Kurban bayramının son günü, İstanbul’un Şişli ilçesindeki Hasköy Yahudi Mezarlığında gece yarısı 36 mezarın taşları tahrip edildi.
Birkaç gün önce de Kayseri’de toplu ulaşım aracında annesiyle Çerkezce konuşan bir gence yolculardan birisi “burası Türkiye burada Türkçe var. Kürtçe, Çerkezce ikinci bir dil yok” diye tepki gösterdi.
Bunlar doğal Türk milliyetçiliği ve yükselişi tartışmasını yeniden gündemin ön sıralarına taşıdı. Her zamanki gibi iktidar partisi, olayları münferit damgasıyla geçiştirmeye çalışıyor. Azınlıklara yönelik saldırı gerçeğinin üzerini örtüyor. Millet İttifakından da tek cümle kınama dahi duymadık.
Mezar taşlarının tahrip edilmesinin, yaşları 12-15 arasındaki beş çocuğun marifetiyle gerçekleştirildiği açıklandı. Çerkez gence yönelik müdahale ise bireysel bir tepki olarak kayıtlara geçti. Araçta bulunan diğer yolcular Çerkez gence nefret söyleminde bulunan saldırganı yatıştırmaya çalışmakla yetindiler.
Her iki vaka sonrasında, artık bir Türkiye klasiği halini alan, nefret söyleminin ve ırkçı saldırının bir kez daha toplumsal soğutulmaya bırakılmasını yaşıyoruz. Ölüye saygısızlık, etnik, inançsal azınlıkların yaşam hakkına ve cinsel tercihe müdahale, tahammülsüzlük, dışlanma ve düşmanlaştırma siyaseti. Ölülerle ve mezarlarla adeta “savaşmak” Türkiye tarihinin bir parçası, yeni değil.
Kürt siyasetçi Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un defnedilmesi sırasında ve sonrasında, kısmen devlet destekli yaşanan ırkçı saldırılar hafızalarda tazeliğini koruyor. Mezara, ölüye saldırının toplumsal hafızaya saldırı ve geleceğe yönelik bir tehdit olduğunun üzeri örtülmek isteniyor. Toplumda nefret söylemi ve milliyetçi /ırkçı kirlilik ise diz boyunu aşmış durumda, örtülemiyor.
Milletvekilleri Mecliste; Bingöl, Diyarbakır, Van ve Hakkâri’de (PKK’lilerin şehitlik diye tanımladıkları değil) son beş yıldır halk mezarlıklarındaki mezarların kolluk kuvvetleri eliyle söküldüğünü, kemiklerin mezarlardan çıkarıldığını dile getiriyorlar. Ama bu konuda yetkililere ilettikleri soru önergelerine yanıt alamıyorlar, böyle bir ülkede yaşıyoruz. Bizim ülkemiz, cenazelerin kargoyla gönderilebildiği bir ülke, ne yazık ki.
Bütün bunları ve Suruç katliamında hayatını kaybeden Süleyman Aksu’nun Yüksekova’nın Orman Mahallesi’ndeki mezarının 2016 yılından sonra ona yakın saldırıya uğradığını aklımızın bir kenarında tutarak, bu saldırıların arkasındaki gerçek güdüyü ve gücü konuşmakta, düşünmekte yarar var.
Yakın tarihimizde ölülere eziyet edilmesinin, mezarlara saldırıların 1990’lardaki Kürt savaşı döneminde yaygınlaşmış olması bir tesadüf değildir.
Kürt siyasetçi akademisyen Hişyar Özsoy’un tezindeki mezarsızlık siyaseti ile Achille Mbembe’in Türkçeye ölüm siyaseti olarak çevrilen nekro-politik kavramı üzerinde durmak gerek. Her ikisi de iktidarların ölüme ve ölü bedenlere dair çeşitli tasarrufları olduğunu anlatmaya çalışıyor.
2000’lerde Kürt illerinde çok sayıda toplu mezarın ortaya çıkarılmış olması ve azınlık mezarlıklarına saldırıların gözle görünür bir biçimde artmış olması çok şey anlatıyor.
Demokratik, evrensel değerler ve insancıl hukuk örselendiği ölçüde insanlar çok daha fazla gelecek kaygısı yaşarlar, içe kapanırlar ve korumacı olurlar.
Egemen ve otoriter yönetimlerin siyasal tehdit olarak algıladıkları veya lanse ettikleri her türlü toplumsal, kültürel, siyasal gelişme karşısında milliyetçi söylemler; egemen ulusların, milletlerin, dinlerin azınlıkların varlığını tehdit eden işlev görürler. Milli egemenliğin biricik sahibi ve kaynağı olma arzusu, çoğu zaman ölüye ve mezara saldırı olarak tecelli eder. Bunun açık veya örtük örgütleyicisi, planlayıcısı her zaman devlet mekanizmasının kendisidir. Siyaset, sivil toplum, ideolojik aygıtlar ve kurumlar vasıtasıyla toplumsal, kültürel, sosyal ve siyasal zemin inşa edilir. Bizzat failin kendisinden daha çok, bu mekanizmanın nasıl işlediği önem arz eder.
Burada Türk milliyetçiliği ile karşılaşmak kaçınılmaz. Her türden nefret söylemini gerçekleştiren, farklı olanı, kendinden olmayanı düşmanlaştıran, ayrıştıran egemen milliyetçiliktir. Bunun idraki konusunda yaşananlar, savrulmalar Türkiye’nin önünde tıkaç işlevi gören en büyük siyasal sorundur.
İnkâr, korku ve tedirginlik üzerinde yükselen otoriter ve popülist yönetimler altındaki toplumlarda, bu tür sorunlara ve krizlere düşünsel cevaplar ve siyasal çözümler üretilemiyor.
Toplumda milliyetçi düşüncenin yaygınlaşması ve keskinleşmesine paralel olarak, her türden ırkçı ve nefret saldırıları da yaygınlaşmaktadır. Bu saldırıları gizleme ve gölgeleme çabası, sorunun daha da içinden çıkılmaz bir hal almasına yol açar.
Bugün dış politikada, HDP hariç Türk milliyetçiliğinin Mecliste bulunan bütün partilerin ortak paydası olduğu genel kanaatinin yaygın olduğu bir süreç yaşıyoruz. MHP ve İYİ Parti’nin aldığı oyların toplamı bile bunu doğrulamaya yetmektedir.
Bu genel kanaat, sorunu yeterince anlaşılır kılmaya yetmediği için; Meclis içi, Meclis dışı bütün siyasal çevreler ve akımlarda bir ölçüde bu yükselen trendin negatif etkisi görülüyor.
Türk milliyetçiliğinin yaygınlaşmasında, bütün dinamiklerin hesaba katılması elzem bir durum. Türk milliyetçiliğinin hangi toplumsal siyasal dinamiklerle ilişki kurarak güçlendiğine ve yaygınlaştığına bakmak, takip etmek gerek.
Son dönemde yapılan bir saha araştırmasına katılanların dörtte üçü kendisini milliyetçi olarak tanımlamış. Neredeyse yarısı ise son derece milliyetçi olarak tanımlamış. Aynı katılımcıların yarısına yakın bir kesimi ise başka ülkenin vatandaşı olmayı tercih edebileceğini ifade etmiş.
Türk milliyetçiliği; Kemalist, ulusalcı ve çoğunlukla din aidiyetini büyük ölçüde içine çekerek yaygınlık kazanmayı başardı. Ancak “devletin ve toplumun ideolojisi” olarak siyasal ve toplumsal gelişmelere göre zaman zaman değişim geçirmekte ve kendini yeniden üretmekte. Topluma “devlet severlik” gibi ehlileştirilmiş gösteren yeni ambalajlara sarılmakta, kafaları bulanıklaştırmaktadır.
Ama Türk milliyetçiliği, tüm zamanlarda bir fırsat kapısı olmuştur. Yukarıdaki saha araştırması verileri Türk milliyetçiliğinin gerçek yüzünü yansıtıyor.
Türk milliyetçilerinin mezarlara ve ölülere saldırıları son dönemde bana Walter Benjamin’in “Düşman kazanacak olursa ölüler bile bundan payını alacak” sözünü hatırlatıyor. Bir de “ölüyle savaş hiçbir zaman kazanılamaz, çünkü ölmüştür. Ölüyle savaşanlar ise her zaman ve her yerde er veya geç kaybederler” gerçeğini hatırlıyorum. En büyük kaybedenler ise devletler olur.