İzleyenler biliyordur; Hamas’ın İsrail’e saldırdığı 7 Ekim’in bir milat olduğunu, Ortadoğu’da bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı yeni bir dönemin başladığını söylemiş, savaşın bölgeye yayılacağını ve mevcut güç dengelerinin köklü biçiminde değişeceğini belirtmiş, böylece bölgenin yeniden dizayn edileceğini iddia etmiştim…
Aslında bunu söylemek pek bi marifet gerektirmiyordu. Ayrıca gidişatı öngörebilmek için kahin olmak da gerekmiyordu. Aksine Ortadoğu’da ne olduğu ve nelerin olacağı çıplak gözle bile görülüyordu. Bunun için sadece şablonlardan kurtulmak ve gerçeğe direnmek yerine gerçeği kabul etmek gerekiyordu.
Zira Hamas’ın çapının çok üstünde ve sonuçlarını kestirmekten aciz bir biçimde İsrail’e saldırması, bini aşkın insanı öldürerek, yüzlercesini de esir alarak ağır darbe vurması akıl alır gibi değildi. Hamas, İsrail’in karizmasını yerle bir etmiş, güvenlik eksenli güçlü devlet algısını yıkmış, neredeyse felç etmişti.
Akıl alır gibi değildi ancak gerçekti ve bu yeni bir dönem demekti. Aradan geçen bu bir yılda Hamas’ın bu saldırıyı niçin ve kimin adına yaptığına ve nasıl başardığına ilişkin sayısız görüş ileri sürüldü, bir sürü süpeklasyon yapıldı ama işin bu yanı aydınlatılmadı. İsrail gafil mi avlanmıştı yoksa göz mü yummuştu; kamuoyunun bunun ayrıntılarını bilmesi mümkün olmadı. Hamas’ı harekete geçiren etkenlerin ve İsrail’in içine düştüğü acizliğin üzerindeki sis perdesi kaldırılmadı.
İşin bu yanı karanlıkta kaldı. Uzun süre karanlıkta kalacak gibi de görünüyor. Çünkü Hamas adına bu kararı alanların ve uygulayanların neredeyse tamamına yakını artık hayatta değil. Hamas yenildi ve denklem dışına itildi.
Öte yandan Hamas’ın İsrail’e saldırdığı 7 Ekim’in ertesi günü İsrail Cumhurbaşkanı, Başbakanı, ordu komutanı, istihbarat yetkilileri hep bir ağızdan İran’ı suçladılar. Saldırının arkasında İran’ın olduğunu söylediler ve İran’la savaş ekseninde ‘’Ortadoğu’da her şeyin değişeceği’’ yeni bir döneme girildiğinin mesajını verdiler.
O günden bu yana da bölgede İran’la ve vekil güçleriyle süren bir çatışma yaşanıyor. Gerçi İran, içeriden saldırıya uğramasına ve Haniye’nin Devrim Muhafızları karargahında vurulmasına, Cumhurbaşkanı Reisi’nin şaibeli bir biçimde ortadan kaldırılmasına rağmen İsrail’e ciddi bir karşılık vermeyi ve açıktan savaşa girmeyi göze alamadı. Bunun yerine vekillerini kullandı. Vekilleri için utanç verici hayal kırıklıkları yaratsada on yılların yatırımına dayanan bu güçleri bir süre daha kullanacağı anlaşılıyor.
Devrim Muhafızları Ordusu komutanının, Hizbullah lideri Nasrallah’ın öldürülmesinin ardından yaptığı, ‘’Hizbullah ile birlikte Kudus’ü kurtaracağız’’ açıklaması ile dini lider Hamaney’in yaptığı, ‘’ Direniş ekseni Hizbullah öncülüğünde mücadeleyi sürdürecek’’ açıklaması, İran süreci vekillerle götürmeye çalışacağına işaret ediyor.
İran onlarca yıldır beslediği, büyüttüğü, bugünlere getirdiği vekil güçlerini son ferdine kadar kullanmayı sürdürecektir ve bu da bir İran geleneğidir. Fakat İran için sonun yaklaşmakta olduğu görülüyor. İran ya teslim alınacak (İran’ın bir yıllık pratiği bunun mümkün olabileceğini gösteriyor) ya da yeni Cumhurbaşkanı Pezekşiyan’ın da itiraf ettiği gibi parçalanacak…Netanyahu, bugün İranlılara ‘’İran’ın özgürleşmesi çok yakın’’ diye seslenirken aslında bu gerçekten hareket ediyor.
Artık İran için; Hamas, Hizbullah, Esad, Haşdi Şabi ve Husiler için bir çıkış yolu, bu halleriyle bir gelecek görünmüyor. Elbette İran’ın etkisizleşmesi, vekillerinin tasfiyesi çok kolay olmayacak ve ayrıca bu hedef İsrail’in boyunu aşıyor. İsrail’in gücünün buna yetmeyeceği biliniyor. Ancak zaten İsrail 7 Ekim’den bu yana kendi başına bir şey yapmıyor. Ne yapıyorsa Amerika, İngiltere, Almanya gibi küresel güçlerin ve Arap ülkelerinin desteğiyle, arkasındaki büyük güçlerle birlikte yapıyor. Bölgeyi de yeni küresel sistem doğrultusunda zaten Amerika- İngiltere ikilisi yapılandırılıyor. (İngilizler 100 yıl önce Fransa ile yaptıklarını bugün Amerika ile yapıyor. Ortadoğu, ABD-İngiltere’nin çıkarları ekseninde yeniden yapılandırıyor ve yeni küresel dengenin odağı haline getiriliyor.)
İsrail ise bu güçlerin ‘koçbaşı’ olarak yolu açıyor. (Elbette bu süreçte korkunç insanlık dramları da yaşanıyor. İsrail’in sivilleri özellikle hedef alması, onları vahşice vurması vicdanları yaralıyor ve bu elbette kabul edilemez. İsrail’in sivillere yönelik saldırıları insanlık suçudur fakat, yazının konusu bu değil.)
Demek istediğim; Ortadoğu’nun 7 Ekim sonrası içine girdiği yeni dönemde İran şu ya da bu biçimde bölgesel düzlemdeki etki gücü önemli ölçüde yitirecektir. Süreç de zaten bu yönde ilerlemektedir. Güç dengeleri daha şimdiden İran aleyhine değişmiştir ve bu daha da derinleşecektir.
İran’dan sonra sıranın bölgesel gericiliğin merkez üssü Türkiye’ye gelmesi kaçınılmazdır. Kaldı ki Türkiye de başından beri bunun farkındadır. Türk devlet aklının Hamas’a ‘Kuvayı Milliye’ misyonu biçmesi, destek vermesi, Hizbullah’a sahip çıkması, Haşdi Şabi’yi Ankara’da ağırlaması, Esad’la anlaşmak için yalvar-yakar olması, Irak’ta (Güney Kürdistan) Suriye’de (Rojava) Kürtlere dönük saldırılarını arttırması, işgal alanlarını yayması; içerdeki ve dışarıdaki Kürtleri baskılarken, Kürt karşıtı bölgesel paktlar kurmaya çalışması, Amerika ile rekabet halindeki Çin’in, savaş içindeki Rusya’nın durmadan kapısını çalması, kendisini korumaya alacak anlaşmalar peşinde koşması, silahlanması vs. hepsi bunun içindir.
Ancak İran için olduğu kadar Türkiye için de yolun sonu görünmektedir. Türkiye’nin de bu haliyle yola devam etmesi mümkün değildir. İran içeride marjinalleşmiş, rejim halklar nezdindeki meşruiyetini yitirmiştir ve sona doğru gitmektedir. Benzer durum Türkiye için de geçerlidir. İran gibi Türkiye de içeride ve dışarıda sıfırı tüketmiştir ve iflasın eşiğindedir.
Ancak, Türkiye de tıpkı İran gibi açıktan savaşa girmekten kaçınıyor, Erdoğan da Hamaney gibi sahtekarlık yapıyor, kaçak dövüşüyor ve o da zamana oynuyor. Türkiye de İran gibi bu yolla sonuç alamayacağını gördüğü an çark edecektir. Ki Türkiye şimdiden çark edeceğinin mesajını veriyor. Türk devlet aklının Batı’ya şantaj ve dayatmaları bir süre daha devam edecektir ancak onun da Batı ile savaşmak gibi bir derdi, böyle bir niyeti yoktur. Türkiye’nin İran’dan bir farkı da Batı’ya olan bağımlılığı ve derin ilişkileridir.
Türkiye’nin meselesi aslında pay meselesidir. Türkiye bölgenin yeniden yapılanmasında gücünün üstünde bir pay istemektedir. Ayrıca Kürt meselesinde dayatmalarının Amerika tarafından kabul edilmesini beklemektedir. Türkiye bu amaçları doğrultusunda sadece Hamas’ı, Hizbullah’ı, IŞİD artığı çeteleri değil, İran’ı ve başarabilirse Esad’ı da kullanacaktır. İran ile arasındaki tarihsel rekabet günümüzde şiddetlense de Batı’yla son ana kadar İran pazarlığı da yapacaktır. İşe yaramadığını gördüğü ve riskin büyüdüğünü anladığı an keskin bir dönüş yapacaktır. (Dolayısıyla Türkiye’de iç siyasi dengeler de buna bağlı olarak bir kez daha değişecektir ve bir askeri darbe dahil birçok seçenek gündeme gelecektir.)
Uzatmayayım; Hamas’ın İsrail’e saldırarak Ortadoğu’yu ateşe atmasının bir projenin, politik bir konseptin sonucu olduğu bugün daha net anlaşılıyor. Fakat İran veya Türkiye’nin birlikte veya ayrı ayrı peşinden koştukları bu proje (ler) ne olursa olsun, karşı tarafın da ; İsrail ve arkasındaki Amerika’nın da bir projesinin olduğu ve bunun için uzun süredir hazırlık yaptıkları da artık net bir şekilde anlaşılıyor. Biden yönetimin bu konuda ustalıklı bir siyaset izlediğini gidişatın kendisi gösteriyor.
Şimdi bölgede bölgesel gericiliğin ve küresel güçlerin projelerinin çatıştığı bir kanlı süreç yaşanıyor. Elbette filler tepişirken çimenlerin ezilmesi misali olan arada kalan bölge halklarına oluyor ve bu anlamda Kürtlerin daha bir dikkatli, daha bir temkinli olmaları gerekiyor.
Şöyle ki; İran, Türkiye, Irak, Suriye gibi Kürdistan’ı bölen ve işgal eden devletlerin projelerinde, geleceğe ilişkin konseptlerinde Kürtlere insanca ve özgürce yaşam hakkı, Kürdistan’a bir yer, bir statü verme anlayışı yoktur. Aksine Kürtleri yeniden karanlığa gömmek, katliamlardan geçirmek onların temel hedefi olarak öne çıkıyor.
Fakat Amerika-İngiltere ikilisi ve müttefiklerinin Ortadoğu yeniden yapılandırılırken Kürtlere bir yer açmak, bir statü vermek istedikleri biliniyor. İsrail’in güvenliği kadar, Hindistan’dan Avrupa’ya uzanan enerji koridorunun güvenliği için de ve Ortadoğu’nun küresel sisteme entegrasyonu açısından da buna ihtiyaç duyuluyor. Bu anlamda yeni dönemde Kürtlerin bir yerinin olması ihtimali yüksek görünüyor. Bunu en iyi gören de sömürgeci ülkelerdir ve bunlara öncülük eden Türkiye’dir.
Türkiye, Kürtlerin varlığı ve özgürlüğünü kendisi açısından bir ‘beka sorunu’ olarak görüyor ve Kürtlere bir yer, bir statü verilmesini engellemek için canhıraş bir çaba harcıyor. Bu uğurda her yol ve yönetimi de kullanıyor. Hamas’a bunun için kol kanat geriyor ve ‘Kuvayı Milliye’ payesi veriyor. Hizbullah’ın arkasında bunun için duruyor. Esad’la Rojava’daki özerk yönetimi ortadan kaldırmak için anlaşmanın yollarını arıyor. Irak’ta Kürt hareketini tasfiye etmek için Haşdi Şabi’yi Ankara’da misafir ediyor.
Dolayısıyla bölgesel saflaşmada Haniye’nin, Nasrallah’ın, Hamaney’in ve Esad’ın yanında durmak Erdoğan’ın yanında olmak, onun Kürt karşıtı politikasını onaylamak anlamına geliyor…
Aslında Kürtlerin kahir ekseriyetinin bunun farkında oldukları anlaşılıyor, farkında olmayanların da fark edecekleri günler yaklaşıyor…