Bundan tam 76 yıl önce, 28 Temmuz 1943 tarihinde ve tan vaktinde; Van ili Özalp ilçesine bağlı Koçkıran köyünün İran sınırıyla bitişik Sefo Deresi’nde 33 yoksul Kürt köylüsü elleri arkadan bağlanmış ve yere diz çöktürülmüş olarak kurşuna dizildi.
O gün, sabahın ilk saatlerinde kurşuna dizilen yalnızca 33 Kürt köylüsü değildi.
33 candı, 33 umut, 33 sevda, 33 özlem; 33 insan…
Kurşuna dizilenler arasında yürüyemeyecek kadar yaşlılar, bıyıkları yeni terlemiş delikanlılar, nişanlılar, yeni evli olanlar vardı.
Sorgusuz-sualsiz ve suçsuz-günahsız yere kurşuna dizilen bu insanlara son istekleri, ve son sözleri dahi sorulmadı.
Onların son sözleri duaları, yakarışları ve haykırışlarıydı. O sesler de Türk askerinin yeri göğü inleten kurşun sesleri yüzünden duyulmadı.
O gün orada katledilen yoksul köylülerin sesini infazcı askerlerden başka duyan olmadı.
Büyük ozan Ahmed Arif’in dediği gibi; ‘O gün orada ölümü acımasız uyguladılar/ mavi dağ dumanını/ ve uyur-uyanık seher yelini/ kanlara buladılar…‘
Dediğim gibi Türk askerinin kurşuna dizdiği 33 yoksul Kürt köylüsü hakkında verilmiş bir mahkeme kararı yoktu. Kurşuna dizilmelerine yol açacak herhangi bir suçları da yoktu. –
Tek suçları (!) Kürt olmaktı.
Bu nedenle onları kurşuna dizen devlet katliama gülünç gerekçeler hazırladı. Yalan beyanlara ve sahte belgelere dayalı uyduruk raporlar yazdı.
Bu uyduruk raporlardan biri de TC Başbakanlık Makamı’nın 21 Mayıs 1951 tarihli tezkeresiydi.
Buna göre; bu köylüler sınırdaki gizli geçitleri göstermek amacıyla sınıra götürülmüş ancak, orada ‘kaçmaya teşebbüs etmiş, müfrezenin uyanık davranması üzerine de buna muvaffak olamadan, karşı taraftan açılan ateşle müfrezenin açtığı ateş arasında kalarak kamilen imha’ olmuşlardı.
Oysa bu insanları Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emriyle Van 226 Alay- 2. Tabur Komutanlığı’na bağlı süvari birliği kurşuna dizmişti.
Birliğe sınır taburunda görevli subaylardan Nejdet Bilgez, Bilal Bali ve Durmuş Özbek komuta etmişti.
Ateş emrini bunlar vermiş; köylüler süvari birliğinin makineli tüfek ateşiyle katledilmişlerdi.
Türk devleti planı ve programını önceden yapmış, Kürtleri bile- isteye katletmişti.
Katliam planı Ankara’da çizilmiş, dönemin Cumhurbaşkanı İnönü, ‘Doğu’nun Aslanı’ ilan ettiği Teşkilatı Mahsusa’dan yakın arkadaşı 3’üncü Ordu Komutanı Orgeneral Muğlalı’yı bunun için görevlendirmişti.
Muğlalı’nın katliam için seçilmesi tesadüf değildi elbette. Muğlalı Paşa, Ermeni ve Rum katliamlarını gerçekleştirmiş olan ‘Teşkilat-ı Mahsusa‘ nın önemli bir üyesiydi. Derini – yüzeyiyle devletin ta kendisiydi.
Mustafa Muğlalı, İnönü’den aldığı emrin gereğini yerini getirmek amacıyla önce kendisine bağlı Jitemvari çetesini harekete geçirdi.
Çete bölgede birçok provokatif eyleme girişti. Hırsızlık, soygun, adam kaçırma, cinayet gibi suçlar işledi.
İşlediği suçlardan bazılarını da günahsız köylülere yükledi. Halkın saygı ve sevgisini kazanan köylülere ‘hırsızlık’ iftirası etti.
Sınır köylerinde yaşayan köylüler bu suçlamayla gözaltına alındılar ancak, gözaltına alınır alınmaz da suçlama biçimini değiştirdiler. ‘Hırsızlık‘ suçlamasıyla gözaltına alınan köylülere içeride, ‘Rus Casusu‘ suçlaması yöneltiler!
‘Rus Casusu‘ oldukları gerekçesiyle de ifadeleri dahi alınmadan hepsini sorgusuz –sualsiz kurşuna dizdiler…
Bugün bu katliamın üzerinden tam 76 yıl geçti.
Katliamın amacı Kürt halkına gözdağı vermekti.
Kürtlere seslerini çıkarmamaları için belli aralıklarla gözdağı vermek, halkın sevdiği ve saydığı insanları asarak ya da kurşuna dizerek katlettmek Kürt coğrafyasında devletin ‘milli siyaseti’ydi…
Muğlalı bu gerçeği yargılandığı mahkemede açıkça itiraf etmekten çekinmedi.
Devletin Kürtleri sistemli olarak imha etmesi gerektiğini belirtti ve büyük bir pişkinlikle, ‘Kürtlere normal ölçüler ve devlet anlayışı içinde yaklaşmak mümkün değildir‘ dedi.
33 Kurşun Katliamı CHP’nin eseriydi. Günümüze uyarlarsak CHP’nin Roboski’siydi.
Ne var ki CHP Piran, Zilan ve Dersim katliamlarında olduğu gibi bu katliamla da yüzleşmedi. Yüzleşmek bir yana katillerine kol kanat germeye devam etti.
Bundan 8 yıl önce Van‘a giden CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu kurban bayramını köylüleri kurşuna dizen karakolda geçirdi.
Karakoldan birkaç kilometre ötedeki Sefo Deresi’ne ise gitmedi. CHP lideri katliamı ve kendilerinden bir mezar bile esirgenen acılı insanları görmezden geldi.
Oysa oraya gidebilir, derenin ailelere açılmasına öncülük edebilir, katliamdan ötürü özür dileyebilirdi ama, yapmadı. Kılıçdaroğlu bu erdemi ve yürekliliği göstermedi.
33 Kurşun katliamının işlendiği Sefo Deresi 70 yıldır ‘yasak saha‘ kapsamında.
Acılı aileler bu nedenle oraya gidemiyor, orada bir mezar yapamıyor, yakınlarının ruhuna bir dua edemiyor.
Devlet bu kadarına bile izin vermiyor.
Türk devleti sorgusuz-sualsiz ve suçsuz -günahsız yere topluca katlettiği Kürtlerin bir mezarı olsun istemiyor.
Öte yandan ama, Piran’dan Zilan’a, Dersim’den, Kasaplar Deresi’ne toplu mezarlar ülkesine çevirdiği Kürdistan da kanamaya devam ediyor.
Kanlı derelerden insan çığlıkları, vicdan ve adalet haykırışları yükseliyor…
Acıları ortaklaştırmadan geleceği ortaklaştırmanın mümkün olamayacağı bilindiği halde Türk devleti ve siyaseti katliamların üzerine yatmaya; gerçekler karşısında üç maymunları oynamaya devam ediyor.
Ama nereye kadar…?