Cavidan Rawer: Tanrının Yorduğu Kadınlar -9

Yazarlar

Himaye-i Etfal

Kuzu kuzu …!!Cinsiyet kimliğimin (fizyolojik , psikolojik, zihinsel) olarak gelişim gösterdiği 10 yaşım.  Bu yaşıma daha ilk birkaç adımımı atmıştım ki, eteklerine tutunduğum annem ile tutunduğum yerlerinden koparılan ellerimi sıkıca tutan görevliler arasında kaldım. Annem uzaklaşıyordu. Kısa aralıklarla ardına düşen gözleri öyle bulutluydu ki arşınladığı her santimetreye yağmur yağdırıyordu.

Ben ise o gün, bu yaşıma varana kadarki sürece ait bütün çığlıklarımı bir kuyunun içine bıraktım. Ve yine o gün, hayat küçük bir kız çocuğunun gözlerinden dökülen incileri, ayağının tabanıyla zikzak hareketiyle yerin dibine gömdü. Ruhumun üzerinden sert bakışlarıyla resmi bir geçit geçti. Ellerim, yabancı bir adamın elleri arasında sıkıca kilitlendi.   Parmaklarında bolca siyah kılları olan, Ayhan Işık bıyıkları gibi kesilmiş bıyıkları, gri takım elbisesi, gözlerinin yarısına hizmet eden burun ucu gözlüğüyle, boydan hafif eğilmiş, yüzü yüzüme az yukarıdan bakan bu adama kaldırdım başımı: Hıdır Gök… Güzel memleketimin iyi yürekli bir öğretmeniydi. O küçücük yüreğim muazzam bir acıyı giyinmekle meşgul. Yer çekimine direnen ayaklarım yorulmuştu artık. Çaresizliğim yerini hiç bitmeyen bir hıçkırığa bıraktı…

İlk durağım – Tunceli Kız Yetiştirme Yurdu- elimi tutan öğretmenin peşinden o hıçkırıklarla isteksiz yol alıyordum. Benim memleketim Dersim. Küçük bir şehir. Çoğu bir vesileyle tanır birbirini. Ordaki görevliler içerisinden bizim ailelerimizle tanış olmayan çok az insan vardı. Hıdır Gök bizimkileri ve kuvvetle muhtemel merkez – yakın köy halkıyla tanışıklığı vardı.Bir çocuğu, sadece  “ebeveynlerinizi”  tanıyan birine bir anda bırakıp gittiğinizi düşünün. Biz bütün çocuklar galiba, o tanıdıklara emanet bırakıldık. Güven çok değerlidir benim memleketimde. En azından o dönem için konuşabilirim bunu . Ailelerin tesellisi olmuşlardı…

Beni sakinleştirmek için dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu.“Bak burda senin gibi çokça arkadaşın var. Biz burdayız. Annen yine gelecek.”Sesindeki şefkate çok ihtiyacım vardı. Etrafıma bakındım.  İkili salıncak. İki kız çocuğunun keyifli halleri gözlerimin önünden geçiyor şu an. “Kimdi onlar acaba”?   Hemen yemek hanenin arka kapısına yakın bir yerdeyim. Çok keskin bir kokunun içine düşmüş gibiydim. Köyden gelmiş bir kız çocuğunun hayal dünyasındaki şehirde böyle bir koku yoktu.

Ayakta ellerimi tutan bu adamla etrafı inceliyorum hemen arkamızdaki bankta oturan bir kaç çocuk daha vardı. “Yüzleri buzlu cam sanki” kişileri hatırlayamıyorum. Ve öyle kalabalık ki, sürekli koşuşturan çocuklar var. Galiba onlar benden önce, böyle bir süreci atlatmışlardı. Keyifliydiler…

Yüksek bir tepeye kurulan bu homo devlet kuruluşunun etrafına ördüğü duvar, duvarlar üzerinden yükselen demir parmaklıklarla tam bir izolasyon merkeziydi. Bahçe yeşillikten yoksundu. Zemin çakıl taşlarıyla kaplıydı. Bu çakıl taşları çalışanların veya resmi araçların kuruma teşrifleri esnasında araçlarının çamura bulaşmaması için harikulade bir zemindi. Fakat biz çocuklar için düşünülmemişti. Binanın etrafını saran 80-90 cm’lik koridoru andıran uzantıyı yürürken, çocukların (sal oyunu, ip atlama gibi eğlenceli oyunlarını bu daracık koridorda gerçekleştirdiklerine tanıklık ediyorum). Kiremit sarısı tonunda, insanın içine fenalık getiren bu binanın girişteki geniş merdivenlerine ne zaman vardık bilmiyorum…

İlk kat solda yemekhane, sağda homo bürokrasi odaları. İnformatik ve bir de daha sonra keyifle uğrayacağımız çay ocağı vardı. Paramız oldukça tabiki.  O dönemler yaş ve cinsiyet ayrışımı olmayan bir kurumdu. Büyük ablalar, büyük abiler ve küçük kızlar küçük erkekler. Artık hepimiz kardeşiz. Kızlar en üst katlarda, erkekler alt katlarda kalıyordu. Bana hemen kapı girişinin soluna düşen ilk koğuşun ilk ranza yatağının üst katı verildi. Bir yastık, bir yorgan, desenini sevdiğim çarşaflarımla, “kendi işini  kendin gör” bilinci ve zamanla “çarşaflar jilet gibi olacak” komutunu düzene uyum dürtüsüyle kendi kendimize veriyorduk. Bu yaşımda dahi, ” tırnağın varsa kafanı kendin kaşı” deyimine sırtımı dayayarak yaşıyorum. Yardım almak mı? Oda ne ? Ben tanımıyorum. Ve bu yük çok ağırlaşıyor yaş aldıkça. Ardından peş peşe biriken anıların arasında büyürken  buldum kendimi.

Neden bu zamana kadar  kendimi,  himayesine hatta esirgemesine, ve hatta yetiştirmesine ve dahi  hizmetlerine  bıraktığım kurumun tarihi geçmişini araştırmadığımı düşünüyordum. 10-18 yaşına kadar himayesinde kaldığım bu kurumun öncesini ve gelişip sepilen sürecini  bırakıyorum buraya . Okumak isteyenler burdan okuyabilirler. https://www.aile.gov.tr/samsun/hakkimizda/tarihce/ . Epey uzun bir yazı. Ben yalnızca küçük bir kısmına değinmek istiyorum. 1917’de tüm dünyanın kaderi olan 1. Dünya Savaşı sonrasında, “mağdur olan aileler ve mağdur bırakılan  çocukların himaye edilmesi için önce bir cemiyet olarak kuruluyor. Daha sonrasında vaziyete göre sıfat değiştiriyor. Araya başka savaşlar giriyor. Ulusal kimlikler keskinleşiyor felan .Ve derken 1972 yılında  “Barış gönüllülerinin”  kurum bünyesinden tasfiyesine karar veriliyor. Buraya dikkat… !!! 1983’de cemiyet ve gelişen tüm yapıları en küçük yapı taşına kadar fes ediliyor. Burayada dikkat..!!!

Ve en nihayetinde yine aynı yıl hatta aynı ay (ÇEK) yani çocuk esirgeme kurumu, halktan, barış gönüllülerinden kopartılarak, “devlete bağlı” bir  kurum olma kararı alıyor. Dünyanın başka ülkeleride bu modeli uyguladılar. Türkiye zaten bu modeli bilhassa  oralardan eğitimler alarak uygulamaya soktu. Proje sahipleri bu kalıptan çıkalı bir asır oldu.  Yerine  çocukların ebeveynleriyle sosyal güvence içerisinde yaşadıkları sosyal, hukuksal, kanuni hakları var. (Dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım üstün güçlerin hümanizmine asla inancım yoktur). Bu ayrı bir konu… Biz sefaletin göçmenleriydik. Güçlerin sefil bıraktığı ve bu sefillikten çıkar sağladıkları insanlardık. O sefalet ve sefillik içinde doğumdan ölüme ışık ararken, tükenen tüketilen varlıklarız. Asıl vatan annemin/ annelerimizin kucağıydı. Yazdıklarımı okuyan birileri  “sen de çok nankörsün ha” diyecekler. Ömrüm boyunca dediler. Çocukların annelerinden koparılmadığı bir dünya yaratmak mümkün aslında. Annesinin himayesinde desteklenerek büyütülen çocuklar olabilirdik.  “Devlet baba” sahip çıkmak  istemişti. Neden acaba?   Neden bu bütçe ailelerin çocuklarıyla birlikteliğini güçlendirmek için kullanılmamış ki..? Neden, neden, neden ????? Yıkmıyorlar bu düzeni. Çünkü onları besleyecek küçük yüreklere zihinlerini istedikleri gibi dolduracakları körpeciklere ihtiyaçları var.  Her gün mağduriyetleri duyuyoruz aslında. Kayıtsız kalmamızın çok geniş çapta kodları var. Algıda seçicilik. Devlet baba. O her şeyi bizim için düşündü.

Ve neden gelişim döneminde toplumdan soyutlanan bu çocukların 18 yaşında korunma kararının kaldırıldığını düşündünüz mü hiç? Koruma kararı  devletin şefkatli yüzünün başka bir ray üzerinden farklı vagonlarda ömürlerini çalmak üzere hizmete yolculadığı çocuklarıdır. 8 yıla karşılık ömür tüketen o memurların kamburlarına bakın. Hepsinden minnettarlık akar. “İyi ki öyle bir babamız vardı “derler. ”Kim bir yetimin başını Allah rızası için okşarsa, elinin değdiği her kıl için kendisine sevap verilir” diye buyurmuştur hadis. Ve binlerce hadis var. Hepsi hümanistçe .Oysa…!!Tüm güçlerin cetvelinin üzerinde “benim Allah’ım yoktur yazar…” Parmak uçlarına inen o cetvel acısı gibiydi hayatlarımız. Başımı okşayan herkesten tiksindiğimi çok iyi hatırlıyorum…

İlginizi Çekebilir

Ali Engin Yurtsever: Faşizm mi Baskı Yönetimi mi?
Günay Aslan: Kobanê filminin düşündürdükleri

Öne Çıkanlar