Barışın içerdiği anlam ve hak temelli mücadeledeki yerinin önemi, bu topraklarda ne yazık ki hâlâ yeterince kavranmış değil. Türk siyasetinin barışa yüklediği “bölücülük” gibi anlamlar ve barış kelimesinin gelişi güzel kullanılması, toplumun bir kesiminde barış konusunda negatif çağrışım yapıyor.
Ancak temel evrensel bir hakkı tanımlayan barış talebini dillendirmekten veya kullanmaktan bu nedenle geri duracak değiliz. Evrensel kabul görmüş bir tanımdan şu veya bu nedenle geri durmak, hak temelli mücadele açısından bir zafiyettir.
Türkiye’de barış isteminin yaygınlaşması ve kitleselleşmesi esas olarak Kürt mücadelesinin gelişmesine paralel oldu. Ancak barış nasıl olur, ne anlama gelir ve barış için nasıl çalışılır konuları bizde çokça bilinir ve toplumsal bilince çıkarılmış değil.
2013- 2015 çözüm sürecinde; sivil toplum örgütleri, siyasi partiler ve akademi dünyası dâhil her kesimde ve alanda ciddi bir “yetersizlik ve bilgisizlik” olduğu ortaya çıktı.
Çözüm sürecinin kısa sürede sonunun gelmesinde, bu durumun da bir katkısının olduğu açık. En azından hazırlıklı ve donanımlı olmamanın getirdiği negatif etkiden söz etmeliyiz.
Çözüm süreci
Hâlbuki ki, son yüz yılda 122 ülkede bizimkine benzer 422 çatışma yaşandı. Bunlarla ilgili değerli bilgi birikimi ve deneyimler mevcut. Her sorunda olduğu gibi, Türkiye’nin özgün koşulları bahane edilerek dünya deneyimlerinden uzak duruldu.
Akademi dünyamız da, sivil toplum kurumları da, siyaset de böyle davrandı. 40 bin insanın yaşamını yitirdiği ülkemizde, 2000’lerin başında bu konuda çalışma yürüten sadece üç özel üniversitede üç özel bölümün varlığı bu durumun bir göstergesi.
Çözüm süreci fırsatı kaçırıldıktan sonra sivil toplum daha yeni yeni bunlarla tanışıyor ve Türkiye’ye taşınıyor. Bu doğrultudaki faaliyetlerin yoğunlaştırılması ihtiyacı, sivil toplum örgütlerine kendini dayatıyor.
Barış istemenin temel bir hak olduğu ve devletlerin de bunu sağlamalarının sorumlulukları olduğu, insanlığın yaşadığı iki büyük savaş sonrası, Birleşmiş Milletler tarafından kayıt altına alınmıştır.
En son 22 Haziran 2017 tarihinde kabul edilen 35/4 No’lu, “Barış hakkının desteklenmesi” başlıklı karar, barışın ne anlama geldiğini tanımlar. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenlere; barış hakkının uluslararası hukukta ne anlama geldiğini, neyi içerdiğini kapsamlı olarak açıklayan, Barış Vakfı tarafından 2018 yılında hazırlanan “Barışın El Kitabı” başlıklı çalışmaya göz atmalarını öneririm.
Dünya örneklerini irdelemek ve incelemek isteyenlere ise, 1975-2011 arasında imzalanmış barış antlaşmalarının analizini yapan, erişime açık Çatışma Verileri Programı‘nı (Uppsala Üniversitesi Uppsala Data Program Conflict) öneririm.
Negatif ve pozitif barış
Uluslararası akademik çevrelerce kabul gören barış, çatışma çözümü çalışan birçok akademisyen var. Bunlardan yaygın olarak bilinenlerden biri Johan Galtung, diğeri ise John P. Lederac’tır.
Her ikisi de barış konusuna, Türkiye’de çok geniş kesimlerin anladığından çok farklı tanımlıyor ve yaklaşıyorlar. Barışın; silahların susmasına, örgütün silah bırakmasına veya çatışmanın son bulmasına indirgenmesinin yanlışlığını her fırsat ve her zeminde anlatırlar.
Galtung barış süreçlerini negatif ve pozitif olarak ikiye ayırır. Negatif barış süreci çatışmanın durması, çatışmasızlığın korunması, bizim sık kullandığımız tabirle parmakların tetikten çekilmesidir.
Pozitif barış ise çatışmanın, savaşın nedenlerinin ortadan kaldırılması, bir anlamda yeni bir toplumsal sözleşmenin/anayasanın yapılması gibi zorlu ve uzun süreçtir.
Bu tanımlama, çatışma çözümü ve barış konularında çalışan uluslararası akademik çevrelerde ve sivil toplum kurumlarında genel olarak kabul edilir ve uygulanır. Çoğu insanımızın sandığı gibi hiçbir yerde, kısa sürede ve düz bir çizgide gerçekleşmiş bir barış süreci örneği yoktur.
Dünya örnekleriyle kıyasladığımızda oldukça kısa süren bir barış arayışı süreci yaşadık, diyalog ve müzakere aşamasında masa devrildi.
Ancak gerek cumhuriyetin yanlış temelde kurulmuş olmasının siyasal toplumsal yükü, gerekse de bölgesel gelişmeler nedeniyle, dünyada benzerine az rastlanır bir biçimde, başladığımız noktanın çok çok gerisine savrulduk.
Türk milliyetçiliği ve siyasal ayrımcılık, siyaset alanının geçerli akçesi ve yaygın kesimleri kapsayan toplumsal bir zehir oldu.
Silahlara veda
Barış talebinin ve mücadelesinin içi doğru bir biçimde doldurulduğunda, toplumsal değişim ve dönüşüm mücadelesi, diyalog ve müzakere sürecinin örülmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle bugün barış ana sorunumuz ve konumuz olmak durumundadır.
Yanlış demokrasi kavrayışı, yaratılan korku rejiminin sonucu beka kaygısının ve ayrımcılığın muhalefet saflarında da paylaşılıyor olması; barış talebinin zayıflamasına, geriye itilmesine yol açtı.
Tam da bu nedenle tek adam rejimi yerine demokratik ve çoğulcu bir cumhuriyet için barış mücadelesi ana eksenlerden biri olmak zorunda.
Bugün yeni bir çözüm sürecine benzer bir şey başlayabilir sorusuna verilebilecek yanıt dünyanı değişik yerlerinde ülkemizde yaşanan süreçlere benzer dönemin yaşandığı ve mümkün olmadığı düşünüldüğü koşullarda örneklerinin olduğuna göre teorik olarak bizde de neden olmasın.
Bunu zorlamak, koşullarını oluşturmak insan olmamızın bir gereği. Çünkü barış mücadelesi yine Johan Galtung ifade ettiği gibi doğrudan, yapısal ve kültürel şiddetin ortadan kalması mücadelesidir.
Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin değişmesini ötekilerle eşit bir yurttaşlığın hayata geçirilmesi ve güvenceye kavuşturulması sürecidir. İşe silahlara veda diyerek başlanmalıdır. Şimdi barış bayrağını yükseltmenin tam zamanı.
Sorunu salt siyasi aktörlere indirgemediğimizde yeni bir barış sürecinin bu zor koşullarda da olsa imkan ve risklerinin olduğu görülecektir. Bunlar geniş ele alınması gereken konular.
Başlıklar
Ancak yazıyı bunları başlıklar halinde belirterek bitirebilirim: “Yeni bir Kürt siyaseti şekilleniyor”, “Şiddetin, çatışmanın çözüm yolu ve sürdürülebilir olmadığı bir kez daha görüldü”, “Güvenlikçi politikaların ağır maliyeti kaldırılamaz boyutlara ulaştı”, “Kürt siyasal radikalleşmesi gerilemeye başladı”, “Çözüm sürecinin kıymeti geniş kesimlerce son beş yılda daha bir anlaşıldı”, “Muhalefetin eski siyasal pozisyonlarında değişim işaretleri” ve “Siyasetin son iki yıldaki çoğulculaşma eğilimi”.
/Bu yazı www.bianet.org sitesinden alınımıştır…/