Kendi yüzümü gördüm senin yüzünde
Kendi sesimi duydum senin dudağında
Muhyiddin Arabi
İkinci Dünya Savaşı bitince Avrupa’dan, özellikle Almanya ve İtalya’dan geriye yıkılmış insanlar, kimsesiz kalmış çocuklar, yıkıntı mekanlar kaldı. Çünkü savaş zamanı yönetenler, yönetilenlere hiçbir şekilde acımamıştı. Ve savaşın doğasında insan hayatına değer vermek yoktu, onu basit görmek vardı.
Avrupa sineması ise savaş sonrası bu yıkılmışlığa ve kimsesizliğe sessiz kalmadı. Bu yıkıntıların arasından İtalya’da Yeni Gerçekçi Sinema doğdu. Bisiklet Hırsızları’nda yaşamak için bisiklet çalmak zorunda olan işsizler, Roma Açık Şehir’de ölmemek için ekmek yağmasına çıkan şehir halkı, Almanya Sıfır Yılı’nda sadece patates ve yağ alabilmek için yaşayan yoksullar göründü. Hepsinde yaşamaya mahkum olmak vardı.
Onlar aslında kaderlerine terk edilen kimsesizlerdi. Ülkeleri Sıfır Yılı’nı gören, bellekleri ve mekanları, o an enkazdan ibaret olan insanlardı. Neyse ki bir görenleri duyanları, gösterenleri duyuranları olan sinemaları vardı. Hiç olmazsa sinema sahip çıkıyordu kimsesizliklerine.
Küçük yaşta yoksul ailesinin yükünü sırtlamaya çalışan Edmund (Almanya Sıfır Yılı) ya da ebeveynleri tarafından dışlanan ve Paris sokaklarında yaşayan Antoine (400 Darbe) gibi çocuklar intihar ettiklerinde, buna şahitlik yapıp anlatan filmler vardı. “Adları Edmund ve Antoine olan iki çocuk öldü!”
Fakat bir zaman sonra o kimsesizler, dünyanın en güçlü, üretken ve yaratıcı kimselerine dönüştüler. Her şeye rağmen birbirlerine, tarihlerine, filmlerine, geleceklerine değer vermeyi sürdürdüler.
Bir başka diyarda ise her daim savaş varmış gibi sıradanlaşmıştı kimsesizlik ve yoksulluk. Herhangi bir hafızaya, kültüre, farklı istemlere gerek yok gibiydi. Öyle ki, yönetilen kimsesizlere asırlarca ve nesiller boyu reaya, tebaa gibi yığıntı isimler verdi yönetenler. Tıpkı Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’ndeki o sözü edilenler gibi: Bir yığın insan ama gene de bir kimsesizlik var!
Yönetenler de illa ki devşirme kimliksizleriyle gerçek kimsesizler olduklarını unutmuşlar. Uzunca bir tarih boyunca gerçek olmayan isimlerinin önüne bir de halklarından uzaklaştırılmış paşalı beyli şeyhli ünvanlar takılmış bu yöneten kimsesizlerden, yoksul kimsesizleri anlamaları, onlara sahip çıkmaları beklenir miydi? Hele de son yüz yıldır kapitalist kefereliğin dayanılmaz hafifliğini öğrendiklerinden beri… Şimdilerin kapitalist devşirmeleri oluverdiler.
Milyonlarca kimsesiz ise reaya, tebaa, kapıkulu olarak adlandırılmaya ve öyle kalmaya alıştı. İyi zamanda varlık vergisini, kötü zamanda yokluk vergisini hep verdi. Buna alışamayanlar ise soluğu ya sürgünde ya hapiste ya da mezarda aldı. Aidiyetin, sahiplenmenin tarifini unutan milyon kimsesizin görmeyi bilmeyen gözleri önünde gittiler. Geriye “yaralııı, ben öksüz, ben yetimmm, vur gitsin beni” deyip kimsesizlik üstüne ağıt yakan sesler kaldı. Hem de devşirme sesler…
Bir zaman diliminde sinema bu kimsesizlere, kendi hikayelerini anlatmak isterken sonunda kimsesiz kaldı. Ömer Lütfi’siz, Yılmaz Güney’siz; sonra da gitgide kapısız, ışıksız…
Şimdi o filmler sanki hiç çekilmemiş, onlara bir şey anlatmamış gibi yaşıyor bizim kimsesizler. Hafızasına baksan görsel, sözsel izler silinip gitmiş, tarih virane olmuş. Yine de en garibanı onlar. Otur dersen oturur, kalk dersen kalkar. Vur ensesine, al lokmasını. Nasıl olsa kimsesizdir. Beli o kadar büküktür ki, kafasını kaldırıp yukarıya bakmaya bedeni izin vermez. Nefes alıp yaşayabilsin, yeter.
Bizim kimsesizler için asırlık uykudan uyanmanın zamanı geldi de geçiyor. Yoksulluğun, yok olmanın çanları onlar için çalıyor çünkü. Ölmeden mezara konulmanın çağını yaşıyorlar çünkü. Yeni filmin adı ise, Türkiye Sıfır Yılı…
Bu filmi izlerken ne dil sessiz kalmalı, ne kalp dilsiz. Hiç olmazsa kendi zamanına yakından tanıklık edebilmenin ve bunu etraflıca kaydetmenin bir yolunu bulabilirlerse, her şeyi yeni nesile aktarabilmiş olurlar. Böylece yeni nesil ve yaşanılan coğrafya için kimsesizlikten kurtulmanın yolu da açılabilir.
Sinema biraz da bunun için yok mu?
Kimsesizlerin kimsesi…