Eylem Kahraman’ın Yeni Özgür Politika Gazetesi için kaleme aldığı yazı:
13 Haziran 1906 günü Mısır’da sıradan birgün olarak başlar. İskenderiye ile Kahire arasındaki Denişvay köyünde ise bir daha unutulmaz.
İki şehir arasında yolculuk yapan işgalci İngiliz ordusunun bir grup subayı mola verir zira o tarihte orada. Subaylar yiyip içtikten sonra “eğlence” olsun diye güvercin avlamaya başlarlar. Ancak avladıkları güvercinler köylüler tarafından yetiştirilmiştir. Bir nevi onların geçim kaynağıdır.
Köy halkı güvercinlerinin avlanmasına kızar, subaylara saldırır. Yaşanan arbede sırasında askerlerden birinin silahından çıkan bir kurşun bir kadını yaralayınca köylülerin öfkesi artar. Kavga daha da büyür. Tehlikenin büyüklüğünü fark eden subaylardan biri korkar ve canını kurtarmak için kaçar.
Kaçan asker İngiliz Askeri Kampı’na ulaşmaya çalışır, fakat hava çok sıcaktır. Kampın yakınlarında susuzluk ve güneş çarpmasından dolayı düşüp kısa sürede ölür. O arada oradaki bir köylü, askerin düştüğünü görür. Yardım etmek amacıyla yanına gider. Aynı anda kamptaki askerler görünür. Köylüyü arkadaşlarının yanında görünce onu katil sanıp sorgulama gereği duymadan öldürürler.
Ertesi gün şafak henüz yeni sökmüşken İngiliz ordusu köyü basar. Ne yaşlı dinlerler ne çocuk. Evleri arayıp ortalığı darmadağın eder, hayvanların kaldığı ahırlara dahi bakarlar. Gün yarılanınca olayın sorumlusu olarak suçladıkları elli iki kişiyi köy ahalisinin tüm karşı koymalarına rağmen tutuklayıp götürürler.
Tutsaklar iki hafta dolmadan mahkemeye çıkarılır. Her biri kendisini savunmaya çalışır, suçsuzluğunu anlatmaya çabalar, ama dinleyen kim? Mısır ve İngiliz jüri üyeleri kararını çoktan vermiştir. Her köylüye ayrı bir ceza verilir. Olayın elebaşı olduklarını düşündükleri dört kişiyi ise idama mahkûm ederler.
Kimse sormaz İngiliz askerinin Mısır’da işi ne?
Mahkemeden sonra İngiliz ordusu yine köye gelir. Köy meydanına idam sehpaları kurar, zorla meydana topladıkları köy halkının gözleri önünde insanları asarlar. Asılanlardan birisi o kadar gençtir ki, çocuk sayılır henüz. Asılması sırasında annesinin yaşadıkları Konstantinos Kavafis’i o kadar etkiler ki, iki yıl sonra yazdığı “27 Haziran 1906, öğleden sonra saat iki” şiirine konu olur.
Şiirde oğlunun idamını durdurmak için çaresizce çırpınan bir annenin acısı üzerinden olayın benliğinde açtığı yarayı, çektiği acıyı gösterir şair. “Sadece on yedi gün mutluluk verdin bana” dizesiyle biten şiir insanı darmadağın eder.
Bu olayın üzerinden bir asırdan fazla zaman geçti, ama değişen bir şey yok.
“İran Yargı Kurumu” Kerec’deki Qızılhisar Cezaevi’nde tutulan Devrimci Emekçiler Topluluğu üyesi dört Kürt tutuklunun 29 Ocak’ta idam edildiğini duyurdu. İran’ın “Allah’a karşı gelmek ve savaşmak”, “Mossad ile ilişkide olmak” ve “İsfahan’daki bir askeri tesise saldırı düzenlemek amacıyla İran topraklarına ‘yasadışı’ yollardan girmek”le suçlayıp idam ettiği Wefa Azerbar 26, Muhsin Mazlum 27, Pijman Fatihi ile Muhammed Feramerizi ise 28 yaşındaydı.
İnsan hakları örgütleri, siyasi ve sivil aktivistlerin düzenlediği idam karşıtı eylemler ne yazık ki onları kurtarmaya yetmedi.
Suçlamalara bakıldığında adil bir yargılama yapılmayacağı, tutukluların haklarına saygı gösterilmeyeceği, kendilerini savunmalarına dahi izin verilmeyeceği anlaşılıyor zaten.
İdam “ceza” değil, cinayettir. Devletlerin en ilkel intikam alma biçimidir. Kişinin suçsuz olduğu anlaşıldığında yanlışı düzeltmenin hiçbir yolu yoktur. Caydırıcı olduğunu gösteren bulguya da rastlanılmamıştır. Tamamen insanları korkutma, sindirme amaçlıdır.
Bunu başarıyorlar mı?
Onları korkutamadıklarını, sindiremediklerini infazdan bir gün önce aileleriyle görüştürülen siyasi tutsaklardan Pijman Fatihi’nin yakınlarına söylediği sözler apaçık gösteriyor:
“İdam edileceğiz, ancak bu gururlu bir ölüm. Sizden yas tutmamanızı, siyah giyinmemenizi ve cesur olmanızı rica ediyorum.”