Fırat Aydınkaya: Kürt Siyaseti İçin Değişim Vakti

Yazarlar

Kürt Siyaseti İçin Değişim Vakti

“Seni annenle paylaşmak istiyoruz…

Sen de bizi biraz sevmek istemez misin?

O Zeyno asıl annen, bu Zeyno da fikir annen olsun, olmaz mı Haso?

(Halide E. Adıvar)

 

Son yerel seçimlerden sonra Birikim dergisine yazdığım yazıda “Kürt Siyaseti Fetret Dönemini Nasıl Aşacak?” diye sorup, pek çok tespit eşliğinde öneriler sunmuştum. O günden bugüne Kürt siyaseti, andığım yazıyı tescilleyen bir seyir izledi. Yazı arşivdeki yerini alırken, Kürt siyaseti fetret devri eşiğini aşıp gerileme dönemine girmiş görünüyor. 

Şu son seçim süreçlerinde ana akım Kürt siyasetinin aldığı oy oranlarına bakıp matematik sosyolojisi yapan pek çok yazı okuduk. Ne var ki Kürt siyasetinde cebir kanunlarının hükmü yok, burada siyaset sosyolojisinin kanunları geçer. Peşinen altını çizmekte fayda var, bu makale bir aritmetik tefsiri değil, bir eleştiri davetiyesi. Tam da Fanon’un dediği gibi, “ileri gitmekten bahsediyorum, zaten eleştirel bir değerlendirme ortaya koyarken gereken de budur, ileri gitmek”!  Şu da var ki biraz da Achebe romanlarının tesiriyle epeydir aile içi albümümüze dair eleştiri dilime fren takmanın iyi olabileceğini düşünmekteyim. Romanlarında sıkça bir Afrika atasözünü hatırlatır usta romancı: “eğer bir tavuk kümesine çakal dadanmışsa, bu durumda yapılacak ilk iş tavukları suçlamak olamaz”dı. Haklıydı Achebe, halen de öyle. Ne var ki sadece Achebe değil; sözlü gelenek ustası annem de haklıydı, bazı istisnai zamanlarda şunu söyler örneğin: “ez qise nekim, derdê min qise dike”.  

Kürt siyasetini tartışmak hem zor hem kolay. Zor çünkü bir sürü bedel ortadayken söylenecek şeylerin “umut ilkesi”ne sıkılmış bir kurşun olarak görülmesi olası. Kolay çünkü zaten şelalenin akıntısına bırakıyorsun kendini, üstelik ayartıcı devlet teşviki de işin bonusu.

Bu tartışmayı yürütmenin diğer bir güçlüğü ise “Kürt olan her şeyi etkisiz hale getirme meraklısı” bir totaliter devlet huşunetinin varlığı. Haliyle bu yazı onlarca yöneticisi ve yüzlerce üyesi tutuklu olan bir parti gerçeği akıl tutularak okunmalı. Bu sebeple yazının teorik ruhu akıl verme üzerine değil, birlikte düşünme üzerine kurulu. 

Önce birkaç tespit eşliğinde seçim sürecinde yaşadığımız bir dizi ilke projeksiyon tutmalı: yakın dönem Kürt siyaset tarihi ilk kez Öcalan olmaksızın bir seçim geçirdi. Kürt siyaseti ilk kez lidersiz bir seçim süreci yaşadı. İlk kez bir seçim kampanyasında Kürtlerin statüsü, Kürdistan meselesi ve Kürtçenin eğitim dili olması konuşulmadı. İlk defa Kürtlerin seçimi gündemsiz, siyasetsiz ve hatta anti siyaset sekanslarına sahne oldu. Ne ki bütün bu Kürtsüz, Kürtlüksüz seçim gündemine dışarıdan şehadet eden biri kolaylıkla Kürt meselesinin fiilen bittiğini düşünebilirdi. Partinin birkaç genç vekilinin hassaten Kürtçeyle kurdukları hamiyetli bağ olmasa seçim lafazanlıkları çekilir gibi değildi. 

Sonda söylenecek şeyi başa almak evladır, bazen: Bu seçimin sarahatten gösterdiği üzere legal Kürt siyasetinin üzerinde yürüdüğü yol bitti. Öncelikle bu gerçekle yüzleşmekte fayda var. Eğer vaziyet buysa, evvelemirde teorik hattın yapısökümü düşünülmeli. Peşinden ise örgütsel, sınıfsal, siyasal anlam haritasının elden geçirilmesi buna eşlik etmeli. Sandık aritmetiği gösteriyor ki Kürt siyaseti, organik çekirdek kitlesinin sınır boylarına kadar geri çekilmiş durumda. Bundan gerisi bıçak, kemik, omurga üçlemesi.

Siyasetin Yeniden İcadı Mümkün Mü?   

Bir kere bu manzaraya kuş bakışı bakıldığında özyönetim süreçlerinde yaşanılanlara vurgu yapmaksızın olan biteni açıklamanın maddi bir karşılığı yok. Şüphe yok ki özyönetim süreçlerinin kanlı bir şekilde bastırılması Kürt halkının hissiyatında onarılması zor bir travma yarattı. Bu sürecin faili meçhul bırakılması, siyaseten özeleştiri yapılmaksızın yola devam edilmesi travmayı her daim canlı kılıyor. Ve daha önemlisi sırf bu sebeple Ranciere’rin deyişiyle, “siyaseti yeniden icat etmek” imkansız hale geliyor. Nitekim seçim sürecinde siyaset o denli icat edilmesi imkansız bir hale büründü ki, parti fiilen Kürt meselesi yokmuş gibi bir faaliyet yürütmek durumunda kaldı.  

Bununla birlikte partinin teorik trabzanı niteliğindeki şu tartışmayı daha fazla erteleme imkanı bulunmuyor. Radikal demokrasi stratejisi arıza veriyor, işlemiyor. Laclau-Mouffe bu kuramı ortaya attıklarında, üzerinde mücadele buyurdukları rejim zemini ile burasının rejim zemini kıyas dahi kabul etmez. Keynesçi refah devletinin, çoğulcu, liberal Avrupa demokrasilerinin hükümferma olduğu bir siyasal-toplumsal zeminden hareket eden Radikal Demokrasi savunucularının neredeyse biricik muhatabı öyle ya da böyle demokratik rejimlerdi. Kabul edelim ki Kürt siyasetinin üzerinde mücadele ettiği rejim zemini; ne liberal, ne burjuva, ne demokratik. Yeni faşizm unsurlarınca tahkim edilmiş bir etnik demokrasi, yani Türk’ün demokrasisi ortadayken radikal demokrasi kuramının bununla mücadele etmesini beklemek gerçekçi değil. 

Özetle “demokrasiye el koymayla işe başlayan bir rejim olarak totalitarizmin iş başında olduğu bir evrende “demokrasinin radikalleştirilmesinin” bir anlamı yok. Demokratik rejimlere karşı kurgulanan ve soft  ağlarla işleyen örgütlenme stratejisi rejim totaliter bir evrene girdiğinde işlemiyor, bu kadar net. Sonuç itibariyle bazı yazarların tartıştığı üzere İsveç gibi çoğulcu demokrasinin beşiği olan liberal demokrasilerde patlak veren Husby isyanı gibi durumlarda bile radikal demokrasi teorisinin rüştünü kanıtlayamadığı ortadayken, totaliter rejimlerde radikal demokrasinin işlevsel olabileceğini beklemek muhal.

Alternatif Hegemonya Kurulabilir Mi?    

Geçen seçimlere kadar her ne kadar içinde negatif siyasetin unsurlarını barındırsa da HDP’nin temsil ettiği karşı hegemonya “iyi yaşam” perspektifine dayanan sivil, barışçı ve demokratik bir ilkeler bütünüydü. Bu şekilde parti kitlelere ahlâki ve entelektüel önderlik yaparak umut verdi. Ama ne Türkiye 1 Haziran Türkiye’si, ne HDP o dönemki parti, ne de Kürtler o dönemki halk. Bütün devlet organiğinin muhafazakâr-faşizan yeni bir hegemonya temelinde güç birliği yaparak tarihsel Kürt karşıtı koalisyonu oluşturduğu ortadayken, bu realiteyi görüp karşı hegemonyanın ilkelerini buna göre yeniden oluşturmak ve mümkünse kadın bir aday üzerinden yeni bir siyaset örgütlemek varken anti siyasetin çıkmaz yolu tercih edildi. 

Ezilen Kürt siyasetinin tarihsel jeneolojisi bilindiği üzere burjuvazi-proleterya, sömürgeci-yerli, beyaz-siyah antagonizmasını ihtiva eden eski bir maniheist ilkeye yaslanır. Bütün bu siyaset felsefesinin ezeli karşıtlıklarının şahsa indirgenmesi, ezilenin siyasetinin şahsa özgülenmesi, alternatif hegemonya inşa etmenin bütün imkanlarını alt üst etti. Kürt siyaseti bir süredir zaten orta sınıf siyasetine gömüldüğü oranda ideolojinin geri çekilmesi, şahıs odaklı siyasetin öne çıkarılmasının kısırlığını yaşıyordu. Tam da bu ortamda realize edilen “Erdoğan mı, Kılıçdaroğlu mu ikilemi” bir ezilen siyaset anlatısı olamaz, olmamalıydı. Ulusal mücadelenin ya da ezilen sınıfların tarihsel tecrübelerinde görülmeyecek denli şahsileştirilmiş bir siyaset örneğiyle karşılaştığımız ortada. Oysa ulusal kurtuluş mücadeleleri tarihi, apartheid rejimlerine karşı örgütlenen direniş epiğidir; haklı dahi olsa şahıslara duyulan kinin lirizmi değildir. Son on yıllık Kürt siyaseti şahsa özgülenmiş bir direniş gramerinin içinden konuşuyor, böyle olduğu sürece rejimin anti Kürt nizamı görünmez oluyor. Mustafa Kemal dönemini istisna kabul edersek, uzun Kürt siyaseti tarihinde hiç bu kadar şahsa indirgenen bir siyaset felsefesi örneği görülemez. 

Bu kolayca geçiştirilecek bir şey değil. Karşı hegemonya inşa etmenin yolu şahsa özgülenmiş bir siyaset değildir. Faşizm tarihinden aşina olduğumuz üzere rejimin temsiliyeti bir şahısla müsemma haline geldiğinde bile, sistem karşıtı hareketlerin muhatabı öyle ya da böyle mütehakkim rejimlerdir, sınıfsal saldırganlıktır, örgütlenen para-militarizmdir.  

“Vatan yahut Silistre”nin Silistresi Olmak

Mamafih Kürt siyasetinin işi kolonyal bir evrenin siyasal şablonunun içinden efendi seçmek değildir, olamaz. Ezilenlerin siyasal felsefe geleneği “efendilerden efendi seçmeyi” baştan red eden kati bir ahlak prensibi üzerine inşa edilmiştir. Başka sebepler bir tarafa, tek başına Anayasanın 66. maddesi dahi cariyken, “Erdoğan gitsin, Kılıçdaroğlu gelsin” siyasetini örgütlemek yeni bir efendi seçmekten öteye geçemezdi. 68 kuşağı öğrenci hareketlerinin devrimci mücadelesinin anonim seyrine bile bakıp, bu hareketin yeni bir efendi arayışı olduğunu savlayan Lacan; Kürt siyasetinin İttihatçılarla, Kemalistler arasındaki tercih şıkkına kilitlendiğini görseydi kim bilir neler söyleyecekti! Tekrar etmek pahasına yenilemekte fayda var, Kürt siyasetinin işi efendilerden efendi sipariş etmek değildir. Efendi siyasetinin iptalidir, efendinin mutlak reddidir. Türk demokrasisinin efendisini seçmek, en fazla hangisi bize daha az dayak atabilir sendromu ile açıklanabilirdi ancak.

Bir çoğumuz bu iki seçenek arasında tercih yapmayı, bir sıhhat nefes gerekçesi ile dışa vurdu. Bu elbette ilk bakışta kabul edilebilir bir akıl yürütme. Nitekim yüz küsür sene önce benzer şekilde A.Rahman Bedirxan ve ekürileri de Abdülhamit’e karşı çıkıp İttihatçılara mecburi meyletmeyi istibdat molası olarak açıklıyorlardı. Mutlak istibdattan çıkış için bu türden siyasal pragmatizm anlaşılabilir bir tutum olsa da, sonradan bunun sonuçlarının çok daha yıkıcı olabileceğini İttihatçılar göstermişti bize. Abdülhamit’in istibdadına karşı İttihatçılara meyleden seleflerimizden alacağımız ders şu olmalıydı: eğer senin nefes borun başkasının uzanabileceği bir mesafedeyse gerçekte nefes almış olmuyorsun.       

Nitekim hassaten de ikinci turda Türk siyaseti toptan bir şekilde, blok halinde Kürtlere karşı “Vatan Yahut Silistre”yi oynadı. Öyleyse Kürt siyasetinin işi, kendisine karşı formatlanan “Vatan Yahut Silistre” siyasetini gördükten sonra, her ne sebeple olursa olsun İslam beyin peşine takılan Zekiye hanım misali olmamalıydı, hele Vatan Yahut Silistre’nin Silistre’si hiç olmamalıydı. Geçerli sebebi her ne olursa olsun bu durumun bir çeşit ezilen sendromunu imlediği açık. Dolayısıyla egemen siyasete başkan seçmek; “sen başkan olamazsın”, “ama sen olabilirsin” yaklaşımı ezilen patolojisini akla getiriyor. Bu bir ölçüde Fanon’un lüzümsuz kölelik dediği şeyi andırıyor. 

Öte yandan Kemalist felsefeye eklemlenmek karşı hegemonya örgütlemek anlamına gelmediği gibi faşizme karşı mücadele tarihi içine de kolayca oturtulamaz. Zira “faşizme hayır demek”, öbür “muhtemel faşizme” göz kırpmak değildir. Daha önceki seçimlerde parti muğlak dahi olsa Frankfurt okuluna selamla “iyi yaşam”ı kurmayı vazeden bir karşı hegemonyanın içinden konuşuyordu. Bu seçimlerde ise karşı hegemonya tesisi rafa kaldırılıp faşizmin ipinin çekilmesi gayilesi ön plana çıktı. Ne var ki faşizme karşı omuz omuza felsefesinin ciddi bir feragatle realize edildiği de herhalde açık. Her ne kadar partinin siyaset alfabesi içinde, kıymeti felsefi düzeyde pek anlaşılamazsa da üçüncü yol teorisi mühim bir tavırdı. Ne var ki bir oldu-bittiye getirilerek üçüncü yol teorisi ikinci yola eklemlendi. Peki ama neden? Ve o halde kaçınılmaz sorular: Üçüncü yol teorisi faşizmle mücadeleyi mümkün kılamıyor muydu? Değilse neden üçüncü yol teorisi ikinci yola iltihak etti? Özetle faşizme karşı mücadelenin, özellikle de ikinci turda ayyuka çıkan başka bir faşizm görüntüsüne meylederek verilemeyeceğini de etüd etmiş bulunduk. 

Kral Lear’den Golyadkin Çıkarmak

Cevaplar her ne olursa olsun karar alıcıların öngörüsüne bakıldığında üçüncü yol teorisinin iş görmediği ve bundan dolayı ikinci yola iltihak edildiği açık. Peki ama ne uğruna, ne için? Bizim de menüde olduğumuz, bahar konseptli açık büfe sofra vaadi nasıl bizi ikna etti? Besmele niyetine andımızla işe başlayan, bize kayyım adı altında sömürge valilerini reva gören ve bütün vaadi güncellenmiş Kemalizmden öteye geçmeyen bir siyasete neden iltica edildi? Galiba en çok da bu süreçte Dostoyevski’nin Öteki’sini okumalıyız. Başkalarınca kurulmuş kolonyal bir sofraya, sofra bezi olmanın da, bu sofradan hiçbir şey talep edilmediği halde dışarıda bırakılmış olmanın da bizi Golyadkin misali benlik bölünmeleriyle baş başa bıraktığı ortada.  

Öbür yandan süreç bir ölçüde genç Fanon ile hocası arasındaki faşizme karşı mücadele deneyimini andırıyor. 1944 yılında Naziler, Fransa’yı işgal ettiğinde Fanon, bu saldırının siyah-beyaz ayrımı olmaksızın herkesi etkileyeceğini, bu sebeple ayrım yapılmaksızın herkesin buna karşı mücadele etmesi gerektiğini imliyordu. Lise hocası (Cesaire) ise başka bir fikirdeydi ve bu savaşın Avrupa içi bir mücadele olduğunu, bu haliyle kendilerini ilgilendirmediğini belirterek ona karşı çıkmıştı. Savaşa katılan Fanon, göğsünden yaralanıp, Fransız devletinin bronz madalyasına layık görülmüştü. Ne var ki savaşta uğradığı ırkçı tacizler hocasını haklı çıkarmıştı, nitekim ailesine yazdığı mektupta Fanon “eğer savaşta ölürsem asla iyi bir neden için öldü demeyin” diyerek nedamet getirmişti. Şu halde bütün bu sembolizmi Kürt siyasetine uyarlarsak, Türklük içi iktidar mücadelesinde taraf olan Kürt siyasetinin ciddi yara aldığı ve üstelik madalya alması bir tarafa, bertaraf edildiği ortada. Ve faşizmle mücadele kipinde Kemalist siyasete iltihak kararı verenler; Fanon’un aksine sahih bir özeleştiri vermediği gibi çileci ve iyi bir ideal için bu kararı aldıklarını beyan ederek taltif bekliyor.

Aslında faşizme karşı mücadele filminin kısa metrajını Kemalist asrı saadetinde görüp deneyimlemiştik. Kemalizmin faşizan uygulamalarının başladığı dönemlerde kurulan Terrakiperver Cumhuriyet Fırkası o dönemde sahici muhalefet için bir seçenek olarak lanse ediliyordu. Tıpkı şimdilerdeki gibi bir kısım Kürdün gözü de bu yeni oluşumdaydı. Ne var ki alternatif olarak öne sürülen bu partinin Elazığ şubesi yetkilisinin, ırkçı rejime karşı mücadele eden Şeyh Said askerlerine ilk kurşunu sıktığını hatırlamak tarihsel deneyim açısından alınması gerekli bir ders olarak hafızamızda duruyor.         

Kürt siyasetinin başta Kemalist siyasete iltihak olmak üzere, birlikte yürümekte zorlandığı ittifak manzumesinde Kral Lear misali hibe-sever bir politika izlemesi ayrıca dikkat çekiciydi. Nitekim çoğu kişi ortaya çıkan moral bozucu neticeyi ittifak siyasetinin iyi yönetilememesine bağlıyor.  Ne var ki yaşanan yapısal sorunlar ayanken, ittifak siyasetinin pejmürdeliği üzerinden olan biteni açıklamak gerçek sorunlarla yüzleşmeyi ertelemek dışında bir işe yaramıyor. Gerçek şu ki gemimiz su alıyor, başkasını gemiden atmak veya bizden olmayanın neden gemide olduğunu sorgulamak bizi batmaktan kurtarmaz. Bununla birlikte istisnaları saklı kalmak kaydıyla Türkiye’de solun örgütsel/ideolojik genetiği Talat Paşanın bir Ermeni gazetesine verdiği demeçte saklı hala: “Biz devlet sosyalizmi yapmalıyız”. Gerekirse yaparlardı, gerekmedi. Bunun yerine devletin solunu inşa ettiler, ezilenin direnişini “kamulaştırmak” için.  

Başta andığım söz konusu yazımda Radikal demokrasi kadar belki de daha fazla radikal özgürlük teorilerini yeniden işbaşına çağırmak elzem diye yazmıştım. Geldiğimiz aşamada özgürlük kaybına uğramanın maliyeti herhalde daha iyi müşahede ediliyordur. Kabul etmek gerekir ki demokrasiyi demokratikleştirmek veya demokrasiyi radikalleştirmek Avrupa içi bir meseledir. Benzer bir şekilde Türkün demokrasisini demokratikleştirmek bu haliyle Türklük içi bir meseledir. Kaldı ki bütün seçim süreçlerine damga vuran amiller anti demokratik ilkeler düzeneğiydi. Görüldü ki demokrasi meselesi Türk halkının baskın çoğunluğunun gündeminde bile değil.  O halde egemen bir halkı, kolonyal bir merkezi demokratikleştirmek Kürtlerin neden “birincil ve varoluşsal görevi” olarak vazediliyor. Ve dahi görüldüğü üzere Türklerin kahir ekseriyeti, etnik demokrasisinden taviz verilmesini beka meselesi olarak görürken bu mümkün mü? Öyleyse Ankara’nın demokratikleşmesini istemeyen Türkleri ne yapacağız, cebri yollarla insanları veya kitleleri demokratikleştirmek olası mı? Türkiye’nin demokratik pedagogu neden Kürtler olsun; Kürt Jacotot’lar özgürleşmek dururken, felsefenin elmasını neden efendilerine verip onların eğitimini üstlensin ki! 

Kürtlük: Ölü Bir Suyun Donuk Lekesi

Beri yandan Türkiyelileşme politikasının uygulanma biçimiyle Kürtleri kemirmeye başladığı da ortada. Kürtlerin haklarının eksiksiz iadesi karşılığında, muhtevası eşitlikçi bir şekilde ikmal edilmesi gereken “Türkiyelileşme perspektifi” barış döneminin enstrümanı olarak iş görebilirdi. Ne var ki şu haliyle bile ne devlet ne de baskın Türk çoğunluğu Türkiyelileşme politikasıyla ilgileniyor. Geldiğimiz aşamada muhtevası eşitlikçi bir teoriyle ikmal edilmeyen bu politikanın, bir çeşit rıza bumerangı olarak büyük şehirlerdeki Kürt kitlesini vurmaya başladığını görmek gerekiyor. Daha açık konuşmak gerekirse bu siyasal proje şu haliyle self asimilasyon görüntüsü veriyor. Keza bu kavrama eşlik eden “halklar” kavramı bütün çoklu iyi niyetine rağmen Kürt veya Kürtlüğün üstünü örten bir şal işlevini görüyor. Bu bahiste olup bitenler ister istemez Memmi’nin Fanon eleştirilerini getiriyor akla. Şöyle diyordu bir keresinde; “yanlış anlamaya dayanan bir evrenselcilik ve evrensel insan adına siyahiliğin kibirli şekilde reddi”.   

Türkiyelileşme teorisi bir bakıma Bhabha’nın “beyaz değil tam değil” teorisini andırıyor. Kavram dolaşıma girdiği haliyle, ideolojik Kürtlüğün iptali üzerine temellendiği ölçüde “Türk değil, tam değil” veya karşı muhayyilede “Kürt değil, tam değil” gibi bir zihin tikine alan açmış durumda. Bunun kaçınılmaz yan etkisi ise siyahlık bilincinin kaybına yataklık etmesi. Evet, Türkiyelileşme odaklı demokratikleşme stratejisi Kürtlerin siyahlık bilincini gerileten bir ethosa sebebiyet veriyor. Ankara’yı taşralaştırmak gerekirken, siyahlık, kolonyal ezilmişlik taşralaşıyor. Bundan sebep ezilen Kürtlük tasavvuru donuk bir taşra nostaljisine dönüşüyor. Oysa belki tam da Cesaire’in bir şiirinde bahsettiği yaratıcı imgeyi hatırlamalıyız: “benim zenciliğim ölü bir suyun donuk lekesi değildir”. Tarihsel bağlamda çifte ezilen Kürtlüğün “ölü bir suyun donuk lekesi” olmaktan çıkarılması önümüzdeki dönem için yenilenmenin zemini olarak düşünülebilir. 

Siyahlık bilincimizin kaybı bizi ne beyaz yaptı ne de muhatap. Ne var ki parti karar alıcılarının karar alma süreçlerinin ise ilginç bir şekilde beyaz merkeze çalıp Ankara’lılaştığı  ise inkar edilemez bir gerçek. Daha çok Ankara’laşan Kürt siyaseti bizleri muhatap görmediği gibi bize yürüyen oy muamelesi yapıyor. Oysa Kürt siyaseti tarihsel olarak esasen en az iki ezilen kategorisinin sorunlarının yurdu olarak bilinir: “sömürge sorunu ve proleterya sorunu”. An itibariyle siyahlık bilincinin zayıflamasının iki doğrudan sonucu var karşımızda. Parti siyaseti, ne ekmeği hatırladı ne de özgürlüğü gündemleştirdi. Siyahlık bilinci geri çekilirken “seçmen bilinci” refere ediliyor. Chatterjee’nin Mağdurların Siyasetinde bahsettiği yerin kıyısındayız; özgür yurttaş değiliz, “nüfus siyaseti”yiz, nüfuz kitlesiyiz.  

Peki ama Kürt siyasetine iliştirilmiş siyahlık bilinci alerjisi neye dayanıyor? Said’in Fanon’a atıfla önümüze koyduğu “milliyetçi bilincin tuzakları” tespiti asal bir sebep olabilir görünüyor. Evet, elbette Fanon “zenci misyonundan”, “siyah güzeldir” terkipli Negritude kuşağının özcü felsefesinden rahatsızdı. Bir tık öteye giderek ulusal bağımsızlığı gerekli görse bile yetersiz görüyordu ve dahi milliyetçiliği bir geçiş ideolojisi olarak kodluyordu. Ne var ki bütün bunları tartışırken iki şeyi kuvvetlice akılda tutmakta fayda var. Fanon bunları red etmiyordu, ‘gerekli ama yetersiz, lazım ama geçici’ görüyordu. Bunların toplamında ise siyah bilincini red etmek şöyle dursun, yereli evrensele bağlayarak tahkim etmeye çalışıyordu. Dekolonizasyon için ulusal bilinci olmazsa olmaz görüyordu. Ve dahi bütün bunları tayin eden bir “saat ayarı” da bütün bu teorik gerilime eşlik ediyordu. Tam da bu sebeple Cesaire’e Fransa ile koşulsuz entegrasyon meselesinde ve kültür bakanı Malraux’u Martinik’te neşeyle ağırlamasına öfke duyuyordu. 

Siyahlık bilincine konulan mesafe Kürtlerin özgürlük ve eşitlik arayışını askıda bırakıyor. Bütün bu siyah bilinç alerjisi Kürt siyasetini ezilenlerin siyasetinden uzaklaştırıp, mağdurların siyasetine yaklaştırdı. Velhasıl Kürtlerin meclis siyaseti tükenmişlik alarmı veriyor. Bugün artık bu siyaseti ne ulusal mücadele ne de sınıfsal mücadele olarak yorumlamak mümkün. Geldiğimiz noktada kaçınılmaz olarak şu soruyu sormamız gerekiyor. Kürt siyaseti sistem karşıtı bir hareket mi, sistem içi muhalif hareket mi? Şu son seçim diyalektiği artık buna dair fikir veriyor. Kürt siyaseti zaten epey bir süredir filikaya binip sistemin merkezine yolculuk yapıyordu, yolculuk kıyıya varmak üzere. Kabul etmesi belki zor gelebilir ama bu haliyle Kürt siyaseti, dikenleri olmakla birlikte sistemin muhalif partisi görünümü veriyor. En azından legal siyaset için herhalde şunu ileri sürebiliriz; Gramsci’nin İtalya, Guha’nın Hindistan için söylediği şey akla geliyor. Kürt siyasetinin direksiyonuna oturtulan orta sınıf siyaseti Kürtlerin sömürgecilik karşıtı siyasetini hiç olmadığı kadar pasif devrim teorisine yaklaştırdı. Hint burjuvazisi hiç değilse bağımsız bir ülke karşılığında, hareketi pasif devrime götürürken, bize ise Goethe’nin Faust’ta dediği üzere “fedakarlık, hep fedakarlık” düştü, düşüyor.

Şu haliyle Kürt siyaseti Gurnah romanı görüntüsü veriyor. Muhtevasında aynı anda mücadele var, sistemin merkezine demir atmak var, elini masaya vuramayan karakterler var, halkına tepeden bakan, süpürgemi göstersem seçilir diyen var, egemen milliyetçilerden daha çok egemen ülkenin menfaatini düşünen var, Mandela’nın posterini dekor olarak kullanan var, Türkçeye sınırsız iltihak var, şahsi hikaye var. Peki ne yok? Değişim yok, ulusal statü talebi yok, masaya tekme atmak yok, Mazlum Doğan gibi herhangi birisini ikna etmek için haftalarca dışarıda yatmak zorunda kalan yok, Kürtçeyi mukavemet üssü yapmak yok, ulusal bir mücadele hikayesi yok. Kürt siyasetinin muhtevası epey zamandır post kolonyal senkretizmle, anti kolonyal mücadele arasında bir yarılma yaşıyor. Şimdilik devrim fikrinden arınmış, tutkusuz, şahsileştirilmiş, halkına buğulu bakan ve hizipler arası mücadele görüntüsü veren post kolonyal siyaset kazanmış görünüyor.

Hülasa  

Epigrafa alınan Halide Edip’in Zeyno’nun Oğlu romanında geçen yüz yıl önceki sahne şaşırtıcı derecede şimdiyi andırıyor. Romanda söz konusu epiraftaki diyalogda geçen soruyu Kemalist genç komutan, Diyarbakır’da bir Kürt çocuğuna sormuştu. Çocuğu olmayan genç subay familyası bir Kürt çocuktan kendilerini sevmesini, eşi İstanbul’lu Zeyno’ya evlat olmasını istemişti. Bu sahne bütün hümanist tınıya rağmen kolonyal bir muhavereydi. Mütehakkim baba adayı kumandan, Haso’dan çocuğu olmasını istiyordu. Zeyno’yu fikir annesi, kendisini de fikir babası olarak kabul etmesini diliyordu, ama biyolojik anneyi reddetmeksizin. Kürt çocuğu Haso, tıpkı şimdilerin Kürt siyaseti gibi sorgusuz sualsiz, hesapsız kitapsız kollarını Zeyno’nun boynuna atarak “sen de anam ol” diyebilmişti.    

Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken neredeyse her şeyiyle elim bir tekerrür hali yaşıyoruz. Cumhuriyet kurulurken her ne durumdaysak yine aynı durumdayız. Dağılmışlık, parçalanmışlık ve ne yapacağını bilememe hali her yanımızı sarmış durumda. Ne var ki o zaman bir avuç kimsenin özgürlük hayalleri vardı, şimdiyse geniş bir kitlenin böyle bir hayali var. Her şeye rağmen Kürt siyasetinin düştüğü yerden kalkmasını bilen bir geleneği var. 

Netice itibariyle andığım makalede Kürt siyasetinin bir tür “fetret devrine” girme semptomları gösterdiğini iddia etmiştim. Bugün artık o nokta geçildi. Gerileme alametleri yeterince belirgin olsa da, bu kan kaybı önlenemez değil.  

Şu açık ki Kürt siyaseti bu haliyle devam edemez, belki de daha fazla gecikmeden Haso’nun biyolojik annesi olan Zeyno’ya yüzünü dönmesi gerekiyor. Diğer bir ifadeyle değişim gelip kapıya dayandı. Hülasa Öcalan bir keresinde sol teorilerin, anarşizmle yıkanması gibi bir öneriden bahsetmişti. Bu analojiden hareketle Kürt siyasetinin de artık ön yıkamadan geçirilmesi elzem görünüyor, ama yenilenmiş, sivil, anti kolonyal bir felsefeyle. Özgürlük için, geç olmadan. 

İlginizi Çekebilir

Putin, Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması’nı feshetti
Putin, Guterres, Biden, Stoltenberg, Macron, Von der Leyen ve Scholz’dan Erdoğan’a seçim tebriği

Öne Çıkanlar