“Yüreğim klavye oldu ve klavyedeki her harfe bastığımda canım acıdı; yazdığım her kelime yüreğimden çıkıp yazıya dönüştü, yani kalemi acıma batırıp mürekkebini yaşadığım acıdan çektim.”
Birten Demirtaş’ın kaleme aldığı “Bir Fırat Hikayesi, Sonsuza Kadar” adlı kitabını K24 değerlendirdiği röportajı:
Bir Fırat Hikayesi: Sonsuza Kadar yaşaması, anlaması, anlatması ve okuması zor bir kitap. Yaşadıklarınızı kitaplaştırırken kitabı okuyacaklara aktarmak istedikleriniz neydi?
Fırat doğduğu ilk günden itibaren büyük, çok büyük bir yaşam mücadelesi vermek zorunda kaldı. Ancak yaşama o kadar bağlı bir çocuktu ki, en son ânına kadar elinden geleni yaptı. Onu kaybettiğimizde daha 9 yaşındaydı. Bu dokuz yılda yetişkin insanları bile fazlasıyla zorlayacak sağlık sorunlarıyla mücadele etti. Acımı ve yasımı yaşarken Fırat’ı ve onun yaşadıklarını unutmaktan çok korkuyordum. Onun yaşamına dair unutacağım her bir an için sanki yeniden ölecekti ve ben bu nedenle ona en büyük ihaneti ve haksızlığı yapacakmışım gibi hissediyordum. Anlatmak, anlaşılmak, dinlenme ihtiyacı, acının kabul edilmesi o kadar önemliymiş ki, bunu kaybımdan sonra anladım. Yazarsam unutmam diye düşündüm ve yazmaya başladım. Fırat’ın hikâyesini anlatmak, varlığını onurlandırmak, bu yaşam mücadelesinin bilinmesini istedim. Bu mücadele, bu mücadeleyi veren her çocuğun hikâyesinin duyulması kadar anlatılmayı hak ediyordu.
Bu dünyada, bu ülkede çocuklar ölüyor her gün; hastalıklardan, ihmalden, savaşlardan, çatışmalardan, açlıktan ve sevgisizlikten. Sadece kendi çocuklarımızı sevmekle, onların acısını hissetmekle onlara güzel bir dünya bırakamıyoruz. Bazı çocukların öldüğü ve mutsuz olduğu bu dünya diğerlerine de güvenli ve mutlu bir gelecek sunmuyor. Ben de bu haksızlıkları unutmamak, unutturmamak için yazdım. Her gün stantlarının önünden geçtiğimiz SMA’lı çocukların yaşadıkları, organ bağışı bekleyen, lösemili çocukların çaresizliği belki bir nebze daha iyi anlaşılır diye yazdım.
Yüreğim klavye oldu ve klavyedeki her harfe bastığımda canım acıdı; yazdığım her kelime yüreğimden çıkıp yazıya dönüştü, yani kalemi acıma batırıp mürekkebini yaşadığım acıdan çektim. Bir evlat kaybetmenin ne demek olduğu anlaşılırsa belki başka evlatların kaybına engel olunur, bu mücadele daha çok büyür, savaşların durmasına katkı sunar umuduyla yazdım.
Bu kitap kişisel bir anlatı olmanın yanında satır aralarından süzdüklerimizle “göremediğimiz milyonların” da hikâyesi aslında. Peki, kendi derdiyle alazlanan bir yürek bir başkasının yaşadıklarıyla nasıl tutuşur, ya da tutuşur mu?
Bu hikâye evlat acısı yaşayan milyonlarca annenin hikâyesi olarak da kabul edilir mi; bunun yanıtını bu acıyı yaşayan anneler ve okur verecektir kuşkusuz. En azından ben kendi açımdan, bu kitabı yazarken acımı bu acıyı yaşayan milyonlarca annenin acısından ayrı tutmadım. Bu yürek acısını yaşayınca hiç kimsenin ama istisnasız hiç kimsenin bunu yaşamamasını diledim. Bu acıyı yaşayan her bir anneyi ebedi kız kardeşlerim olarak kabul ettim. Onlarla bir araya geldiğim, konuştuğum zamanlar anlaşıldığımı hissettiğim anlar oldu hep. Sanki biz ayrı bir kabileymişiz ve ayrı bir dilimiz varmış gibi. Ancak bu kabilenin yeni acılı annelerle genişlemesini asla istemiyorum. Bir evlat kaybetmenin yaşattığı acının tarifini yapmak, bunu yazabilmek ne mümkün; ancak kendi acım üzerinden anlatabildiğim kadarıyla anlatmaya çalıştım.
Bazen ben de kendime soruyorum neden yazdım diye. Acının çok olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bazı acılarla birlikte duygular taşıyor, içindeki isyan büyüyor ve bazen kendini çok zavallı hissediyorsun tüm yaşadıklarının karşısında. Bu duygudan çıkmak hiç de kolay olmuyor, ancak bir kez bunu başarıp o perdeyi aralayınca bunu başka insanlara da anlatmak istiyorsun ve yazmaya başlıyorsun. Böylece asıl özgürlüğün tam da bu şekilde başladığını anlıyorsun. Yazmak bana dayanma gücü verdi, bir bakıma da kendi varlığımı anlamlandırma yolum oldu. Acı dayanılmaz olduğunda yazmak yaşatıcı oluyor. Tezer Özlü’nün dediği gibi, “Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum”.
Evet, kendi derdiyle alazlanan bir yürek bir başkasının yaşadıklarıyla da tutuşur, tutuşmalı da. Kaybımdan sonra yaşanan deprem nedeniyle evladını kaybeden herkesin acısını yüreğimde hissettim. İsias Oteli’nde çocuğunu kaybedenlerle birlikte kahroldum. Ben bu acıyı tanıyorum, bu yarayı biliyorum. Bu öyle bir yara ki, sonradan edindiğin duyu organın gibi. Artık o yaradan bakıyorsun, o yaradan duyuyorsun. Hatta insanları yarasından tanıyorsun.
Ancak bu yürek yangınını yaşayan her anne ve baba böyle hissetmiyor maalesef. Kendi kaybımdan sonra bu ülkeye ve bu dünyaya ilişkin umutlarım da kırıldı. Toplumun insani kodları öyle yara almış ki, bu acıyı yaşayan insanlar başkalarının çocuklarının ölüm emrini verebiliyorlar. Joe Biden evladını kaybetmiş bir baba, ancak halen devam eden Gazze’deki ölümlere seyirci kalmakla yetinmediği gibi bunu destekliyor. Bu acıyı yaşayan birinin yüreğinde bile bu acı dönüştürücü bir güce evrilip savaşların durdurulmasını sağlamıyorsa, bu beni çok ürkütüyor. Evladını kaybeden her insanın akıttığı gözyaşı aynıdır; gözyaşının rengi, dili, dini, milliyeti olmaz, olmamalı. Bu acıyı yaşayan, bilen birinin başka insanların bu acıyı yaşamasına duyarsız olabilmesi, hatta başka insanlara bu acıyı yaşatan tarafta yer alması benim anlamakta çok zorlandığım ve insana olan inancımı tüketen bir durum. Ya da savaşta çocuğunu kaybeden bir anne, “Diğer çocuğumu da feda ederim” diyebiliyor. Bir annenin bunu diyebilmesi, böyle duyarsız olabilmesi varoluş nedenine ters, mümkün değil. Bir anne hayali, ideali, kutsalı için kendi canından vazgeçebilir ama evladının canından hiçbir nedenle vazgeçemez. Hiçbir anne bu acıya, anneliğinin yasını tutmaya gönüllü olamaz.
Savaşan taraflardan kim ölürse ölsün, ateş düştüğü yeri yakıyor. Ne “şehid namırın” sloganlarıyla gömülen evladın acısı bu slogan atılarak gömüldüğü için annesinin yüreğini daha az yakıyor ne de evine bayrak asılan bir annenin yüreğindeki yangını o bayrak söndürüyor. O acı ölünceye kadar annesinin eşlikçisi olmaya devam edip içini kavuruyor. Bu acının yaratması gereken isyanın başkalarının çocuklarının ölümü üzerinden siyaset yapanları –kim olursa olsun, hangi taraftan olursa olsun– devirmesi gerekirken, bu acıyla yaralı anneler kervanına maalesef her gün yeni yaralı anneler katılıyor.
Kendi derdimle alazlanan yüreğim bir başkasının yaşadıklarıyla da tutuşmakla kalmadı, bunu yaşatanlara olan isyanımı da büyüttü.
“Çocukların öldüğü bir dünyada adalet olamaz” diyerek adalet duygunuzun çıpasını buraya sabitliyorsunuz. Yaşamın da, ölümün de politik olduğu bu çağda siyasal bir sorun olarak ölüm ve adalet nasıl kavranabilir?
Doğarken büyük ve zorlu hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalan ve büyüme haklarını kullanamadan ölen çocukların olduğu bir hayatta mutlak bir adaletin olabileceğine inanmıyorum. Doğan tüm çocuklar eşit özelliklerle doğmuyor maalesef. İçine doğdukları aileden ve toplumdan kaynaklı yaşadıkları eşitsizlikleri bir tarafa bırakırsak, sadece doğuştan hastalıkla veya toplum tarafından kısa, çirkin, vb. şekilde yaftalanan fiziksel özelliklerle doğan çocukların olduğu bir yaşamda varoluşumuzdan kaynaklı bir adaletsizliğin olduğunu düşünüyorum. Doğduktan sonra da toplumsal yaşam bu varoluşumuzla eş adaletsizliği minimize edecek şekilde örgütlenmediğinden, bu adaletsizliğe yenileri ekleniyor. Her insanın ihtiyacı kadar sağlık hakkından, sosyal ve ekonomik haklardan yararlanmadığı, hukuk sisteminin güçlüyü korumak şeklinde dizayn edildiği bir dünyada adaletsizlik de giderek artıyor.
Zorlu hastalıklarla doğan veya büyüme evresinde zorlu bir hastalıkla tanışan her çocuğun eşit bir şekilde gerekli tüm sağlık imkânından yararlandığını kim söyleyebilir? Bu yüzyılda bile daha hastalığı teşhis edilemeyen, bunun imkânlarından bile mahrum olan o kadar çok çocuk var ki… Afrika’da açlıktan, yetersiz sağlık koşullarından ölen çocukların olduğu bir dünya nasıl adil olabilir?
Evlat sevgisinin milliyeti, dili, ırkı, rengi yoktur. Afrika’da Sierra Leone’de elmas madenlerinde zorla çalıştırılan, silahlı gruplar tarafından savaştırılan ve hayatını kaybeden çocukların anneleri de çok severler çocuklarını. Aşk ve romantizmin sembolü olarak görülen, zengin insanların süsü pırlantalar çıkarılma aşamasında gözyaşlarıyla yoğrulmuş olmalarına rağmen Belçika’nın Antwerp şehrinde yer alan Elmas Yüksek Konseyi’nce işlenmemiş elmaslar olarak kaçakçılardan alınıp dünya piyasasına sokulurlar. Birleşmiş Milletler Kurulu tarafından da “çatışma elmasları” olarak nitelendirilen kanlı elmaslar çocukların kanı pahasına süs için kullanılır. Demokrasinin ve insan haklarının “en gelişmiş” olduğu Avrupa, ekonomisini ve demokrasisini ölen çocukların kanları üzerine inşa eder ve timsah gözyaşları döker. Pırlanta takılar satan dükkânların vitrinini her gördüğümde “Her bir taşı için kim bilir kaç çocuk ölmüş, kaç anne kanlı gözyaşları dökmüştür…” diye düşünürüm. Pırlanta takılar takan insanlar olmasaydı Afrika’da bunun için ölen çocuklar da olmayacaktı. Ancak “Zaten her gün Afrika’da binlerce çocuk açlıktan ve susuzluktan ölmüyor mu? Dünyayı pırlanta sevenler mi kurtaracak? Varsın birkaç bin tanesi de elmaslar için ölsün, ne var ki?” diye düşünülüyor herhalde. Ölen çocuk senin değilse bir önemi olmuyor çoğunluk için. Çıkarı, hırsı için bazı çocukların ölmesine, bazılarının yaşamasına karar verenler dünyayı yönetirken, yaşadığımız dünyanın adil olduğunu söyleyebilir miyiz? İnsan etiyle beslenen bir canavara dönüşen sistem çocukların geleceğinden çalarak, çocukların kanından beslenerek kendi sonunu da hazırlıyor.
Çocuk ya, çocuk… Bu dünyanın esas sahibi olan çocuklar. Sarı saçlı, kara gözlü, siyah saçlı, mavi gözlü, esmer tenli, saçları örgülü, yanakları gamzeli, çekik gözlü, beyaz tenli; ırkı, milliyeti, yaşadığı coğrafya fark etmeksizin çocuklar. Hikâyesi yarım kalan çocuklar. Afrika’daki annenin de Avrupa’daki anne kadar ciğeri yanıyor çocuğunu kaybettiğinde. Ancak annelerin acısı arasında bile ayrım yapılıyor; bu konuda bile adaletin olmadığı bir dünyada yaşıyoruz.
Evlat acısı ve anlamak… “Bazı acılar yaşanır, çekilir ama anlaşılmaz” diyorsunuz. Bu anlamsızlığın içinde dinle ölüm arasındaki bağ bir yerde düğümlenir mi? Tevekkül etmek gerektiği fikrine katılır mısınız?
Oğlumu kaybettikten sonra, bu acıyı yaşayan insanların gözlerindeki acıyı ancak o zaman tanıdım ve daha önce o derin acıyı fark edemediğimi görünce evlat acısının yaşanmadan anlaşılabilecek bir acı olmadığını anladım. Dilerim ki hiçbir insan bu acıyı anlamak zorunda kalmaz.
Tevekkülün her şeyi Tanrı’ya, yazgıya bırakma, yazgıya boyun eğme, her şeyi Tanrı’dan bekleme olarak tanımlandığını düşününce, ben bu düşünceye yakın durmadığımı söyleyebilirim. 50-60 yıl önce ya da halen aşılanma oranının düşük olduğu yerlerde kızamıktan, suçiçeğinden ölen çocukları düşününce, bu ölümleri yazgıya bağlayamıyorum. Bu ölümlerin yazgıdan çok tüm çocukların sağlık imkânlarından eşit yararlanmamasından, adaletsiz dünya düzeninden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Ya da Çorlu tren kazasında hayatını kaybeden çocukların ölümüne ihmalin hatta bilinçli taksirin neden olduğu açıkken, buna tevekkül etmekte zorlanıyorum. Doktorun ihmali nedeniyle yaşamını kaybeden oğlum için “Yazgısında vardı” diyemiyorum. İş kazasında hayatını kaybeden çocuk işçilere yazgıları böyleydi demenin, çocukların ucuz işgücü olarak kullanıldığı ve üstüne üstlük gerekli iş güvenliği önlemleri alınmadan çalıştıran sistemi aklamak anlamına geldiğini düşünüyorum. İsias Otel’de hayatını kaybeden çocuklar fıtrattan ya da yazgıdan dolayı değil, ihmalden, denetimsizlikten ve buna neden olan sistemden dolayı öldüler. Gazze’de, Kobani’de ölen çocukların yazgısında bu olduğu için ölmüyorlar; savaş nedeniyle kazanç sağlayanların hırsları nedeniyle ölüyorlar.
Yaşatılan haksızlıkların üstünün dinî inançlarla örtülüp fıtrat ve tevekkül kavramlarıyla açıklanmasının ve sorgulanmamasının tam da bu noktada aslında dinî inancın kendisine ters olduğunu düşünüyorum. İktidarların tüm günahının Tanrı’dan kaynaklı olduğu düşüncesinin toplumda yaygın bir inanç haline gelmesi sorgulamayı ve hesap verilebilirliği engelliyor.
“Dinle ölüm arasındaki bağ bir yerde düğümlenir mi?” diyorsunuz. Ben açıkladığım nedenlerle dinle ölüm arasında ilahi bir bağ olduğuna inanmıyorum, ancak inanan insanlar için o bağ vardır. Dünya üzerinde çok sayıda din var ve her din ölüm karşısındaki çaresizliği ve ölüm sonrası bilinmezliği kabullenmeyi kolaylaştırmak için çeşitli inançları dayanma noktası olarak inananlarına sunuyor. Bu inançlardan birine kendini yakın hissetmek kuşkusuz ki ölüm gerçeği karşısında direnç sağlamak için kişiye bir konfor alanı sağlıyor. Ben o konfor alanından yararlanamadım. Fakat bir yaratıcının olduğuna inanmak için mevcut dinlerden birine inanmak gerekmiyor. Benim için de Tanrı sevgi ve vicdan demek. Ölüm gerçeği karşısında bana güç veren en büyük dayanağım da oğluma duyduğum sevgi oldu. Dünyanın sevgi tarafından yaratıldığına, sevgiyle varlığını sürdürdüğüne, kurtarılabilir olduğu sürece ancak sevgiyle kurtarılabileceğine inanıyorum.
Kolektif yasın toplumda dayanışma duygusu yaratarak iyileşmeyi sağladığı, kolektif hafızayı güçlendirdiği aşikâr. Ancak bireysel yas bir iyileşmeden çok içinden bir an evvel çıkılması gereken psikolojik bir “hastalık” hali olarak görülüyor. Siz ne düşünürsünüz, durum gerçekten böyle midir?
Öncelikle yas kavramını iyileşmek kavramıyla birlikte anmayı sorunlu bulduğumu söylemeliyim. Yas bir hastalık hali değil ki, iyileşelim. O nedenle gerek kolektif yas olsun gerekse de bireysel yas olsun fark etmez; kayıp yaşayan insanlara bir an önce iyileşmesi gereken, hatta normalleşmesi gereken insanlar gözüyle bakılmasını doğru bulmadığım gibi, bu bakış açısının kırıcı olduğunu düşünüyorum.
Kapitalist ekonomik sistem psikoloji bilimini de etkilemiş anlaşılan. İnsanların bir an önce normalleşmeleri için terapiler yapılıyor. İnsanların bir an önce iyileşmeleri gerekiyor sisteme ve sistemden etkilenen insanlara göre. Üretim çarkına katılıp, daha çok üretip daha çok tüketelim diye hemen iyileşip normalleşmemiz bekleniyor. İyileşip normalleşmeyen insan tüketime de katılamaz çünkü. Yani sistemin çarklarının dönmesi için acilen iyileşip normalleşmek lazım. Bu anlamsız beklentiyle muhatap olmak kayıp yaşayan insanlar için çok incitici bir durum.
Modern toplum, Foucault’nun ifade ettiği gibi denetlemeyi yalnızca adalet yoluyla değil, psikiyatrik ve kriminolojik, tıbbi, pedagojik kuruluşlarla bedenlerin yönetilmesi ve bir sağlık politikasının oluşturulması için de kullanıyor. Yani yasını yaşamak için de sana belli bir süre tanıyor; o süre içinde hayata kaldığın yerden devam edememişsen durumunun patolojik olduğuna karar veriyor. Ancak yas için süre konması her şeyden önce etik olarak sorunlu bence. Bazı yaslar ömürlüktür, yaşadığın müddetçe eşlik eder sana. Evlat kaybı da böyle bir kayıptır.
Toplumun yas kültürü de sorunlu. Genellikle inanç üzerinden oluşturulan bu kültür sadece o inanç grubunda yer alanlar için bir dayanak oluşturuyor. Ama yaşamı herhangi bir dinî inanç üzerinden anlamlandırmayan insanlar da maalesef aynı argümanlarla teselli edilmeye çalışılınca, o teselli cümleleri yas sürecinde bazen ikincil yan üzüntüler yaşanmasına neden oluyor. Yas çözülmeye çalışılan bir sorun olarak görülünce, bu bakış açısıyla oluşturulan yaklaşım da ister istemez sorunlu oluyor. Halbuki yas taşınması gereken bir gerçek ve bu gerçeği taşımak için güçlenmek gerekiyor. Bunun için de herkesin farklı sürelere ihtiyaç duyduğu kabul edilmeli. Bu süreyi kısaltmaya çalışan her türlü telkin, yaklaşım acıyı yaşayan insana kötü gelmekten başka işe yaramıyor. Herkesin acısı ve yası biricik, tıpkı sevgisi gibi.
Bir süre sonra bu sorunlu yaklaşım yas tutan insanları iki hayat yaşamaya zorluyor. Biri yüzeyde, her şeyin yolunda göründüğü bir hayat. Kendimizi normallik maskesi takmış bir şekilde buluyoruz. Çünkü yasını ve acını savunmak da zaman geçtikçe insana zor gelmeye başlıyor. Arkadaşlarımız, ailemiz günlük rutinlerimizi yerine getirirken bizi normalleşmiş olarak görüyorlar. Ancak bir de maskenin gerisinde sürekli acı içinde olduğun bir hayatın oluyor. Yoğun bir özlem duygusuyla, neden sorusunun yanıtını verememenin ağırlığıyla, bir yumru kalmış gibi boğazında, sesini çıkaramaz, çığlığı içine kaçmış, çaresizlik içinde bir hayat. Bu iki varoluş ağır bir gerçeklik halini alıyor maalesef.
Kitabın son kısımlarında Fırat’ın ölümündeki hekim ihmallerinden bahsediyorsunuz. Bu ve benzeri tüm ihmaller ve sağlıksızlık kapitalist sistemden azade olarak “kötü niyetli” kişilerin ya da kurumların sorumluluğu olarak algılanabilir mi?
Tedavisi zor ve uzun süren hastalıklarla mücadele ederken mevcut sağlık sisteminin içine daha fazla dahil oluyorsun. Sistemin içindeki ticari kaygıları, ahlaksızlığı, hatta bazen insan hayatını hiçe sayan uygulamaları görüyorsun ve mücadele ettiğin hastalık kadar bu sistemle de mücadele etmeye başlıyorsun. Bence yaşamdaki en zor ve acı veren çelişkilerden biri de canını emanet edecek kadar güvenmen gereken bu sisteme içinde, en derinlerinde bir yerde güvensizlik hissetmekten kurtulamamaktır. Yapılan her işlem gerçekten gerekli olduğu için mi yapılıyor, yoksa ticari kaygılarla mı? Hiçbir zaman emin olamıyorsun. Bu nedenle Fırat’ın tedavi sürecindeki hekim ihmallerini –bence bu ihmalden öte, uzmanlık düzeyi olarak mesleğinde gelebileceği en üst aşamaya gelmiş hekimler için bilinçli taksirdir– kişisel kusurla birlikte sağlık sektörünün tümünün sonucu olarak görebiliriz.
Sağlık çalışanlarını korumaya yönelik gerekli yasal düzenlemeleri yapmayan sistem, ne yazık ki hatalı işlemleriyle hasta ölümlerine neden olan hekimler için açılacak cezai soruşturmaları zorlaştırmak için elinden geleni yapmış durumda. Niyeyse iktidar hekime şiddet uygulayanı ve hastasının ölümüne neden olan hekimi yani kısacası suçluyu korumayı amaç edinmiş görünüyor. Savcılığa bu nedenle yaptığımız suç duyurusunun üzerinden yaklaşık iki yıl geçmesine rağmen maalesef Sağlık Bakanlığı halen soruşturmayla ilgili izin vermediği için dosya savcının masasında beklemeye devam ediyor. Koskoca Sağlık Bakanlığı iki yıldır halen hekimle ilgili soruşturma izni vereyim mi, vermeyeyim mi diye kararsız bir şekilde bekliyor. Bir bakanlığın bu hantallık içinde çalıştığını düşününce o ülkedeki sağlık sistemine nasıl güven duyulabilir? Bu soruşturma sonucunda dava açılıp hekimler ceza alsa bile Fırat geri gelmeyecek. Ancak bu soruşturma sayesinde belki başka çocukların daha uzun yaşama şansı olacak. Çünkü vahiyle inmiş gibi değiştirilme iradesi gösterilmeyen tedavi protokolleri nedeniyle başka çocuklar da zarar görmeye devam ediyor olabilirler. Sizin aracılığınızla Sağlık Bakanlığı’na bir çağrıda bulunayım ve yaptığımız suç duyurusuna daha ne kadar süre engel olacaklarını sormuş olayım.
Nakil ameliyatları çok büyük ve pahalı ameliyatlar. Ülkemizde bu ameliyatlar özel hastanelerde de yapılabiliyor ve maliyeti devlet tarafından karşılanıyor. Ancak bakanlığın bu özel hastaneleri ve hastanelerin uyguladıkları tedavi protokollerini yeteri kadar özenle denetlediğine inanmıyorum. Yine bu kitap ve sizin aracılığınızla Sağlık Bakanlığı’nı bu yönlü de göreve davet ediyorum.
Fail meçhul ve politik cinayetler, ihmaller sonucu çok canlar kaybettik. Fakat görüyoruz ki arkada kalanlar toplumsal eşitlik ve özgürlük mücadelesinin aktörü olabiliyor. Siz de o mücadelenin bir aktörü olacak mısınız?
Bu mücadelenin aktörü olacağım demek çok iddialı olabilir, ancak neferi olacağımı söyleyebilirim. Fırat’ın sağlık mücadelesine eşlik etmeye başlamadan önce bu mücadelenin bir hukukçu olarak neferiydim zaten ama Fırat’ın yaşam mücadelesi verdiği dönemde ilk ve tek önceliğim onun mücadelesinde yanında olmak oldu ve diğer toplumsal mücadele alanlarında fazlaca bulunamadım. Fakat hem Fırat’ın ölümüyle ilgili hukuk mücadelesinde hem de toplumsal hak arayışında her alanda bir nefer olarak yer almaya devam edeceğim.
Kitapta da belirttiğim gibi, dünyanın herhangi bir yerinde, nedeni ne olursa olsun evladını kaybeden, yüreği bu acıyla kavrulan her annenin verdiği mücadelede yanında olmaya çalışacağım. Teşekkür ederim.