Kemal Göktaş: Barışa kapı aralanırken; Sürece dair kuşkular ve olanaklar

Yazarlar

PKK’nin 12. Kongresi’nde alınan fesih ve silahlı mücadeleye son verme kararları, Türkiye’nin son 40 yılına damga vuran en yakıcı sorunlardan birine dair yeni bir sayfa açma ihtimalini gündeme getirdi.

Sürece karşı çıkan siyasetin geniş yelpazesindeki aktörler “Lozan paranoyası” yaşarken kongre kararındaki en önemli hedefi görmezden geldiler. Oysa PKK’nin silah bırakırken “Ortak Vatan – Eşit Yurttaşlık” ilkesi temelinde bir demokratik çözüm perspektifi sunması, bu çıkışın salt bir geri çekilme değil, toplumsal barışa yönelik siyasi bir yönelim olduğuna işaret ediyor.

Silahsızlanma çağrısı ile birlikte örgütsel fesih kararı, Kürt sorununun militarist zeminden siyasal zemine kaydırılması anlamında önemli bir eşik. Elbette bu kararların sahada gerçek bir dönüşüme tekabül edip etmeyeceği, sadece örgütün beyanlarıyla değil, devletin yaklaşımıyla da doğrudan ilişkili olacak.

PKK, kongrede üç temel koşul öne sürdü: Abdullah Öcalan’ın süreci yürütmesi, demokratik siyaset hakkının tanınması ve hukuki güvencelerin sağlanması. Bu talepler herhangi bir barış sürecinde karşılıklı güvenin tesis edilebilmesi için öne sürülebilecek, müzakere edilebilir başlıklar. Özellikle silahlı mücadeleyi sona erdirme yönündeki iradenin açıkça dile getirilmesi, bu talepleri mutlak bir pazarlık unsuru olmaktan çıkarıyor; süreci kolaylaştırıcı adımlar olarak görülebilir kılıyor.

Çatışmaların maliyeti

Kürt meselesi sadece bir “terör” ya da “güvenlik” problemi olarak ele alındığında, hem ekonomik hem siyasal hem de sosyolojik anlamda büyük bir yıkıma yol açtı.

40 yıllık çatışma ortamı, Türkiye ekonomisine kimi tahminlere göre 3 trilyon doları aşan doğrudan ve dolaylı maliyet yükledi. Bu kaynaklar kalkınmaya, eğitime, sağlığa ya da işsizliğe değil, savaş harcamalarına aktarıldı.

Devletin Kürt meselesini bastırma adına hukuk dışı yöntemlere başvurması, Türkiye’de hukuku, yargı bağımsızlığını, ifade özgürlüğünü ve temel hakları sistemli biçimde tahrip etti. Bugün yaşadığımız yargı krizi, muhaliflerin tutuklanması, belediyelere kayyım atanması gibi otoriter pratikler, doğrudan bu çatışmalı zeminin mirası üzerinden inşa edildi.

Yüz binlerce insan yerinden edildi, binlerce köy boşaltıldı. Kürt gençleri, eşit yurttaşlık yerine baskılanmışlık altında büyüdü. Hemen her ailede hapse giren, dağda ölen veya başka şekillerde bedel ödeyenlerin olması Kürtlerin ülkeyle olan bağlarını zayıflattı, güvensizlik aşıladı. Bu travmatik hafıza, sadece Kürtleri değil, Türk toplumunun adalet duygusunu da zedeledi.

Neden kuşku var?

Türkiye’nin mevcut siyasal atmosferinin bu sürece yönelik iyimserliği sınırladığını ve kuşkunun hakim hale gelmesine neden olduğunu görmek mümkün. Kuşkuların sağlam ve haklı bir zemini var: Çünkü otoriterleşmiş bir iktidarla karşı karşıyayız. Hukuk devleti neredeyse tamamen askıya alınmış durumda. Yargı bağımsızlığı sizlere ömür… Cumhurbaşkanı adayları, parti başkanları, belediye başkanları, sivil toplum aktivistleri, gazeteciler sistematik biçimde hedef alınıyor: Haklarında dayanaksız soruşturmalar açılıyor, tutuklanıyor, ceza alıyorlar.

Bu koşullarda bazı muhalif çevrelerin, PKK’nın bu kararlarını “iktidarın ömrünü uzatacak bir manevra” olarak okuması şaşırtıcı değil. DEM Parti’nin Cumhur İttifakı’na yakınlaştığı yönündeki iddialar, yalanlansa da toplumsal algıda bir güvensizlik yaratıyor.

Tüm bu kuşkuların anlaşılabilir bir tarafı olsa da asıl meseleye dönüp şu soruyu sormamız gerekiyor: Kürt sorununun silahsız, demokratik yöntemlerle çözülmesi, bütün ülkenin hayrına değil mi?

Silahların ve şiddetin devreden çıkması, sadece bir güvenlik meselesini ortadan kaldırmayacak, aynı zamanda Türkiye’deki demokrasi mücadelesi açısından da kurucu bir kırılma yaratacak. Güvenlik politikaları üzerinden inşa edilen baskıcı rejimin önemli bir argümanı zayıflayacak. Siyasal muhalefet rahat bir nefes almasa da çatışma koşullarına göre daha elverişli bir zeminde toplumsal muhalefeti örgütleme olanaklarına kavuşacak.

Kürt halkının eşit yurttaşlık, ana dilde eğitim, adil temsil, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi demokratik talepleri, yalnızca etnik kimlik ekseninde değil; Türkiye’nin genel demokrasi açığının birer göstergesi olarak ele alınmalı. Bu taleplerin, muhalefetin yürüttüğü özgürlük, adalet ve hukuk mücadelesiyle bütünleşmesi siyasal meşruiyeti artıracak ve toplumsal muhalefetin zeminini genişletecektir. Demokrasi mücadelesi, Kürt meselesini dışlamadan yürütüldüğünde; sadece Kürtler değil, tüm ezilen kesimler kendilerini bu mücadelenin parçası olarak görür. Bu durum, Türkiye’de kalıcı ve yapısal bir demokratik dönüşümün önünü açabilecek bir potansiyeli açığa çıkarabilir.

Silahlı mücadelenin sona erdirilmesi, sadece etnik kimlikler üzerinden yürüyen bir hak mücadelesinin değil, aynı zamanda Türkiye’deki emekçi sınıfların önündeki en büyük engellerden birinin ortadan kalkması anlamına da gelir. Savaş ve güvenlik siyaseti, yıllardır sınıfsal eşitsizliklerin üzerini örten bir perde işlevi görüyor. Toplum yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik gibi temel ekonomik sorunlarla değil, sürekli olarak güvenlik, beka ve “dış tehdit” söylemleriyle meşgul ediliyor. Oysa savaşın mali yükü, en çok işçilerden, emekçilerden kesilen vergilerle karşılanıyor.

Otoriter rejimlerin en temel taktiği olan “iç düşman” yaratma stratejisi, işçi sınıfının ortak mücadele hattını parçalamakta yıllardır etkili oldu. Kürt işçiler, emekçiler çoğu zaman milliyetçi dışlama mekanizmalarının hedefi haline getirildi; Türk ve Kürt emekçiler arasındaki dayanışma zayıflatıldı. Barış, bu yapay ayrımları ortadan kaldırma; sınıf mücadelesini ortak bir zemine taşıma potansiyeli taşır. Bu nedenle barış, sadece vicdani ya da etnik bir talep değil; emek mücadelesi için de stratejik bir gerekliliktir.

Bu tabloyu değiştirmek, sadece Kürtleri değil, Türkiye’nin tüm toplumsal kesimlerini özgürleştirecek bir siyasal dönüşümün önünü açar.

İktidarın hesapları, muhalefetin sorumluluğu

Barışın kıyısına bu kadar yaklaşmışken, meseleyi yalnızca “İktidar bu işten fayda sağlar mı?” dar çerçevesine sıkıştırmak bu yüzden büyük bir tarihsel yanılgı olur. Muhalefet partilerinin refleksif tepkiyle değil, stratejik bir vizyonla hareket etmesi gerekiyor. Silahların devreden çıkması, CHP’ye, sol partilere, hatta AKP-MHP iktidar bloğu dışında kalan ve demokrasi talep eden bütün muhalefete yeni bir siyasal dil kurma imkânı tanır. “Kürt sorunu = terör” denkleminin çözülmesi, siyasetin başka alanlarının da özgürleşmesi imkanını artırır.

Erdoğan’ın, her süreçte olduğu gibi barış ve çözüm süreci ihtimalini de iktidardaki ömrünü uzatmak, iç ve dış baskıları hafifletmek ya da meşruiyet krizini yönetmek için araçsallaştırma niyetinde olması şaşırtıcı değil. Bugüne kadar çözüm girişimlerinin şeffaflıktan uzak, toplumsal denetime kapalı yürütülmesi, iktidarın bu süreçleri demokratikleşme değil, iktidarını tahkim etme vesilesi olarak görmesinden kaynaklandı. Ancak bu tür siyasal hesaplar, toplumsal barışın imkânını ortadan kaldırmak zorunda değil. Muhalefet, süreci sahiplenip demokratik bir çerçeveye oturtarak, iktidarın hamlelerini boşa çıkarabilir.

(Belirtmek gerekir ki, CHP lideri Özgür Özel ve tutuklu İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun bu konudaki yaklaşımlarının, adında “komünist”, “sol” “sosyalist” olan birçok partiden daha ilerde olması, not edilmesi gereken bir durumdur.)

Unutmayalım: Türkiye, Kürt sorununu çözmedikçe demokratikleşemez. Demokratikleşmedikçe de ne ekonomik krizden çıkabilir ne toplumsal barışı inşa edebilir.

Silahların sustuğu, siyasetin konuştuğu bir Türkiye, otoriter iktidara rağmen mümkün. Ve bu sadece Kürtler için değil, herkes için daha yaşanabilir bir ülke mücadelesinin güçlenmesi demek.

Barış, hiçbir zaman kolay olmadı; ama bu kez önümüzde daha gerçekçi, daha kapsamlı ve daha yapısal bir fırsat var. Bu fırsatı görmezden gelmek, sadece bugünün değil, yarının da vebalini taşımak demek.

/Bu yazı Kısa Dalga’dan alınmıştır/

İlginizi Çekebilir

Erdoğan’ın belediye başkanlarının yetkilerine ‘tırpan‘ planı
TİP’ten Halk Tv’ye ‘sansür’ suçlaması

Öne Çıkanlar