Türkiye’nin Arap Baharı’nın çökmesinin ardından içeride ve bölgesinde başlattığı güvenlik odaklı sert ve agresif politikasını 2020 ile birlikte yeni bir aşamaya taşıdığı gözleniyor.
2016’dan bu yana bir yandan içeride yeni bir rejim inşa etmeye çalışan, diğer yandan ise Ortadoğu’da güç savaşına girişen Türkiye, ağırlaşan sorunlarına, yaşanan insanlık dramlarına, siyasi, ekonomik ve ahlaki olarak dibe vurmasına karşın bu politikasında ısrar ediyor.
AKP+MHP iktidar bloğu devletin içeride etkinliğini, bölgede nüfuzunu arttırmaya dönük ‘milli strateji’’ uygulamak için yıllardır bir ‘’seferberlik’’ yürütüyor ve iç-dış bütün gelişmeleri, memleketin bütün meselelerini bu temel stratejiye bağlı olarak ele alıyor.
İktidar bloğu bu yolda ‘her şey mübahtır’ anlayışıyla hareket ediyor ve meşru- gayrimeşru her yol ve yöntemi kullanmaktan geri durmuyor.
Kendini hiçbir kaide, kurala ve ahlaki norma bağlı hissetmiyor. Bu yüzden içeriden ve dışarıdan yükselen tepkilere, taleplere ve serzenişlere kulak asmıyor.
Çok sıkıştığı zaman ‘Beka sorunu’ yaşadığını ve ulusal güvenliğine yönelik tehditlere karşı ‘’İkinci bir Kurtuluş Savaşı’’ verdiğini söylüyor. Bu söylemin korkularının esiri olmuş Türkiye toplumunda bir karşılığı olduğu için, iktidar sürekli bunu kullanıyor.
Türk devleti kendini güvende hissetmediği için toplumun da kendisini güvende hissetmesine izin vermiyor ve içeriyi diken üzerinde tutarak, saldırgan siyasetini sürdürüyor.
Bölgedeki statükonun çökmüş olması; Irak ile Suriye’nin yaşadığı çözülmenin geri dönülemez bir hal alması, İran meselesinin ufukta yükseliyor olması ve daha bir dizi bölgesel gelişme Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık krizini derinleştirmiş görünüyor.
Türk devleti bu nedenle bütün imkanlarını ve bütün yolları kullanarak bu krizi aşmaya çalışıyor. Kendini güvenceye alabilmek adına ‘sürekli savaş’ siyaseti eşliğinde içeriyi bastırmaya ve dışarıda (Rojava ve Güney Kürdistan) nüfuz alanları kazanmaya çalışıyor.
Bu durumun bölgede yeni bir yapılanma sağlanıncaya ve uluslararası alanda yeni bir sistem kuruluncaya kadar devam edeceği anlaşılıyor. Dolayısıyla bundan önce Türkiye’de bir ‘normalleşme’ ya da ‘demokratikleşme’ beklememek gerekiyor.
Tabii, o gün geldiğinde; bölgede yeni bir yapılanma, dünyada yeni bir küresel sistem inşa edildiğinde Türkiye arzu ettiği sonucu elde etmiş, güvenlik sorunu başta olmak üzere kriz boyutundaki sorunlarını çözmüş mü olacak, yoksa bu agresif ve saldırgan siyaseti nedeniyle ciddi bir sorun haline gelmiş olduğundan kendisi mi çözülecek; kestirmek zor…
Her iki seçenek de mümkün ve ikisi de zannımca at başı gidiyor. Türkiye kendini savaş, baskı, şiddet ve zulüm üzerinden güvenceye almaya çalıştıkça sorunlarını daha da ağırlaştırıyor ve her adımda bataklığa biraz daha batıyor.
Demokrasi olmadan, özgürlük, refah, adalet, eşitlik olmadan varoluşsal krizler aşılamıyor ama Türkiye de 100 yıldır buna izin vermiyor. Rejim üzerinde yükseldiği inkarcı ve imhacı karakterinden taviz vermiyor.
100 yıl önce ‘’Milli Şef’’e giydirdiği ırkçı, inkarcı ve imhacı karakterini şimdi ‘’Reis’’e giydiriyor…
Öte yandan Türkiye’nin güvenlik odaklı saldırgan ve agresif politikasının odağında Kürtlerin ve Kürdistan’ın yer aldığı biliniyor.
Türkiye’nin düşmanca yürüttüğü savaş siyasetinin ana hedefini Kürtlerin özgürleşmesini ve Ortadoğu’da bir Kürdistan’ın kurulmasını önlemek oluşturuyor.
Türk devleti Kürtleri hayati bir ulusal güvenlik sorunu olarak değerlendiriyor ve kendisine de maliyeti ağır olan savaş yoluyla bunun önüne geçebileceğini düşünüyor.
Ordusunun operasyonel güçlerini Kürdistan’a bunun için kaydırıyor. Kuzey Kürdistan’ı baştan sona bunun için militarize ediyor. Güney Kürdistan’ı Haftanin’den Xaxurk’e, Zaho’dan Süleymaniye’ye kadar dağdan ve ovadan bunun için kuşatıyor.
Bir kısmını işgal ettiği Rojava’ya yönelik saldırılarına bu yüzden devam ediyor. Suriye’ye 50 bin, Irak’a 30 bin asker bunun için gönderiyor.
Kürt ve Kürdistan meselesi yüzünden stratejik kopuş yaşadığı Amerika’yla yeni bağlar kurmaya çalışması, yeniden pazarlık masasına oturması da buradan kaynaklanıyor.
Özcesi; Afrin’den Kerkük’e uzanan coğrafyada uzun soluk bir savaşa girişen ve bunun için bütün imkanlarını seferber eden Türkiye, Kürtlerin geleceğini ele geçirmeye çalışıyor.
Son dönemdeki askeri, siyasi hamleleri korona salgınına rağmen 2020 yılının Türkiye’nin hedefleri ve Kürtlerin özgürlük mücadelesi açısından bir dönüm noktası olacağına işaret ediyor.
Dolayısıyla Kürt dinamiklerini tarihi görevler düşüyor. Kürtlerin bu süreçte birbirleriyle uğraşmaları yerine, dayanışmaları gelecekleri açısından hayati önem arz ediyor…
Türkiye’nin Kürtleri bastırma arzusunun kursağında kalması, derin bir hayal kırıklığı içinde geri dönmesi gerekiyor.
Sadece Kürtlerin özgürlük düşlerinin gerçekleşmesi açısından değil, Türklerin ve bölgede yaşayan herkesin de barış içinde, özgürce yaşaması açısından da bu gerekli ve özgür geleceğin yolu buradan geçiyor…