başlarından itibaren Kürd kadınları da Kürd toplumunun uluslaşma ve aydınlanma hareketinde yerini almışlar.