20 Mart Cumartesi günü; insanın içini ısıtan aydınlık bir bahar sabahı, erkenden kalkıyor, Düsseldorf Havaalanı’na gidiyorum. Kaç gündür gözüme dirhem uyku girmemesine rağmen kendimi son derece dinç ve iyi hissediyorum. 9 aydır pandemi, bürokratik engeller ve ‘güvenlik’ gerekçesiyle Rojava’ya gidememiş olmanın yarattığı hüznü, öfkeyi ve kırgınlığı şimdi bir kenara bırakıyorum…
Erkenden geldiğim havaalanında doğruca biniş kartı almaya gidiyorum. Şalterin açılmasına daha zaman var ancak şimdiden dört sıra halinde uzun kuyruklar oluşmuş durumda. Almanya’da yaşayan güneyli Kürtler Newroz tatili için Kürdistan’a gidiyor. Bayramlık elbiselerini giymiş bazı yolcular alanda Newroz coşkusunun hissedilmesine ve renkli görüntülerin yaşanmasına neden oluyor…
Şalterler tam vaktinde açılıyor ancak işlemler de uzadıkça uzuyor. Zira her yolcunun önünde birkaç iri bavuldan oluşan bagajı var. Bagajlar açılıyor, kapanıyor, eşyalar birinden diğerine aktarılıyor, yolcular arasında bagaj değiş-tokuşları yaşanıyor ve dolayısıyla bekleme süresi uzuyor.
Ne ki benim bu kez bagajım yok. Benim bu kez acıdan başka bir yüküm yok…
Soluğu Ankawa’da alıyorum
Kartımı alıyor, pasaport kontrolünden geçiyor, uçağın kalkmasını bekliyorum. Uçak yarım saat rötar yapıyor, bu süre bana yarım asır gibi geliyor.
Pandemide ilk defa uçacağım. Yolculuk kurallarını haftalar öncesinden ezberlemişim ama her adımda yeniden hatırlatıyor görevliler. Bazı Almanlar yabancılara kuralları hatırlatmaktan özel zevk alıyor. Uzattıkça uzatıyor, bayacak şekilde tekrar edip duruyorlar.
Neyse ki sonuçta uçak pistten teker kesiyor ve bir yaprak gibi havalanıyor. Yolculuk beş saat sürüyor. Uçuş boyunca maskeyi çıkaramadığım için zaman zaman zorlanıyorum; astım nedeniyle gögüs kafesimde kesik kesik sızılar hissediyorum ama korktuğum başıma gelmiyor; Erbil’e sorunsuz bir şekilde iniyorum.
Erbil’de yeniden test kuyruğuna giriyoruz. Geçerli korona testimiz var ancak burada da yapmak gerekiyor. Testi yapıyor, vize bölümüne gidiyor, görevliden bir ay vize alıyor, pasaport kontrolünden geçiyor, dışarı çıkıyorum…
Dışarıda Hüseyin (Kaytan) bekliyor. Maskesine rağmen onu tanımam zor olmuyor. Doğrudan ona gidiyorum, neden sonra o da beni fark ediyor, yaklaşıyor ve sarılıyoruz…
Hüseyin’le en son 24 yıl önce görüşmüştük. MED TV’de yöneticilik yaptığı dönemde birlikteydik. O 1997 yılında ülkeye gitti ve gidiş o gidiş. Aradan neredeyse çeyrek asır geçmiş ve biz ilk kez şimdi görüşüyoruz. Hüseyin hiç değişmemiş. Sanki dün ayrılmışız gibi aynı ve hep olduğu gibi de iyi görünüyor. Yaşadığı çalkantılı yıllar onu pek etkilememiş. Sözcüklerin efendisi Hüseyin, güçlü kelimeleri onu ayakta tutuyor; Kürtlerin yaşayan en iyi şairlerinden…
Havaalanından doğruca Ankawa’ya gidiyoruz. My Hana adında nezih bir mekana oturuyoruz. Bir büyük rakı açıyoruz ve konuşmamaya özen göstererek, oyuncak kelimelerle durumu idare etmeye çalışıyoruz. İkimiz de 24 yıl sonra gelen bu karşılaşmayı kanatmaktan kaçınıyoruz. Yaralarımızı birbirimize açmak yerine sessizlik ve suskunluk iklimine asıyoruz. Konuşmayı erteliyor, sessiz çığlıkları doldurduğumuz kadehleri birbiri ardına deviriyoruz…
Sonra Hüseyin beni otele bırakıyor. Ertesi gün de birlikte Şaklava’ya; Newroz pikniğine gidiyoruz. Hüseyin’den geleceğimi duymuş aralarında Leyla’nın arkadaşların da olduğu bir grubun daveti üzerine dağlara gidiyoruz. Orada çok güzel insanlarla tanışıyorum. Şaklava sırtlarında güzel bir gün geçiriyor, akşama Erbil’e geri dönüyoruz.
Kürt diplomatlarla ufuk turu yapıyoruz
Bir gün sonra sevgili Ruken (Turhallı) ve eşi Turan’a misafir oluyoruz. O akşam da dostlar bizi yalnız bırakmıyor. Yeni arkadaşlar tanıyor, sohbet ediyoruz. Daha çok Leyla’yı konuşmak istiyorum, onunla birlikte kalmış, Leyla’nın hayatına dokunduğu insanların anılarını dinlemek, kaydetmek istiyorum. Leyla’nın dağda geçen 27 yılının değil bir yılı, bir saati bile kaybolmasın istiyorum. Herkese ulaşmak, herkesi can kulağıyla dinlemek istiyorum…
Rojava’ya gitmeden bir gün önce de KNK Hewler Temsilcisi Abdulhadi ile Rojava Özerk Yönetimi’nin Hewler temsilcisi Alan ile görüşüyorum. Genç yaşta iki Kürt diplomatı ile uzun ve koyu bir sohbete dalıyoruz. Rojavalı diplomatların ufukları geniş ve benim açımdan oldukça yararlı bir görüşme oluyor. Daha gitmeden Rojava hakkında onlardan çok şey öğreniyorum.
Bu arada Erbil’de, PKK ile KDP arasında ‘dost arabulucuların’ katkısıyla ‘alt düzeyde görüşmelerin başladığı’’ bilgisini de ediniyorum. Bunun gerçekliği, görüşmelerin seyri ve sonuçları konusunda Rojava’da daha sağlıklı bilgi edinmeyi umuyorum…
Eski zaman masalları yolculuğumuza eşlik ediyor
Çarşamba sabah erkenden Hüseyin ile birlikte Peş Habur’a doğru yola çıkıyoruz. Hüseyin uykuda kalmış, zor uyandırmışım, suratından düşen bin parça. Böyledir benim arkadaşım, kimseyle yapamaz, çoğu zaman kendisiyle bile yapamaz. Okumak, yazmak ve bir de aşık olmak dışında hayatta onu mutlu eden bir şey yok. Bunlar da her zaman mümkün olmadığı için bu abdal, bu derviş ruhlu arkadaşımın iniş- çıkışlarına katlanmam(!) gerektiğinin farkındayım…
Sonra Hüseyin kendine geliyor, açılıyor. Önce Fuat arkadaş ile ilgili anılarından başlıyor. Çocukluk yıllarından, gençlik çağlarından ve dağlardan anılarını özlemle, hüzünle, kederle ve yer yer de öfkeyle anlatıyor.
Sonra Leyla’yı ilk ve son ne zaman gördüğünden söz ediyor. Sonra acı Hüseyin’in sesini kesiyor. Susuyor ama suskunluk hiçbir yere sığmıyor. İkimiz de daraldığımızı hissediyoruz…
Yol uzun, üç saatten fazla sürüyor. Suskunlukta bir süre kaybolan Hüseyin, bu sefer masal anlatmaya başlıyor. Eski zaman masalları ve iyi geliyor. Ben masal anlatmayı beceremem ve ayrıca ezber masal da bilmem. Ama o an benim de aklıma bir masal geliyor; ‘ben de sana bir masal anlatayım’ diyorum. Bağdat’ta geçen bir eski zaman masalı anlatıyorum. Masallar bize Peş Habur’a kadar eşlik ediyor.
Başur’dan Rojava’ya açılan tek resmi kapı olan Peş Habur’dayız artık. Semalka karşıda. Arada Habur çayı var. Bağırsan duyulur, el sallasan görünür yakınlıkta. Kürdistan’ın bu iki parçası arasında pasaportsuz seyahat mümkün değil. Sadece pasaportsuz da değil, karşıdan izin almak, bu taraftam da vize almak gerekiyor. Kürtler Başur’u ve Rojava’yı birbirinden ayıran Habur çayından kimlikle geçeceklerine, ağır bir bürokratik mevzuata maruz kalarak Kürdistan’ın trajik parçalanmasının faturasını burada da ödemeye devam ediyorlar.
Ben de bir süre mevzuata takılıyorum. Alman veya Avrupa vatandaşı olsalar da Kuzey Kürdistan doğumluların Rojava’ya geçişlerine izin verilmiyor. Özel iznim var ama buna rağmen ilk başlarda sorun yaşıyorum. Doğrusu buraya kadar gelmişken geri dönmeyi düşünemiyorum. Sonunda sağolsunlar dostların yardımları sayesinde bu engeli kısa sürede aşıyor, öğlen saatlerinde Rojava’ya ayak basıyorum.
Leyla’nın yarısı Şilan
Semalka’da beni ilk Şilan karşılıyor. Bana doğru gelirken aramızdan acı bir rüzgar esiyor. Önce acıyı kucaklıyoruz, sonra sarılıyoruz. Kendimi Şilan’ın bir kuğununki gibi ince, narin boynuna bırakıyorum. Kaç gündür içimde tutmaya çalıştığım ne varsa döküyorum. Bu kez elimi tutan bir Leyla yok, bu kez onun sesi duymak mümkün olmuyor ve bu bana çok ağır geliyor.
Şilan benim için Leyla yarısı. Leyla’nın yarısı Şilan, yarısı Beritan benim için. Leyla’nın bu kadim arkadaşlarının varlığından güç alıyor, direnmeye, dayanmaya çalışıyorum. Şilan’a yaslanarak ayağa kalkıyorum. Leyla ile aynı yıllarda mücadeleye katılmış kuzenim de gelmiş. Göz göze geliyoruz ama konuşmuyoruz. Fark ediyorum ki Leyla’nın acısı onu da çökertmiş. Karşılamaya gelenlerin arasında Rojin de var. Rojin, Leyla’nın son 3 yılını birlikte geçirdiği genç bir yoldaşı. Aynı zamanda Leyla’nın bize mirası…
Hep birlikte yönetim odasına geçiyoruz. Orada eski bir tanıdık ile karşılaşıyorum. Gazi bir heval, zaman zaman kendisine Avrupa’dan ortopedik çoraplar götürürdüm. Benim için çok değerli bir insandı ve şimdi Semalka’dan sorumlu. Onunla bir çay içtikten sonra yola koyuluyoruz. Bir an önce varmam gereken yere varmak için acele ediyorum. Şimdi burada çok gecikirsem Leyla beni eleştirir hissine kapılıyorum. Şilan, ‘önce eve gidelim, biraz dinlen, sonra Leyla’ya gidelim’ dese de ilk olarak Leyla’ya gidiyoruz.
Özgürlüğün bedelini en iyi mezarlıklar anlatıyor
Semalka’dan doğruca Şehit Xebat Derik mezarlığına doğru yola çıkıyoruz. Bir saat sonra da mezarlığın kapısından içeri giriyoruz. Mezarlığa ismini veren Xebat Derik, YPG’nin kurucusu bir komutan. Kaderin garip cilvesi burayı ‘şehitlik ‘için de kendisi seçiyor. Bu bölgede Alişer adında bir bilgenin kümbeti bulunuyor. Komutan Xebat bölgeyi gezerken, ‘burada bir şehitlik kuralım’ diyor. 2012 yılında burası yapılıyor. Xebat aynı yıl Kamışlo’da bir provokasyon sonucu öldürülüyor ve buraya gömülüyor.
Ondan önce burada sadece Cevdet adında bir özgürlük savaşçısı yatıyor. İkinci mezar Xebat Derik için yapılıyor ve şimdi burada tam bin 11 kişi yatıyor. Herkesin bir ismi ve bir fotoğrafının olduğu mezarlığın sol yanında Cizre, sağ yanından Silopi yükseliyor.
Aradan geçen 9 yılda mezarlığın duvarları iki kez yıkılmış ve mezarlık iki kez genişletilmiş. Sonradan fark ettim ki Rojava aynı zamanda bir ‘’mezarlıklar ülkesi.’’ Her şehirde binlerce özgürlük savaşçısının bulunduğu kocaman mezarlıklar kurulmuş. Savaşın ağır sonucunu, Rojava’nın ödediği bedeli en etkili bu mezarlıklar anlatıyor.
Rojava’da şimdiye kadar 13 bine yakın insan hayatını kaybetmiş. 27 bin yaralı var ve bunların 5 bin 700’ü gazi ilan edilmiş. Yani vücudunun bir parçasını kaybetmiş tam 5 bin 700 insan var ve bunların 400 kadarının durumu da çok ağır.
Ne var ki IŞİD’le savaşta bu bedeli ödeyen insanlar şimdi yalnız bırakılmış. Ne Koalisyon güçleri ne de Avrupa Birliği ülkeleri bu ağır yaralı gazileri alıyor. Konuyla ilgili bana bilgi veren Gaziler Komitesi’nden bir arkadaşın anlattığına göre şimdiye kadar sadece Fransa 15-20 kişi alacağını söylemiş ama bugüne kadar da almamış. ‘’Hayati tehlikesi olanları tedavi amaçlı göndermek istiyoruz ama hiçbir ülke bu insanları almıyor’ diyor yetkili.
Acımasız ve ahlaksız siyasetiyle dünya işte böyle dönüyor. Sen gel bütün insanlığı tehdit eden IŞİD terör örgütüyle savaş, insanlığı büyük bir beladan kurtar, sonra da kendi başının çaresine bakmak zorunda kal. Bu insanların ‘uygar dünya’ tarafından yalnız bırakılmaları üzerine aslında söylenecek ve yapılacak çok şey var. En azından sabah akşam bu ahlaksızlığı onların suratlarına çarpmak, sürekli teşhir etmek gerekiyor…
Kesilmiş kalbimizden ömürler kanıyor
Leyla ile iki soluk arasındaydı uzaklığımız. Ondan ayrı kaldığım her an onun soluğunu ve asi rüzgarlara savurduğu saçlarının kokusunu hep hissetmiştim. Birbirimizden çok uzakta ama çok da yakın yaşamıştık. Cemal Süreya bir şiirinde, ‘’Saçları uzun kadınları çok sevin azizim, Her telinde bir şiir yatar o saçların.’’ demişti. Ne yazık ki sevmek, çok sevmek Leyla’yı yaşatmaya yetmemişti. Onun ‘her telinde bir şiir yatan saçları’ şimdi toprağın yüreğini sarıyor…
Senelerdir ölülere isim veren ve artık yorulmuş görünen bu mezarlıkta adım adım ona doğru gidiyorum. İçimde büyüyen ölüm sessizliğinin beni boğduğunu hissediyorum. Ruhumun sisleri arasından Leyla’nın bana seslendiğini duyuyorum…Soluğum kesiliyor, hıçkırıyorum…
Akşama doğru mezarlıktan ayrılıyoruz. Leyla hep Van Gölü kıyısında bir mezarı olsun istemişti. Ahtamar adasının tam karşısında…Tamara ile buluşmayı ve birlikte uyumayı bana vasiyet etmişti. ‘’Üzerime dalga sesleri kapansın’’ demişti…
Burası onun uğruna hayatını verdiği ülkesi, burası onun korumak için mücadele ettiği evi ve burada hayatına anlam katan arkadaşlarının arasında huzurla uyuyor ama koşullar oluştuğunda onun vasiyetini, yoluna kuşlar dizerek, yoluna çiçekler sererek yerine getirmek görevi de önümüzde duruyor…
Gelecek yazı:
Qereçox Dağı ve Rimelan çiçekçisi
Ronahi TV’ye ziyaret
Foza Yusif, Mazlum Kobani, Aldar Halil ile görüşme
Kürt siyasi öncüleriyle görüşme
Rojava’ya genel bakış…