Önce usta şair Elliot buyursun. Onun kusursuz deyişiyle “her şiir bir mezar kitabesi” ise eğer, Guha’nın mezarının başındaki kitabeye yazı döşemeye başlamak ona düşer:
En zalim aydır Nisan/
Biter leylaklar ölü topraktan/
Karıp arzuyu, coşturur/
Körelmiş kökleri bahar yağmuruyla.
Bir çömezi tarafından ruhunun şad olması niyetine Elliot’dan bir pasaj okunduğunu görse muhtemelen olmayan bıyığının altından, müstehzi bir gülümseme fırlatırdı usta tarihçi. Şiirin kehaneti midir bilinmez, üç rakamı gören ömrünü, ayların en zalimi olan Nisan’da noktaladı. Ne ki efendi kültürün usta vaizlerinden Elliot’ın şiirinde onu ilgilendiren sadece Nisan ağıdı değildi, yeni filizlere gebe baharın coşkunsal prelüdüdür de.
Hiç şüphe yok ki Guha, yeni kuşak ezilen tarihçilerinin lotus çiçeğiydi. Ona kalsa “biter leylaklar ölü topraktan” dizesinde geçen ‘leylak’ çiçeğini lotus çiçeğine tahvil ederdi, bir sömürge imgesi olarak. Kelimenin gerçek anlamıyla ölü toprağın altına, tarihin zalim süpürgesiyle süpürülen, sömürge karşıtı ezilenleri tarihe geri çağırması lotus çiçeğinin kutsal estetiğini imliyordu zira. Ne de olsa en uzun ömürlü tarihçi, şanlı anti kolonyal tarihi, sahici direnişçileriyle tanıştırıp, onları bahar yağmurlarıyla coşturmasını başardı.
Guha yalnızca bir sosyal tarihçi değildi. Klasik Marksist tarihyazımının kolonlarını yerinden oynatan Hobsbwam, Thompson tarzını dahi yapı söküme uğratarak yeni bir metodolojinin imkanlarını inşa etti. Hatta bir fersah ötede, halihazırdaki tarih disiplininin Avrupa bilgi üretim tarzı olduğunu söyleyerek, Avrupa dışı üçüncü bir göze işaret etti. Böylelikle Madunun sosyal tarihini dekolonize ederek, kolonyal karşıtı teoriyi sahici manada ayaklarının üzerinde oturttu.
İbni Haldun tarih yazımının temel kaidelerinden bahsederken, nakledicilerin dışında başka bir konuma göz kırpar. Ona bakılırsa nakledici tarihçiliğini check eden, ölçü ve basiret sahibi kimseler olmalıdır. Ve bu kesimler nakil tarihçiliğini, ümran yani toplumun hesabına yapısöküme uğratıp tarihe yeni bir bakış açısı sağlamalıdır. Guha tam anlamıyla bu türden bir basiret ehlinin sembolüydü. Sömürge karşıtı elitist tarihi sertçe yerip, ezilenlerin tarihinin şahısların biyografisine indirgenemeyeceğini söylerken de, Marksist sosyal tarihi ile dirsek temasında olan ana akım anti kolonyal tarih yazımını eleştirirken de bu çatlakların içinde unutulan madun kesimlere iade-i itibar kazandırdı. Sömürge karşıtı mücadelenin esas gövdesini oluşturan Hindistan köylülerinin, sömürge karşıtı mücadeleyi domine ettikleri halde söz haklarının gasp edilmesini hiçbir suretle kabul etmedi. Bu bağlam nedeniyle ona tarihçi şapkası takmış Fanon da diyebiliriz.
Genelde sömürgecilik özelde Hindistan söz konusu olduğunda sicili arıza veren bir noktayı nazariyeden Marksizme şerh koydu. Temel Marksist kaynakların hilafına olacak şekilde, Gramsci’nin madun kavramını takip ederek, ezilen Hindistan köylülerini, Marksist sınıf şemasını bükmek suretiyle teoriye dahil etti. Ve dahi madun’un içeriğini belirgin bir şekilde Hindistan köylüleri ile muhtevalandırdı. Böyle yapmakla mağdur ile madun arasındaki tarihsel nitelik farkını hepimize hatırlattı.
Onun bir farkı, sömürgeciliği “savaş ile sözcüklerin ortak harekatı” olarak betimlemesinde yatıyordu. Sözcük maliklerine, hassaten de “Hindistan’ın bir tarihi yok” diyen Hegel ile Hindistan’ın sömürgeciliğini euro-centrik bir kontekstte anlamaya/olumlamaya girişen Marx’a, ezilenlerin sözlüğünün içinden misliyle mukabelede bulundu. Direnme gramerinin, karşı koyma kelimelerinin, Aydınlanma geleneği patentli ya da Batı’nın felsefi aygıtlarının içinden olma mecburiyetine alenen rest çekti. Okuma yazma bilmese bile ezilenlerin bir özgürlük alfabesi olduğuna herkesi ikna etti. “Yazı yoksa tarih de yok”, “tarih yoksa devlet de yok” şeklindeki sömürgeci klişeleri sahiplerine yedirdi. “Devlet kurmak ancak kahramanların hakkıdır” şeklindeki Hegelyen felsefeyi yerinden ederek, batı dışı toplumlarındaki isimsiz kahramanlara ve söz hakkı gasp edilmiş ezilen köylülere selam çaktı. Özetle ayağına bir çift kundura, ellerine İncil verilerek ülkeleri gasp edilen baldırı çıplakların da bir tarihinin olduğunu, bu tarihin fetih hakkını kendinde görenlerce tarumar edildiğini gösterdi. Böylelikle ezenlere karşı savaşın kazanılmasının yolunun öncelikle onların kelimelerini yenmekten geçtiğini ortaya koydu. Tagore’un taş gibi ifadesiyle sözcük fatihlerine, alın sözcüklerinizi de, “alın tarihinizi de başınıza çalın” diyerek meydan okudu.
Peki ama Guha ve tarihçiliği biz Kürtlere yani tarihin posası olmuş bir halka ne verebilir? Onu da tarihçiliğini de esasen direnişi yeniden estetize eden bir karşı koyma etiği olarak okuyabiliriz şüphesiz. Onun Hint tarihinin, Britanya tarihinin bir şubesine indirgenmesine hayır çekmesi ve de sömürge karşıtı dahi olsa Hindistan tarih yazımının elitist kronikçiliğine kalın şerhler koyması bizlerin kulağına küpe olacak cinstendi. Keza Hindistan’da cereyan eden binden fazla köylü isyanının şeceresine ayna tutması, Kürdistan’daki köylü sınıflarının jeneolojisini anlamamız açısından da hayati öneme sahip. Guha bize halının altına süpürülenlerin, ayağın altına keçe yapılanların, bilinmeyen dil albümüne kaldırılanların, kargo kutusu içinde kemikleri teslim edilenlerinin de bir tarihinin olduğunu gösterdi. Onun açtığı yoldan ilerleyerek bugün egemenlere artık çok daha okkalı bir şekilde “alın tarihinizi başınıza çalın” diyebiliyoruz.
Bununla birlikte Guha sadece sıra dışı bir tarihçi olmanın fazlasıydı. Sözgelimi dil ve özgürlük mücadelesinin fabrika ayarları konusunda da Guha’nın ilgi çekici bir tutumu vardı. Tıpkı Kenya’lı edebiyatçı Ngugi gibi İngilizce’ye hayatının bir döneminde sırtını döndü. Egemen dilin, ezilenin tahayyülünü ve mukavemet üssünü tayin etmesine ve inşa etmesine gönlü razı olmadı. Özgürlük felsefesinin dilden başlayarak örüleceğine inananlardandı. Tagore’un kendilik kokan şiiri ve felsefesiyle Bengal diline yöneldi. Yine tıpkı Cesaire gibi başlarda Komünist partilerin üyesi olsa da, sonradan radikal bir dönüşüm geçirerek Komünist partilerle arasına kalın duvarlar ördü. Söz konusu sömürge altındaki toplumlar olduğunda komünist partilerin teori ile pratiği arasındaki bariz uyumsuzluktan müştekiydi. Engels’in “tarihsiz halklar” doktrinini yerle bir etti, Marx’la ciddi bir kavgaya tutuştu, bu kavgaya Hegel’i de dahil ederek ortalığı kan revan içinde bıraktı. Buralardan çıkardığı derslerle ezilen tarihçilere “kendi sesini bulmaları” için çalışmalarını öğütlüyordu.
Ezcümle Fatiha niyetine kurgulanan bu yazıyı hoş bir tesadüfle hülasa etmek yaraşır: Yazıyı bitirirken “Dünya-Tarihinin Sınırında Tarih” kitabının girişine baktım kime ithaf etmiş diye. Sürprizlerin üstadı yine kendisinden bekleneni yaparak, Elliot’un aşağıdaki şiirini epigarafa almıştı. Tam da yazıya Elliot ile başladık, onunla bitirmek evladır dediğim bir anda hem de:
“Bunca bilgiden sonra ne bağışlaması? /
Düşünün ki bir sürü hilekar geçidi, suni dehlizi var Tarihin/
Ve fısıltılı emelleri tebliğ edip aldatıyor /
Beyhude şeylerle rehberlik ediyor bize.
Bir de öz/sitem: Guha’nın bırakalım tek bir kitabını, tek bir makalesi dahi yayınevlerimiz tarafından basılmadı. Kürtçe’ye çevrilen ne bir kitabı var ne de bir makalesi. Bu da hepimizin ayıbı olarak kayda geçsin.
Not: Guha’nın Kürt tarih yazımına ne katabileceğine dair daha geniş bir tartışma için bakınız: Kürtlerde ‘Aşağıdan Tarih’ Üzerine Notlar (1), Kürd Araştırmaları Dergisi, https://kurdarastirmalari.com/yazi-detay-oku-167