İnsan ömrü, kimi zaman bir biyolojik vakıa olmaktan çıkar, halkların kaderine, toplumların hafızasına dönüşür. Sırrı Süreyya Önder, bu dönüşümün en berrak simalarından biriydi. Onun ardından binlerce insanın hastane önlerinde nöbet tutması, yalnızca bir insanı yaşatma çabası değil, aynı zamanda barışa, umuda, söze, mizaha ve hakikate sahip çıkma arzusuydu.
Henüz 8 yaşındayken üç kardeşiyle birlikte yetim kalması, hayatının başına kazınan ilk derin yara olmuştu. Bu yarayı taşıyan çocuk, zamanla yalnız kendi kaderini değil, halkların ortak kaderini omuzlayan bir figüre dönüştü. Maraş Katliamı gibi karanlık bir döneme karşı gösterdiği cesur duruş nedeniyle gözaltında işkenceye uğradı. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenci olduğu yıllarda 12 Eylül faşist darbesiyle tutuklandı, yedi yıl boyunca tutsak kaldı. Bu tutsaklık, onu teslim almak yerine, içindeki özgürlük ateşini daha da büyüttü.
Bir toplumun belleğinde kimi insanlar, zamanın gidişatına karşı yürüyen direniş nehirleri gibi akarlar. Sırrı da bu nehirlerden biriydi. Fotoğrafçılık yaptı, kamyon şoförlüğü yaptı, sinema ve sanatla uğraştı, yazdı, anlattı, güldürdü, düşündürdü. Ama hepsinden önemlisi; siyaseti bir ölüm makinesi olmaktan çıkarıp yaşamı çoğaltmanın aracı haline getirmeye çalıştı. Kürtlerle Türkleri, Alevilerle Sünnileri, yoksullarla ezilenleri bir araya getiren bir halklar siyaseti için mücadele etti. Birleştirici bir vicdan, keskin bir zekâ ve zarif bir mizahla bunu başardı.
Toplumsal bellekte bazı insanlar yalnızca yaşadıklarıyla değil, yaşatmaya çalıştıklarıyla hatırlanır. Sırrı’nın o meşhur sözü, onun hayatının özetiydi: “Bazı insanlar öldürmek için yaşar, bazıları da yaşatmak için mücadele eder.” Bu söz, sadece bir ahlak dersi değil; aynı zamanda bir tarih dersi, bir siyaset anlayışı ve bir insanlık çağrısıydı.
Sosyolojik açıdan bakıldığında, Sırrı’nın hayatı Türkiye’de devlet-toplum ilişkisinin çatışmalı doğasını, halkların bastırılmış taleplerini ve demokrasiyle olan sancılı mesafemizi anlatır. O, yalnızca Kürt halkının değil, tüm ezilenlerin sözcüsü olmayı başardı. Mizahla karılmış bir hakikat anlatımıyla, siyasetin dili zehirli bir rekabetten, insani bir temsile dönüşebileceğini gösterdi.
Felsefi olarak ise onun yaşamı, varoluşun acıya karşı nasıl bir direnişle anlam kazandığını anlatır. Kierkegaard’ın “acı çekmeyen hakikat, hakikat değildir” sözünü doğrularcasına, Sırrı’nın hakikati de her zaman bir bedelle yoğrulmuştu. Fakat o bu bedeli kinle değil, sevgiyle taşıdı.
Şimdi geriye ne mi kaldı? Onun yorgun ama gülen gözleri, o sesiyle söylediği barış cümleleri, sokaklarda yankılanan kahkahalar ve gözyaşlarıyla yoğrulmuş bir halkın hafızası.
Bu yazı, yaşatmak için mücadele eden bir adama; mizahı isyan, sözü merhem, hayatı ise halkına armağan etmiş bir insana borcumuzdur.