Bezwan: Kürtlerin yeni sürece temkinli yaklaşması sağlıklı bir tutumdur

GenelGündem

Bezwan, “Yüzyıllık sürece baktığımızda kesin olarak söyleyebileceğimiz bir şey varsa o da askeri yöntemlerle, silah ve şiddet yoluyla, asimilasyon politikalarıyla, tanımama ve siyasi çözümü reddetme siyasetiyle, daha büyük yıkımlardan başka, alınacak bir yolun kalmadığıdır.” dedi.

İlke TV’den Nûpel Mugurtay’ın yazısı:   

Türkiye’de siyasetin dinamikleri, Devlet Bahçeli’nin DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasının ardından yeni bir barış süreci ihtimalini yeniden tartışmaya açtı. İlketv.com.tr olarak, geçmiş süreçlerde yaşananları, başarısızlıkların sebeplerini, dünyadaki örnekleri ve bölgesel dinamiklerin etkilerini mercek altına alan bir söyleşi dizisi başlattık.

Kürt meselesi ve çözüm söyleşilerinin ilkini Viyana Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Prof. Dr. Naif Bezwan ile gerçekleştirdik. Birlikte Türkiye’de yeni bir çözüm sürecinin mümkün olup olmadığı, olası bir sürecin geçmiş deneyimlerden nasıl dersler çıkarabileceği ve çözüm için bölgesel dinamiklerin önemi üzerine konuştuk:

Türkiye’de Kürt sorununda çözüm tartışmalarına dair bir hareketlilik var. Sizce mevcut şartlar altında barış sürecinin yeniden başlatılması mümkün mü?

Çatışma çözümleri külliyatının çözüm süreçlerinin başlaması dair bilgi ve bulgularına müracaatla sorunuza cevap vermek gerekirse zamanlama ve buna bağlı olarak şartların olgunluğu meselesine yakından bakmamız gerekir. Buradaki kilit noktalardan biri çatışma taraflarının kendilerine “ziyan veren bir yenişemezlik durumuyla” karşı karşıya bulup bulmadıklarının anlaşılmasıdır. Bunun için de hem içeride ve dışarıda yakın tehlike olarak görülebilecek nesnel durumun özelliklerine hem de özellikle de bu durumun çatışmaya taraf olan aktörlerce nasıl algılandığının mercek altına alınması yerinde olur.

Buradan hareketle kısa bir durum özeti yaparsak, son on yıldır iktidara ve devlet yönetiminin bütün kritik organlarına hâkim olan Cumhur İttifakı, Kürdistan meselesini içeride ve dışarıda askeri olarak kontrol, siyasi olarak yönetmeye dayalı optimal bir denge elde ettiği saikiyle hareket etti. Bu yüzden, bırakın çözümün dillendirilmesi bizzat çözümsüzlüğün kendisini bir yayılma vesilesi ve aracı haline dönüştürüldüğüne tanıklık ettik. Fakat gelinen noktada lehteki bu dengeyi derinden etkileyecek ve Cumhur İttifakı açısından giderek bir ‘beka’ meselesine dönüştürecek üç temel iç ve diş dinamikten söz edilebilir. Mevcut iktidarın tehlike algısını tetikleyen önemli meselelerin başında kuşkusuz muayyen bir süredir bütün memleketi baştan sona kuşatarak toplumsal hayati ve ahlaki değerleri çürüten, siyasal kültürü zehirleyen ve hangi partiye oy verirse versin yurttaşların ezici çoğunluğunun geleceğe dair umut ve güvenlerini berhava eden derin ve köklü ekonomik bir krizdir.

Bunun sonucu olarak, ikincisi, 2015’ten bu yana ilk kez iktidarı tehdit eden bir muhalefetin şekillenmesi ve bunun üstelik Kürtlerin de desteğini alarak iktidarı devralma ihtimalinin gerçekçi bir şekilde ufukta belirmesidir. Mevcut iktidar bloğunun tehdit algısını güçlendiren ve pekiştiren çok önemli diğer bir faktör ise hiç kuskusuz İsrail ve İran arasında kıyasıya sürdürülen ve her geçen gün artarak tırmanan bölgesel jeopolitik güç ve nüfuz çatışmasının doğuracağı sonuçlarla ilgilidir. Zira İran’ın bölgesel etkisinin hatırı sayılır bir biçimde kırılması durumunda bütün Ortadoğu’da oluşacak jeopolitik güç boşluğunun kimler tarafından ve nasıl doldurulacağı meselesi sadece Türkiye’nin değil diğer bütün küresel ve bölgesel aktörlerin hem “yakın ve somut” tehlike senaryolarının hem de “jeopolitik fırsat” projeksiyonlarının ana konularından biri olduğu şüphe götürmez. Öte yandan, İran’ın yönettiği bölgesel vekalet imparatorluğunun sadece Irak ve Suriye kollarının bile darbeler alması durumunda bunun Kürtlerin önüne yeni imkân ve fırsatları doğurması kuvvetle muhtemeldir. Bu durumda doğacak jeopolitik fırsat penceresinin Türkiye’nin lehine sonuçlanmasının makul ve gerçekçi yolu içeride ve dışarıda Kürtlerle yeni bir uzlaşma ve anlaşmayı aramaktan geçtiği söylenebilir. Türkiye’de yaşayan herkesin hayatına ve geleceğine dokunan, ağır bedellere mal olmuş bu meseleye çare bulmanın yolu bellidir: barışçıl ve demokratik çözümü önceleyen yeni bir siyasi irade ve tahayyül ortaya koymak.

Bahçeli’nin tokalaşma adımı ve akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelen açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Söylemleri bir yandan müzakereye açık olduklarını vurgularken, bazı sert söylemleri ve Kürt siyasilere yönelik alınan yeni yargı kararları aksini düşündürüyor. Bu ikiliği nasıl ele almak gerekiyor?

Cumhur İttifakı’nın bileşenleri tarafından koordineli olarak atıldığı anlaşılan, peş peşe gelen açıklamalar, bölgesel çapta yeni bir jeopolitik durum değerlendirmesine dayalı bir makas değişikliğinin ip uçları olarak görülebilir. Ancak bu makas değişikliğinin şimdiye kadar izlenen yoldan ne ölçüde ayrılıp ayrılmayacağı ve hangi yöne doğru yol alınacağına dair henüz bir şey söylemek mümkün değildir. Bunun en başta gelen nedeni bizzat şimdiye dek verilen demeçlerin ve yapılan açıklamaların kendi içinde zıddını barındıran söylemsel bir kurgu içinde sunulmasıdır. Başka bir deyişle, şimdiye kadarki resmi açıklamalarda, olumlarken olumsuzlaştırmayı, teklif ederken tehdit etmeyi, davet ederken dikte etmeyi, dahil ederken dışlamayı, ezber bozan bir söz kurarken aynı cümlede bildik ezberleri tekrarlamayı esas alan bir stil ve mantık örgüsünün hâkim olduğu dikkat çekmektedir. Bunun esasa ve usule dair olmak üzere çeşitli nedenlerinden söz edilebilir.

Esasa ilişkin olması itibariyle bu ikilik, çatışma çözümlerinin akamete uğratılmasının temel nedenleri arasında sayılan “taahhüt” problemine yani çözüme dair siyasi bir irade ve perspektif yokluğuna, süreci tek-yanlı olarak belirme hesabına ve nihayet oyunun nasıl ve kimlerle kurulacağına dair henüz bir kararın verilmemiş olması gibi nedenlerle açıklanabilir. Usule dair sebeplere gelince kamuoyunu dikkatli bir şekilde yoklama, sürecin başında elini saklı tutma, siyasi rakiplerine karşı gardını alma ve nihayet yeni bir adim atarken siyasi tabanlarını bildik söylemlerin konfor alanı içinde tutma gibi bir dizi etkenden bahsedilebilir.

Her hâlükârda bu ikili söylemin hangi yönde çözüleceği, makasın hangi yöne doğru evrileceği konusunda daha sağlam analizler yapmamızı mümkün kılacak. Ancak şimdilik bir zeytin dalının uzatılmasından ziyade, bir yandan “buyurucu pazarlık” teklifleri yapılmakta, diğer yandan da bunun kabul görmemesi halinde “şok doktrini” tehditlerini vazeden bir yaklaşımın öne çıktığı görülmektedir.

Bu gelişmelere karşı yapılan ilk açıklamalarda Kürt siyasetçilerde ve Kürt halkında temkinli bir yaklaşım görüyoruz. Bunu nasıl değerlendirmek gerekir? Özellikle eli uzatan kişinin Devlet Bahçeli olması Kürt kamuoyundaki temkinliliği artırıyor sanki. Buraya nasıl bir çerçeveden bakmalı?

Hem Cumhuriyet tarihi hem de yakın tarihin acılı dersleri ve deneyimleri dikkate alındığında Kürt kamuoyunun gelişmekte olan duruma temkinli yaklaşması çok anlaşılır, hatta sağlıklı bir tutumdur. Bu temkinlilik, gerçek ve adil bir barışa duyulan acil toplumsal ihtiyacın her defasında kısa vadeli iktidar hesaplarına kurban edilmesiyle sonuçlanan ve sonuçta daha büyük çatışmalara vesile edilmesinden kaynaklanan toplumsal bir hafızanın ürünü ve dışavurumudur. Fakat söylemeye bile gerek yok, çatışma süreçlerinde ne muhatabınızı belirleme ne de her zaman doğru veya makul olarak gördüğünüz sözleri daha ziyade tercih edebileceğiniz figürlerden duyma şansınız yoktur. Yapılması gereken şey, siyasi hamlelere siyasi olarak karşılık vermek, sorgulamak ve cevaplamaktır. Bu, ortak payda bulmak, toplumsal iyilik ekseninde ortak çıkarları keşfetme mahareti şeklinde yürüyebildiği gibi aleyhinize kurulmak istenen oyunu zekice deşifre etme ve en önemlisi oyun kurma gücü ve dirayeti ortaya koymayı gerektirir. Ancak her hâlükârda siyasete siyasetle cevap vermek icap eder.

Bu bağlamda, Bahçeli nihayet siyasi bir hamle yapmıştır ve her siyasi hamle gibi bu da elbette çıkarlara ve hesaplara dayanır. Bunların başında ise her zaman iktidarı elde tutmak gelir. Buraya kadar ne şaşılacak ne de yeni bir şey var.  Ancak bu noktaya neden ve nasıl gelindiği önemlidir. Bunun için 2015’te çözüm sürecinin akamete uğratılması ve 2016 Temmuz darbe girişiminden sonra ortaya çıkan durumu kısaca özetlemek gerekmektedir. Bu dönem en başta Cumhur İttifakı adı altında hegemonik bir iktidar bloğunun devlet yönetimini tek başına ele geçirmesine tanıklık etti. Bu iktidar bloğu, “yerli ve milli” dogması adı altında siyasi olanı ve alanı tek başına tanımlayarak, hem iç ve dış politikanın temel parametrelerini tümüyle belirleyen hem de kimin dost, kimin düşman olduğuna tek başına karar veren başat ve buyurgan bir konum elde etti. CHP’nin etrafında şekillenen ana akım muhalefet buna alternatif oluşturmak yerine, Kürt vekillerinin hapse atılmasından kayyum politikasının uygulanmasına, içeride ve dışarıda sürdürülen askeri hareketlere kadar, kritik dönemeçlerin hemen hemen tümünde büyük ölçüde Cumhur İttifakı’nın belirlediği oyun sahasının dışına çıkmaktan imtina etti.

Gerek Mayıs 2023 genel seçimleri, gerekse de Mart 2024 yerel seçimleri sırasında ve sonrasından Kürtlerle muhtemel bir ittifak için atılan adımlar ise ürkek ve ikircikli kalarak ‘bir adım ileri iki adım geri’ diye özetlenebilecek bir seyir izledi. Adı geçen seçimlerde Kürtlerin iyi niyetli, tavizkar ve neredeyse tek-yanlı desteğine rağmen ana akım muhalefet kendisinden beklenen alternatif bir siyasi irade ve tahayyülü ortaya koymaktan uzak kaldı. Üstelik son yerel seçimlerde Kürtlerin de desteğiyle elde edilen başarılarla birlikte CHP’nin kimi önemli figürleri ve ulusalcı tabanı ‘Kürtlere gerek kalmadan da iktidara yürüyoruz” hevesine kapılarak zor bela oluşmakta olan güven ve işbirliği ortamını sorgulayan ve önemsizleştiren bir tutum içine girdi.

İşte Bahçeli’nin şahsından açılış hamlelerine tanıklık ettiğimiz ve nereye doğru evrileceği henüz belli olmayan söz konusu bu girişim tam da böyle kritik bir bağlamda gündeme gelmektedir.

Ana akım muhalefetin Cumhur İttifakı için yarattığı olası tehlike, bu muhalefetin içeride ve dışarıda yeni ve alternatif politikalar ortaya koyamamasından kaynaklanan siyaset boşluğu yine bizzat Cumhur İttifakı tarafından doldurulmaktadır. Zira bütün siyasi, stratejik, toplumsal ve iktisadi yıpranmışlığına rağmen Cumhur İttifakı halen siyasi olanın ve alanın tekelini elinde bulundurmaktadır. Bununla, hem içeride ana akım muhalefet tarafından dolduramayan siyasi boşluğu hem de bölgesel düzeyde doğacak olası bir jeopolitik vakumu doldurmayı murat etmektedir.

Peki Kürtlere dönecek olursak, içsel uyum ve birliğin çatışmaların çözümüne sunduğu katkıyı göz önüne aldığımızda, Kürt hareketleri arasındaki parçalanmışlığın olası bir sürece etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Birlik nasıl sağlanır?

Bu vesileyle, izninizle ‘birlik’ meselesi konusundaki ısrarımın ve tekrarımın “milli” bir romantizmden kaynaklanmadığını ısrarla vurgulamak isterim. Yaklaşımımın temelinde tam tersine tarihin ve reel siyasetin yakıcı derslerinin yer aldığını özenle vurgulamak isterim. Bunun ana nedeni de kendi aralarında çatışmalı ve temel meseleleri konusundan ortak tutum almaktan aciz olan Kürt aktörlerinin hiçbir devletle barış kurma şansı olmayacağı konusundaki öngörüm. Gerçekten tarihe baktığımızda, Kürtler-arası ilişkiler meselesi ve bu ilişkilerin çatışmalı niteliği Kürdistan meselesinin çözümünün önündeki en büyük engellerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Zira bu çatışma ve rekabet ortamı, ilgili devletler açısından sizinle meseleyi çözerek gücü paylaşmak yerine bölerek yönetmeyi daha cazip hale getirmektedir. Bu durum, muhataplarınız tarafından ciddiye alınmayı zorlaştırırken, muarızlarınız nezdinden caydırıcı olma gücünüze halel getirmektedir. Öyleyse, bu mesele hakkında yeniden düşünmek, dirayetli ve ezber bozucu adımları zaman kaybetmeden hayata geçirmek gerekmektedir. Bunun için bilgi paylaşımı, koordinasyon ve ortak hareket kabiliyetine dayalı mekanizmaların oluşturulması ve işletilmesi elzemdir. Bütün parçalar ve partiler arasında geçmişin acılı dersleri ışığında yeni bir diyalog ve müzakere sürecinin hayata geçirilmesi, aynı zamanda Türkiye’de oluşabilecek muhtemelen bir siyasi sürecin en önemli teminatları arasında yer alacaktır.

Rojava, hem iç savaşın hem de dış müdahalelerin etkisiyle büyük bir krizin içinde. Eğer bir süreç başlayacaksa Rojava’nın durumu bu süreci nasıl etkiler?

Suriye sathında taşlar henüz yerli yerine oturmaktan çok uzak. Yakın geçmişte sular biraz durulur gibi olsa da İsrail ve İran arasında ortaya çıkan ve her geçen gün yayılma tehlikesi gösteren bölgesel çatışma ortamı Suriye’de de zaten oldukça kırılgan ve oynak olan kuvvet dengesini temelden sarsacak bir sürece doğru evrilebilir. Bu durum bütün paydaşlar gibi Rojava yönetimi için yeni tehdit ve fırsatlar ortaya koymaktadır.

Rojava’yı kapsamayan herhangi çözüm süreci ne gerçekçi ne de mümkündür. Zira Rojava ortaya çıktığından beri, Kürdistan meselesi bağlamında her tür çatışma ve çözüm denkleminin ana unsurları arasında yer almaktadır. İzninizle 2016’da bununla ilgili başka bir yerde ifade ettiğim ve önemli gördüğüm bir noktayı burada da yeniden vurgulamak isterim. TSK’nin Cerablus üzerinden Suriye’ye yaptığı askeri müdahaleyle başlayan ve devamındaki süreç Rojava’yı artık geri dönülmez bir biçimde Türkiye’de Kürt meselesi etrafında gelişecek her tür çözüm /müzakere ve çatışma denkleminin içine dahil etmiştir.

Rojava, Kürdistan meselesinin günümüzdeki en temel düğümüdür. Sürecin hem kapandığı ve hem de açılacağı yerdir. Bu tablo, sadece sahadaki siyasi gerçeklerin bir gereği değil, aynı zamanda tarihin ve coğrafyanın da bir hükmüdür.

Kürdistan Bölgesel Yönetimi açısından nasıl değerlendirebiliriz? 

 Türkiye ve Kürdistan arasında bir bütün olarak jeopolitik bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi olduğu inkâr edilemez bir tarih ve coğrafya gerçeğidir. Bu gerçek, çok yönlü kültürel, ekonomik ve siyasal ilişkileri mümkün ve gerekli kılmaktadır. Mesele şu ki çözüm sürecinin akamete uğratılmasından sonra bu ilişki giderek Ankara’nın elinde içinde zorlayıcı unsurları da taşıyan asimetrik bir işbirliğine ve giderek uluslararası ilişkiler literatüründe “weaponized interdependence” olarak kavramlaştırılan görünüşte karşılıklı ama gerçekte tek yanlı bir bağımlılık silahına dönüştürüldü. Bununla, başlangıçta büyük umutlarla kurulan ve gelecek vadeden çok yönlü ilişkiler, hem ortak refah, yarar ve istikrar üretme potansiyelini önemli ölçüde kaybetti hem de Kürtler arası çatışma üreten ve bizzat Güney Kürdistan’ı istikrarsızlaştıran bir nitelik kazandı. Önemli bir ticari partnerinizin başkentine (Erbil) on yıldır mesela Diyarbakır havaalanından yolcu taşınmasını bile önlüyor, en verimli arazilerinde tarım faaliyetlerini engelliyor ve binlerce köyün boşaltılmasına ve zorunlu göçüne neden olacak kadar her şeyi güvenliğe endeksliyorsanız; ortak refah ve istikrarı, ekonomik, siyasi ve kültürel olarak verimli ve kalıcı ilişkiler kurma şansınız ne kadar olabilir ki?

Gerçekte Kürdistan Bölgesel Yönetimi ve Türkiye arasındaki ilişkilerin geldiği nokta bize Kürdistan’ın bir bölgesinde çatışma ve savaş sürdürdükçe, diğer bir bölgesinde barış ve istikrarın tesis edilemeyeceğini, barış olmadan da sahici ve verimli bir iş birliğinin mümkün olmayacağını bir kez daha çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Ancak bu negatif tablonun bir sonuç olduğu yani esas olarak barış sürecinin bitirilmesinden sonra ortaya çıkan çatışma ve savaş melanetinin bir ürünü olduğu gerçeğini akıldan çıkarmamak gerekir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin, hem çatışmaların sonuçlarından hayati derecede etkilenmesi itibariyle muhtemel bir sürecin paydaşları arasında yer aldığı hem de sahip olduğu imkanlar ve geniş ilişki ağları açısından herhangi bir barış sürecinin başlatılması ve başarıya ulaştırılması noktasında kilit önemde bir aktör olduğu unutulmamalıdır. Güney Kürdistan Hükümeti’nin yeni bir çatışmasızlık ve barış sürecinin en büyük kazananları arasında yer alacağından şüphe yoktur. Bu yüzden de bir yandan elindeki tüm imkân ve ilişki ağlarını adil ve etkili bir şekilde kullanmalı, diğer yandan da elini tüm taraflara uzatarak bu süreç içinde güçlü bir şekilde yer almalıdır. Bu da en başta Kürtler arası yeni bir diyalog ve müzakere sürecinin başlatılmasını zorunlu kılmaktadır.

Çatışma çözümü modellerine göre, dış aktörler genellikle barış süreçlerinde arabulucu rolü oynuyor. Türkiye’deki olası bir çözüm sürecinde, uluslararası toplumun bu sefer daha aktif bir rol oynaması gerektiğini düşünüyor musunuz?

Arabuluculuk çatışma çözümlerinin en temel ve kadim enstrümanları arasında yer almaktadır. Dünyada barışla sonuçlanan önemli çatışmaların hemen hemen tümünde arabuluculuk kurumu önemli bir rol oynamıştır. Bu ethno-politik diye adlandırılan çatışmalar için daha çok geçerlidir. Bu tür bir çatışmanın en bilinen örneklerinden biri Kuzey İrlanda’da 1988’de akdedilen Hayırlı Cuma Anlaşması’nın, Amerika’nın güçlü desteği ve arabuluculuğu olmasaydı başarıya ulaşması mümkün olmayacaktı. Ancak ilginç olan Türkiye’de arabuluculuk müzakere süreçleri; kolaylaştıran, ihtilaf çözümlerine zemin hazırlayan ve barış sürecinin mesela oldu-bittilerle akamete uğratılmasını önlemeye yarayan bir hizmet ve güvence kurumu olmaktan ziyade neredeyse bir vesayet kurumu olarak algılanmaktadır.

Oysa arabulucular çatışan tarafların rızası ve onayıyla sürece dahil olurlar ve bu devam ettiği sürece işlevlerini yerini getirir, aksi takdirde görevlerinden çekilirler. Buna rağmen, eğer kendi ihtilaflarınızı muhataplarınızla birlikte adalet, hakkaniyet ve iyi niyet ölçüleri için de çözebilecek kadar kendinize güveniyor ve bundan dolayı da arabuluculara gerek duymadığınızı düşünüyorsanız ne ala! Yok eğer amacınız sürecin size uygun gördüğü herhangi bir noktasında masayı devirerek bir de muhataplarınızı günah keçisi ilan etmekse o zaman barıştan bir korkunuz ve adaletle gerçekten bir probleminiz var.

Daha önce katıldığınız bir canlı yayında bir önceki çözüm sürecinin sona ermesiyle gelişen olaylara karşın AB gibi uluslararası güçlerin sessiz kaldığını, bunun sebebi olarak da Kürtlerin tutumunu işaret ettiniz. Sizce uluslararası diplomasinin barış sürecine katkısı nasıl olmalı? Kürtler bu konuda neler yapmalı?

Yanlış hatırlatmıyorsam sözünü ettiğiniz program AB ülkelerinin Kobane Davası bağlamında verilen akıl almaz cezalar karşısında elle tutulur bir tepki göstermediklerine dair bir soruya verilen cevapta dile getirdiğim mülahazaları içermekteydi. Meramım tabiatıyla AB’nin söz konusu lider ülkelerinin çokça bilinen çifte standartlı ve soğuk çıkar eksenli politikalarını hiçbir şekilde maruz göstermek değil ve fakat “ev ödevinin” belirleyici önemine işaret etmekti. Özellikle Kürt siyaset söyleminde ve kısmen de kamuoyunda karşı karşıya bulunduğumuz bir takım menfi sonuçların çoğu zaman bizlerin yaptıkları veya yapmadıklarıyla da ilişkisi olduğu gerçeğinin yeterince dikkate alınmadığını gözlemek mümkün. Böyle olunca da doğru yönde atacağımız iyi adımların ve uygulayacağımız sorumlu politikaların, ileride müşterek bir kazanca ve toplumsal bir birikime dönüşeceği, ancak zamanında yaptığımız yanlış tercihlerin ya da ihmal ettiğimiz hususların karşınıza bazen ağır bir maliyet çıkarabileceği çoğu zaman unutulmaktadır. Bugün, on yıl sonra “siyasi çözüm” ihtimalleri üzerinde yeniden tartıştığımız bu momentte, söz konusu gerçeği tekrar güçlü bir şekilde hatırlamamız yerinde olur. Böyle bir öz eleştirel bir tutum ve cesaret düşünsel olgunluğun ve yaratıcılığın bir gereği olduğu kadar kendimizi sürekli oldu-bittilere maruz kalan bir pozisyondan, kaderimiz üzerinde etkili söz ve eylem kapasitesi olan siyasal ve toplumsal bir özne konumuna ulaştırmanın önemli şartlarından biridir.

Bu yapılmadan da ne diplomasi yapma kapasitesi ve yeteneği elde edilir ne de diplomatik süreçleri etkileme şansı. Öte yandan, diasporasıyla, partileriyle, sivil toplumuyla ve dünyanın dört bir tarafına yayılmış yetişmiş insan gücüyle Kürtler meşru davalarının siyasi çözümü noktasında uluslararası alanda devasa etkiler yaratabilecek bir potansiyele sahiptir. Bunun önünde şimdilik en büyük engel ise Kürt siyasi aktörleri ya da partileri, milletin yerine ikame etme ya da bütün bir milleti bir partiden ibaret sayma anlayışı ve pratiğidir. Bu olgu, bütün bölgeleriyle Kürt siyasi hareketlerinin aşil topuğunu temsil etmektedir. Öyleyse, yapılması gereken acıktır: Ortaklaşmayı mümkün kılacak müşterek mekanizmaları, etkili iş ve güç birliklerini inşa etmek. Bu Kürt aktörleri ve hareketlerinin ve geniş anlamda kamuoyunun en başta gelen moral ve siyasi sorumlulukları arasında yer almaktadır.

Peki bir önceki süreç sizce neden akamete uğratıldı? 

Çözüm sürecinin akamete uğratılması konusunda çok şey söylendi ve yazıldı. Kanımca bu mesele ne kadar değişik açılardan tartışılsa ve eleştirel değerlendirmelere tabi tutulsa o kadar yeridir. Sürecin sonlandırılmasını en başta gelen nedenleri arasında çatışma çözümleri literatüründe “taahhüt problemi” olarak kodlandırılan, siyasi irade ve tahayyül meselesi olarak açıklanabilecek olgunun yer aldığını düşünüyorum. Türkiye Cumhuriyeti devletini yöneten hükümetler açısından bu siyasi irade ve tahayyül problemi, Kürtlerin ayrı bir toplum olmaktan kaynaklanan temel hak ve özgürlüklerini tanımaması ve bu yönlü taleplerin şiddet yoluyla bastırılması olarak zuhur etmektedir. İzninizle konuyla ilgili 2016’da verdiğim bir mülakata atıfla ifade edersem: Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel Kürdistan politikası Kürt meselesinin milli ve coğrafi niteliğini siyasi ve hukuki planda inkâr ederken, tam da bu niteliğini çok yönlü güvenlikçi ve askeri politikalarla ortadan kaldırmayı esas alan bir devlet stratejisine dayanmaktadır. Bu esaslara dayanan devlet doktrini ve pratiği şimdiye kadar Kürt meselesinin çözüme kavuşturulmamasının en başta gelen nedeni olduğu kadar, bundan sonraki çözüm süreçlerinin de başarılı olup olamayacağının mihenk taşı ve temel kıstası olacaktır.

Siyasi irade ve tahayyül eksikliği bir başka açıdan Kürt aktörleri için de geçerlidir. Kürt aktörleri meseleyi yüzyıldır içine hapsedilen ‘şiddet ve isyan’ sarmalından çıkarmayı mümkün kılan kalıcı ve kararlı bir siyaset inşa edemedi ve bunu gerektirdiği kolektif eylemlilik, en geniş toplumsal katılım ve Kürtler arası kapsamlı iş ve güç birliğine dayanan sivil direniş ve itaatsizlik çizgisi oluşturulamadı. Bugün de Kürtlerin kolektif hak ve taleplerini bu kısır döngünün dışına çıkarmak basta ana akım Kürt siyaset aktörleri olmak üzere bütün Kürt siyasi ve toplumsal hareketlerinin önünde duran en önemli meydan okumadır. Trajik olan şu ki Kürt meselesini silahın ve şiddetin gölgesinden kurtaracak bu tarihsel fırsat, en gelişkin adımların atıldığı ve koşulların en uygun ve olgun olduğu 2015’lerde ıskalandı.

Yeni bir barış sürecinin başarılı olabilmesi için nelerin farklı yapılması gerekiyor? Adil ve kalıcı bir barışın sağlanması için nasıl bir yol izlenmeli? Barış nasıl toplumsallaşır?

Yüzyıllık sürece baktığımızda kesin olarak söyleyebileceğimiz bir şey varsa o da askeri yöntemlerle, silah ve şiddet yoluyla, asimilasyon politikalarıyla, tanımama ve siyasi çözümü reddetme siyasetiyle, daha büyük yıkımlardan başka, alınacak bir yolun kalmadığıdır. Kendi adını hak eden yeni bir müzakere sürecine başlanacaksa, bunun her şeyden önce sıfır toplamlı olan bir oyun olmadığı, bir tarafın kazancının mutlak olarak diğer tarafın kayıp hanesine geçmediğinin taraflarca kabul edilmesi gerekmektedir. Bunun için en başta emrivakilerden, tek-yanlı dayatmalardan, buyurgan bir dilden kaçınılması, taraflar arasında güç dengesi ne olursa olsun asimetrik güç kullanımına ve zorlayıcı politikalara başvurulmasından, hak ve özgürlükleri inkâr eden tutum ve davranışlardan imtina edilmesi ve nihayet barış davasını tarafların kısa vadeli çıkar ve hesaplarına kurban edilmemesi gerekmektedir.

Gerek çatışma çözümleri külliyatı gerekse son barış sürecinin dersleri ışığında şu noktalar vurgulanabilir: Müzakere süreçleri savaşın başka araçlarla sürdürülmesi ya da sıfır toplamlı bir oyun olmadığına göre en başta aktörlerin, çözümü amaçlanan ihtilafın askeri veya şiddet yoluyla çözülemeyeceği konusundaki bir algıya sahip olmaları ve bu anlamda iyi niyetli davranmaları gerekmektedir. Buna bağlı olarak, ikincisi, sürecin bir mizansenden ibaret olmadığı ve fakat sahici olduğunun taraflarca onaylanması ve bunun kamuoyu nezdinde kabul görmesi büyük önem taşımaktadır. Üçüncüsü, kapsayıcılık ve katılımcılık mesesidir ki bütün paydaşların sürece dahil edilmesi ve en geniş toplumsal kesimlerin katılımını sağlayacak mekanizmaların tesis edilmesini gerektirmektedir. Dördüncüsü, süreci baltalayabilecek kesimlerin türlü oyun ve provokasyonlarına karşı gerekli epistemik ve siyasi direncin gösterilmesi gereklidir. Son olarak, sürecin ana aktörlerin muhtemel fırsatçı tutumları, değişebilecek hesapları ve çıkarlarına karşı korunmasına yardımcı olacak tarafsız bir merciinin sürece dahil edilmesi.

Sonuç olarak, Kürt meselesi ortaya çıktığı günden bu yana çatışma çözümlerinin “ethnopolitical” ya da “self-determinasyon çatışması” olarak kavramlaştırdığı ihtilaflar arasında yer almaktadır. Tarih göstermektedir ki bu tür meselelerde tek bir ihtilaf yoktur ki ilgili grubun hukuki ve siyasi statüsü tanınmadan ve dolayısıyla hak ve özgürlükleri yasal ve anayasal güvence altına alınmadan barışla sonuçlanmış olsun. Başka bir deyişle, tarihten günümüze bu tür meseleler özü itibariyle ya siyasi sınırların değişmesi yoluyla yani yeni bir devletin kurulmasıyla, ya da rejim değiştirme yoluyla yani yeni bir toplumsal sözleşmeyle çözüme kavuşturulabilmiştir. Eğer ayrılık kötü bir şeyse ve daha büyük yıkımlara neden olacaksa ve eğer verili siyasi rejim de çözümü sağlamak bir yana çözüm karsısına engel olarak çıkarılıyorsa; o zaman yapılması gereken asgari şey bu rejimi ilgili hakların teslimini sağlayacak şekilde değiştirmektir. Dünyada sulh ile sonuçlanmış bütün çatışma süreçlerinin en asgari gereğidir bu.

Son günlerde açılış hamlelerine tanıklık ettiğimiz mevcut sürecin gerçekten ekmek ve su kadar ihtiyaç duyulan bir müzakere sürecine mi evrileceği, yoksa asimetrik bir satranç oyununun mu kurulmak istendiği bu ülkede yaşayan herkesi yakından ilgilendiren önemli bir meseledir.

İlginizi Çekebilir

Kılıçdaroğlu hakkında “Erdoğan’a hakaretten” soruşturma başlatıldı
Tek katlı evin damından düştüğü iddia edilen Aysel hayatını kaybetti

Öne Çıkanlar