“Ayağında Kundura” türküsü, derlemecisi ve söz yazarı Mukim Tahir’e bir fayda sağlamazken, türküyü yeniden yorumlayan Urfalı İbrahim Tatlıses’e ise dünyanın kapılarını açtı. Tatlıses ve onun gibi bir tarafı Kürt olan sanatçılar, zamanla farklı ton ve imajlarla kariyerlerinde yükselirken, bu durum hem Türkiye’deki sanat gerçeğini hem de sanatçıları etkileyecekti.
Esasında, CHP ve Adalet Partisi arasında el değiştiren siyasal aygıtlarla birlikte, dünyanın değişen imkânları bağlamında içeride de bazı siyasal ve ekonomik hamleler yapılmıştı. Elbette bu değişim, Kürdistan’ı da etkisi altına aldı. Kürtler, geçim ve güvenlik kaygısı nedeniyle bu dönemde iç göç dalgası ile taşradan kent merkezlerine akacak ve yaşanacak olaylarda kilit rol oynayacaklardı.
Bu göç dalgası, dünya genelindeki öğrenci hareketleriyle birlikte yeni hayat tarzları yaratıyor, sınıfsal nitelikleri değiştiriyor ve toplumu hızla yeni dinamiklerle kuşatıyordu. Dönemin ruhu; kültür dernekleri, siyasi gruplar, öğrenci liderleri, ezilmişlerin duygularını dile getiren sanatsal söylemler ve toplumsal algıları şekillendiren güçlü bireysel figürler üzerinden şekilleniyordu.
1970’ler, bir bakıma “önemli figür” kavramının kendi rolünü ve kitlesini yarattığı yıllardı. Kültür ve sanatın resmî olarak denetleme kurullarına, gayri resmi olarak mafya gruplarına teslim edildiği bu yıllar, her açıdan ilginçti. Ve bu ilginçliklerin çoğu, Tatlıses’in idol olduğu ve Kürt çevrelerinin de etkin olduğu müzik dünyasında yaşanacaktı.
Kuşkusuz, kimse Tatlıses kadar şanslı olmayacaktı. Zira siyaset ve sanat ortamındaki işler, parti komiserleri yerine yeraltındaki “babalara” geçmişti. Şansı olan, fırsatını değerlendiren yahut uzatılan eli tutanlar bir anda meşhur olurken, bu olanaklardan mahrum kalanların yolu ise uzuyordu. Hamallık, inşaatçılık, lokantacılık, kapıcılık, bahçıvanlık, hizmetçilik; büyük kentlerin taşradan gelenlere sunduğu meşru ekmek kapılarıydı. Unkapanı, sebze hâli, kumarhaneler, alt ve orta dereceli eğlence salonları, gece kulüpleri ise devletin rızasıyla mafya gruplarına bırakılmış alanlardı.
Ülke genelindeki yasak, baskı ve asimilasyon ağı İstanbul ve İstanbul’un mekânlarında hafifletilmiş; medya, eğlence, akademi, sanat ve kültürel kaynaklar buraya akıtılmış ve kültürel zenginlikler, Türklüğün restorasyonu için devlet ve devlet dışı sektörlerce kontrol altına alınmıştı. Bu yüzden TRT, Kültür Bakanlığı, gazino dünyası ve Unkapanı gibi merkezler, ideolojik cazibe araçları oldukları kadar, zirveye çıkışın da millî durakları sayılırdı.
Ancak 12 Eylül 1980 askeri darbesi bu çoklu dengeyi ortadan kaldırdı. Sanat dünyasına getirilen sansür ve yasaklar, hem ün kazanmış figürleri hem de sinema ve sahnelerin sessiz çöküşünü beraberinde getirdi. Bu çöküş; özel TV’lerin açılması, teknolojik ve sanatsal imkanların medyatik alanlara yönelmesi, Kürtçe üzerindeki inkârın hafiflemesi ve pop müziğin ortamı teslim alması ile sonuçlandı.
1990’lara geldiğimizde, İbrahim Tatlıses’in temsil ettiği dünyaya ikinci nesil sanatçılar eklendi. Tatlıses, bu gerilim ve yenilik ortamından en az zararla çıkarken, onunla gazino ve film dünyasına adım atmış pek çok kişi köşesine çekildi. İkinci jenerasyondaki sanatçılar arasında da Kürtler ağırlıktaydı. (Yıldız Tilbe, Mahsun Kırmızıgül, Özcan Deniz, Ceylan). Kürtlüklerine doğrudan sahip çıkabilecek şartlara sahip değillerdi ama öncekilerden de farklıydılar. Onların devrinde Unkapanı’nın “babaları” gitmişti ama “devlet baba”nın gözü kulağı hâlâ her yerdeydi
Kürtçe üzerindeki bu göz hapsi ancak üçüncü nesil sanatçıların yetenekleri, duruşları ve Kürdistan’daki değişen siyasi ortamın müdahalesi ile sona erecekti. Yasak ve asimilasyon, batıdaki üçüncü nesil Kürt sanatçılara işlemeyecekti.
Diasporanın ilgisi, teknoloji ve sosyal medya ile global erişim ve ulaşım imkânları sayesinde, kültür ve eğlence dünyasındaki Kürtlerin görünürlüğü artık kelime oyunlarıyla değil; dil ve kültürel kimlik olarak kendine yer bulacaktı. Mesleki ve siyasi aidiyetler, birbirini besleyen öğeler olarak mekânlara taşınacaktı.
Kürt kıyafetleri giyerek (İ. Altınmeşe, B.Akkale, H.Subaşı, S. Alpay, M. Tuncer, B. Çaçan, H. Süer, M. Çalmaşır) gibi Kürtçe kılamlara Türkçe söz yazarak kadro ve makam elde eden kuşaklar yerine; dünyanın her yerinde, işlek mekânlarda icra edilen Kürt müziği, batıdaki üçüncü ama en “Kurdî” dönemini yaşıyor. Eyşe Şan’ın Kürtçe söylediği için yasak yediği mekânlarda şimdi kadın sanatçılar ayakta alkışlanıyor.
Yani Unkapanı’ndan Bostancı Gösteri Merkezi’ne, Volkswagen Arena’ya geçiş yapan sınıfsal, sosyal ve kültürel bir durum var. Rewşan Çeliker, Rojda, Xecê, Mem Ararat, Tara Mamedova, Aynur ve Mikail Aslan’ın konser biletleri İstanbul, Paris, Berlin ve Amsterdam’da günler öncesinden tükeniyor. Salonlar tıklım tıklım doluyor. Bu sanatçılar; renkli sahne şovları, samimi performansları, profesyonel orkestraları ve müzikal kaliteleri ile zamanın değiştiğini, kılam ve halaylar eşliğinde gösteriyorlar.
Sahne artık, kılamlara kılam katan oğullarımızın ve kızlarımızın elinde.
İyi pazarlar!